Şimdilik evdeki hesap Suriye’ye uymadı. Kürt hareketi, şu anki haliyle tek kazanım elde edebilecek taraf pozisyonundadır. Dileğimiz, Kürt hareketinin, Ortadoğu halklarının kardeşliğini yeniden tesis etme ve pekiştirmekten yana tutum alması, tercihini ve avantajlı konumunu anti emperyalist bir hatta barış sürecinin beslenmesinden yana kullanmasıdır
AKP, taşeronluk yaptığı ABD ve diğer batılı emperyalistlerin Suriye politikası iflas etmiştir. Bu iflasın taraflarından Amerika ve Avrupa ülkeleri, “zararın neresinden dönsek kardır” hesabıyla, süreci evriltmeye çalışıyorlar. Son gelişmeler ışığında süreçteki bu evrilmeye bakalım: Ne zaman Suriye konulu bir uluslar arası toplantı olsa, toplantının öncesinden yükselen terörist saldırılar ülkeyi kana boğuyor. En Son Şam bombaları da 100’ün üzerinde insanın canına mal oldu ve bu katliamın mesajı yine bir uluslar arası toplantı. Bu sefer mesajın adresi Roma.
Roma toplantısını Ulusal Konsey önce protesto edip katılmayacaklarını açıklamıştı. Ardından ÖSO, Şam yönetimiyle diyalog için “sinyal verdi”, şartlar öne sürdü. Diyalogun 8 şartı diye sunduklarının içinde asıl dikkat çeken birinci koşul. Onun da meali şudur: “Artık bize silahlı çeteler demeyin, bize adımızla hitap edin.” Bir diğeri de, “Biz devrim yapmadık, devrim bizi yaptı.” Yani ilkini, “diyalog için lütfen bizi de görün” ve ikincisini, “biz istemezdik böyle olmasını ama koşullar bunu gerektirdi” biçiminde de okumak mümkündür. Bu bir geri adımdır ve bir çıkmaza girildiğinin kabulüdür. Bunun altında yatan birçok sebep vardır. Amerika’nın Suriye ile ilgili baştaki tutumundan çark etmesi, Fransa’nın ilgisini Mali’ye yöneltmesi birer sebeptir ve ABD ile Fransa’nın bu tercihleri, aynı zamanda kendi sebeplerinden dolayı birer sonuçtur da. Bu sonuçları doğuran sebepler demetine bakalım:
ÖSO’nun Suriye’de aslında gücünün olmadığı, oradaki silahlı grupların yalnızca beşte birini oluşturduğu, geriye kalanların kontrolsüz ve aşırılıkçı ve Suriye halkının yalnızca canını yakan ve bu sebeple nefretini kazanan saldırılarından dolayı ÖSO’nun alanının daraldığı, bu bağlamda temsiliyet ve inisiyatif alma şansının hiçbir zaman olmadığı görülmüştür. ÖSO hem kendi gücünün, hem de destekçilerinin geri adım attıklarının artık farkındadır.
ÖSO dışında 23 ülkeden vekalet savaşı yürüten silahlı grupların çok çeşitliliği, her birinin bağımsız hareket etme eğilimi, kimi bölgelerde koşulların dayatması sonucu ikili-üçlü birliktelikler oluşturulsa da yaşadıkları her yenilginin gruplar arası bir iç çatışmaya dönüştüğü görüldü. (Kendi aralarındaki komuta kavgası, ganimetlerin paylaşımındaki anlaşmazlıklar, ihanetler vb nedeniyle yaşadıkları iç çatışmalar, yüzlercesinin ölümüyle sonuçlandı.)
