Şu ana kadar ki yaygın kullanım biçimleriyle internet, tüm hayatımızın parasallaştırıldığı, kullanıldığı ve sömürüldüğü bir mecraya dönüştürüldü. Bu içerikleri gönüllü olarak biz üretiyor ve çeşitli platformlara yüklüyor veya bu platformları kullanarak birbirimize yolluyoruz. Kendimiz, arkadaşlarımız, ailemiz, akrabalarımızla ilgili bilgileri paylaştığımız bu platformların niteliği üzerine düşünmemek, hepimizi “ biz bize” olduğumuz bir ortamda bulunulduğu yanılsamasına itiyor. […]
Şu ana kadar ki yaygın kullanım biçimleriyle internet, tüm hayatımızın parasallaştırıldığı, kullanıldığı ve sömürüldüğü bir mecraya dönüştürüldü. Bu içerikleri gönüllü olarak biz üretiyor ve çeşitli platformlara yüklüyor veya bu platformları kullanarak birbirimize yolluyoruz. Kendimiz, arkadaşlarımız, ailemiz, akrabalarımızla ilgili bilgileri paylaştığımız bu platformların niteliği üzerine düşünmemek, hepimizi “ biz bize” olduğumuz bir ortamda bulunulduğu yanılsamasına itiyor. Dolayısıyla neden paylaşmayalım, neden göndermeyelim, neden beğenmeyelim ki?
Elbette, bu yazıyı, birçoğumuzun hayatının merkezine çoktan oturmuş bir iletişim, bilgi, paylaşım alanını elimin tersiyle itmek amacıyla yazmadım. Bunu bir kafa yorma, soru sorma pratiği olarak düşünün. Ama bu kafa yorma, soru sorma ihtiyacını birlikte duymazsak, benim tek başıma duymamın ne bir anlamı, ne de önemi var.
1991 yılında mail şifreleme konusunda ücretsiz bir program geliştiren ve bu programa ‘Pretty Good Privacy’ (PGP) yani ‘İyi Derece Mahremiyet’ adını veren Phil Zimmermann’a kulak verelim; “Belki siz yazdığınız e-mail meşru olduğu için şifrelenmesinin gereksiz olduğunu düşünüyorsunuz. O halde, siz kanunlara uyan ve de saklayacak bir şeyi olmayan bir vatandaş olarak, neden özel mektuplarınızı posta kartları ile göndermiyorsunuz? Neden istendiğinde uyuşturucu testine katılmak istemiyorsunuz? Neden polisin evinizi araması için arama izni istiyorsunuz? Bir şey mi saklamaya çalışıyorsunuz? Eğer mektuplarınızı zarfların içine saklıyorsanız, siz ya bir darbeci veya bir uyuşturucu satıcısı olmalısınız; ya da paranoyak bir hastasınız. Kanunlara uyan vatandaşlar E-maillerini şifreler mi?
Eğer herkes, kanunlara uyan vatandaşların mektuplarını posta kartları ile göndermesi gerektiğine inansaydı ne olurdu? Cesur biri mektubunu zarf ile yollayıp mahremiyetini korumak isteseydi şüpheleri üstüne çekerdi. Belki de yetkili makamlar ne sakladığını görmek için mektubunu açarlardı. Allahtan böyle bir dünyada yaşamıyoruz ve herkes mektuplarını zarf ile gönderiyor. Ve böylece kimse mahremiyetini bir zarf ile korurken şüphe çekmiyor. Sayılar güvenlidir. Benzer biçimde, masum veya değil herkes E-mail mahremiyetini korurken şifreleme kullansaydı ne güzel olurdu. Bu bir çeşit dayanışma olarak düşünülebilir.”[1]
İnsanın mektubunu zarf içinde göndermeyi gereksiz bulmasını anlayamıyorum