Takviye cihatçı güçler, artık yavaş yavaş çözülmenin ve yenilginin farkına vardılar. Son birkaç ayda Türkiye sınırına yakın bölgelerde çok çatışmalar oldu ve silahlı gruplar çok ciddi kayıplar verdi. Mevzilerini kaybettikçe ve ciddi kayıplar verdikçe, intihar bombalarına daha sık başvurmaya başladılar. Sosyal paylaşım sitelerindeki aktarımlara göre son günlerde El Kaideci Nusra Cephesi militanları, kuşatıldıkları bölgelerden geri çekilirken halka vedalaşma bildirisi dağıtıp, Mali’ye gideceklerini duyurdular. Öte yandan Ürdünlü cihatçı Selefilerin, Suriye yönetimine karşı girdikleri savaşta başarısız olduklarını itiraf etmeye başladıkları gerçeğin bir başka tarafı.[1]
Uluslararası aktörlerin tıkanan Suriye politikasında geri adım atmaya başladıkları bir sürecin eşiğinde Türkiye, Taftanez hava üssü saldırısında olduğu gibi aleni girişimlerde bulundu ve başarısız oldu (4 Türk Subayının tutuklandığı olay, günlerce gündemde kaldı). Türkiye, baş aktör olma gayretinden hiçbir zaman vazgeçmek istemedi ve sürekli doğrudan kontrolü altındaki ÖSO ile fitilleme girişimlerinde bulundu. Buna rağmen başarılı olamadı. Keza İsrail, süreci tersine döndürme amaçlı, savaş uçaklarıyla bir hamle yaparak Suriye’yi karşılık vermeye zorladı. Ancak bu adım da başarılı olamadığı gibi, Suriye’nin Arap halkları nezdinde meşruiyetini daha da arttırdı ve İsrail’in bu girişimleri tıkandı.
Bu ve benzeri gelişmeler, bütün aktörler açısından Suriye hesaplarını alt üst etti. Siyasi çözüm daha fazla dillendirilmeye başlandı ve “Esad’sız çözüm” söylemi, giderek “Esad’lı çözüm”e doğru evrildi. Son süreçte Rusya ile ABD’nin tutumlarının ortaklaşmaya doğru yol aldığı görülüyor. Bu ortaklaşmanın emareleri, Suriye Dışişleri Bakanı Velid El Muallim’in, Moskova ziyaretinde “Silahlı gruplar da dahil tüm muhalefet ile siyasi çözüm için diyalog kurmaya hazır olduklarını” açıklamasıyla görülmüştür. Bu süreç, tek başına Rusya’nın Suriye’yi ikna ettiği biçiminde tarif edilemez elbette. Bu karmaşık denklemde ABD-Rusya görüşmeleri, her iki tarafın belli tavizleriyle bu adımların atılabileceği yönündeki fikri ortaklık, bunun için ABD’nin silahlı muhalefeti artık kontrol etme ve yönlendirmesi, Rusya’nın da Şam yönetimini ikna etmesi yönünde bir uzlaşı olduğu düşünülmektedir.
Bunun gibi daha bir dizi gelişmeler sonucunda artık dümen kırma süreci başlamıştır. Siyasi çözüm kaçınılmazdır ve tahminen bunun ilk adımının atılacağı yer, Roma toplantısıdır. Birden bire sihirli bir çözüm formülü beklemek doğru değildir ama önümüzdeki süreçte bu denklemde önemli etken olarak Kürt sorunuyla ilgili başlayan sürecin ne olacağını ve Suriye-Ortadoğu düzlemindeki çıkarı olan tüm aktörler için ilk adımın ne şekilde formüle edileceğini göreceğiz.
İflasın bedelini en ağır ödeyecek olan ülke, Türkiye
Siyasi çözüm süreci, Kürt halkı açısından bir kazanım, başta Türk hükümeti olmak üzere Suriye operasyonunda yer alan diğer tarafların tümü için bir politikanın iflası demektir. Eğer ABD-AB ve Rusya-Çin arasında kendi çıkarları doğrultusunda, mutlak olmasa da geçici ya da süreci uzatan bir çözüm formülünde ortaklaşma olur ise, Suriye kıskacında taşeronluk yapan Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar açısından durum kritik bir hal alacaktır. Bir süreliğine de olsa tahminen yaşanacaklar ve bu ülkelerin hanesine yazılacaklara değinmek gerekirse, şöyle sıralayabiliriz:
Suudi Arabistan cephesinde iflasın karşılığı: Suudi Arabistan dolar akıttı, idamlık mahkumları salıverdi cihat yolunda ve en önemlisi Vahabilik bağnazlığıyla Suriye’ye öyle odaklandı ki, ülkesinde patlak veren isyanları artık durduramaz hale geliyor. Katif kentinde başlayan ve giderek büyüyen isyanlar, başkent Riyad’a kadar taştı. Daha önce Suud ailesi aleyhinde bir cümle söyleyenin yok edildiği bir süreçten, artık Riyad’ın ortasında caddeleri trafiğe kapatan, köprülere pankartlar asılan eylemlerin sık görüldüğü bir sürece gelindi. Kısa vadede Arabistan’ın, Suriye politikasında beklentisine kavuşamayacağı gibi, ülkesindeki isyanlarla baş başa kalacağı kesin.
Katar’ın durumu: “bitmez-tükenmez” eforunu harcamanın yanı sıra, çuvallarla dolar akıttı. Ona da geriye Arap halklarından kazandığı öfke, nefret ve bu işten sıyrılmaya çalışan ABD-AB’nin bütün sorumluluğu üzerine yıkma ihtimali kaldı.
Ve Türkiye: Asıl Suriye bombası Türkiye’nin elinde patlıyor. Suriye Hükümeti tarafından BM’ye sunulan dosyalar ve hala sunulmak üzere bekletilen belgelerle baş etmesi kolay olmayacaktır. Neler yok ki bu dosyalarda… Suriye’ye gönderilen toplama cihatçıların ilk uğrak yeri Türkiye’dir. Sınırlar boyunca giriş çıkışların tek sorumlusu Türkiye. Arap medyasında yazılan ve söylenenlere göre Türkiye sınırından 70 bini aşkın silahlı “cihatçı” ve silah ve mühimmatları Suriye topraklarına girmiş. Öyleki basınımızda çıkan son haberlere göre askeri hava alanlarının bile (son olarak ana muhalefet partisinin iddiasına göre Ankara Esenboğa havalimanından Suudi Arabistan askeri uçağı ile Suriye silahlı muhalefetine silah ve askeri mühimmat gönderildi) kullandırılması suçun aleniliğinin bir göstergesi. Bir ülke halklarının geleceğini çalan, rüyalarına kadar kanlı bir imge olarak giren Türkiye’nin (AKP hükümetinin) önümüzdeki aylarda uluslararası mahkemelerde adının dolaşması sürpriz olmaz.
Türkiye’nin üzerine yıkılan mülteci sorunu
Türkiye için en büyük problemlerden biri mülteci sorunudur. Önce “koşun, gelin, bize gelin!” naraları, ardından ben besleyemiyorum, altından kalkamıyorum ağlamalarının sonucu nereye varacak? Varacağı tek yer şu; çağırdıkları çok sayıdaki Suriyelinin, ülkelerine karşı işledikleri suçlardan dolayı ülkeye dönme şansları olmadığı için, Türkiye nüfusunu bir hayli arttıracakları görünüyor. Yani Türkiye’nin başına kaldılar demektir. İkincisi, mülteciler için vaat edilen musluk zaten kısıldı, bu haliyle harcamaların altından kalkamaz durumda. Arabistan-Katar parası kesilince de, Türkiye’ye, kapı kapı dolaşıp “beni bu sorundan kurtarın” diye ağlamak kalacaktır. En önemlisi de, Türkiye’ye giriş yapan “seyyar mücahitler”, eğer başka bölgelerde ve başka savaşlarda kullanılmazlarsa, eğitimli on binlerce Selefi, El Kaideci Türkiye’nin başına bela olarak kaldı demektir.
Türkiye’de tohumu ekilen nefret, mezhep çatışması olarak yeşerebilir
Ortadoğu denkleminde Katar-Arabistan-Türkiye gibi aktif rol verilen aktörlerin hem Müslüman ülkeler olması hem de ve bu savaşı “Müslümanın Müslümana karşı savaşı” düzleminden çıkartma çabalarına bir kılıf bulundu; mezhepsel kutuplaştırma formülü devreye sokuldu. Medyada ve nutuklarda Aleviler, Şiiler baş düşman ilan edildi. Suudi Vahabiliği, Ürdün, Katar vb Selefiliği, ve bilhassa AKP, Sünni İslama adeta; “Şii ve Alevileri yok edin” gazı verdi. Bunu da, ellerindeki en büyük bomba olan medya aracılığıyla formüle edip yaydılar.
Bu ezberletilen formülü büyük bir gayretkeşlik içinde hayata geçirmeye başlayan AKP, önce Alevileri ayrıştırma girişiminde bulundu: Suriye’deki düşman “Nusayri”dir. Bu isimlendirmenin altında iki hesap yatıyor: Birincisi; Anadolu Alevileri ile Arap Alevilerini ayrıştırmaktır. İkincisi, Arap Alevilerini “İslam’da yeri olmayan bir mezhep” olarak gösterip, adeta “öldürülmeleri meşrudur” algısı yaratmaktır. Ve aynı zamanda aşağılamaktır. Çünkü İslam’a dair iki-üç cümle kurabilen herkes bilir ki, Nusayrilik diye ayrı bir mezhep yoktur. Arap Aleviliğinin özel bir adlandırılması olan Nusayriliğe ilişkin Avrupa menşeli emperyalistlerin “Nusayrilik sapkın bir mezheptir” saptamasını esas almak, bu amaçla özel bir tercih olmuştur.
Irkçılıktan mezhepçiliğe mi?
Son gelinen noktada sistemin iki güçlü silahı olan ırkçılık ve dinsel gericilik, bir miktar rafine ediliyor. Başbakanın “Her türlü milliyetçiliği ayağımın altında ezerim” söylemi ve hemen ardından doğrudan Alevileri hedef haline getiren açıklamaları öyle gösteriyor ki, Ortadoğu arenasında artık en güçlü silah, mezhepçiliktir. Bunun, Başbakan’ın ırkçı tutumundan vazgeçtiği anlamına geldiği asla söylenemez. Küresel güçlerin dayatmasıyla Kürt hareketine dönük sürece dair cebren dil değiştirmiş, söylemlerinde doksan derecelik dönüş yapmıştır. Ama bu dönüş tamamen konjoktüreldir. AKP’nin SUK’la yaptığı Kürt karşıtı anlaşma, Kürt hareketini tamamen bitirmeye dönüktür. Ve bu anlaşmayı geçersiz saydığına dair bir tek laf etmemiştir. (bkz: AKP’nin Suriye Muhalefetiyle Kürt karşıtı anlaşması.[2] Dahası, bu denli Türk-Kürt düşmanlığının yaratıldığı Türkiye topraklarında bunu çözmesi, hatta kendi tabanında bile mevcut algıyı değiştirmesi kolay olmayacaktır. Ama AKP tabanını bloklamayı hedefleyen, mezhepçi söylemdir.
Siyasi çözüm süreci başlar ve yukarıda saydığımız gibi Suriye politikası ellerinde patlarsa (ki, öyle görünüyor) bunun en ağır bedelini Türkiye halkları ödeyecektir. Evet, Tayyip Erdoğan’ın elinde, besledikleri kinle birlikte intikam duyguları ve dolayısıyla derin bir mezhep çatışması kalacaktır. Evet; Suriye politikası iflas etti ama, Ortadoğu denkleminde her an her şeyin sürekli değiştiği gerçeğini göz ardı etmeksizin denilebilir ki, bir senaryodan çok, bunların gerçekleşmesi ihtimali oldukça güçlüdür.
Siyasi çözüm süreci ve Kürt hareketinin rolü
Petrol boru hatlarının geçiş yolları üzerinde egemenlik kurma savaşının, esasında bugün Suriye’ye müdahale eden ülkeler ile Rusya (ve Çin) arasındaki bir çekişmeden ibaret olduğu biliniyor. Bütün Arap halkları, birçok yazar, çizer, bu savaşın boru hattı için bir paylaşım savaşı olduğunu adeta haykırarak söylediler. Bu bağlamda Suriye politikasında bugün yaşanan iflasın ve siyasi çözüm sürecinin başlatılmak istenmesi, emperyalist ülkelerin Ortadoğu’ya dair kurgularından vazgeçtikleri anlamını taşımaz. Bu adım, içine girilen bir kör düğümü çözmekten çok, yalnızca iki taraf açısından mutlak bir bölge ve hatta kısmi dünya savaşına yol açmaması için şimdilik frene basma hareketidir. Varılmak istenen bir mutabakat aslında bir balans ayarı. Bu ayar ne şekilde ve nasıl çekilir bilinmez ama bunun asıl belirleyeninin, stratejik konumdaki Kürt bölgeleri olacağının farkına varıldığı açıktır.
Şimdilik evdeki hesap Suriye’ye uymadı. Kürt hareketi, şu anki haliyle tek kazanım elde edebilecek taraf pozisyonundadır. İçerde ve bölgede siyasi çözüm süreçleri başlatılıyor. Buna dair görüşmeler, ittifaklar için formüller geliştirilecektir. Bunu görmek için uzun bir süre beklemeyeceğimizi söylemek mümkündür. Dileğimiz, Kürt hareketinin, Ortadoğu halklarının kardeşliğini yeniden tesis etme ve pekiştirmekten yana tutum alması, tercihini ve avantajlı konumunu anti emperyalist bir hatta barış sürecinin beslenmesinden yana kullanmasıdır.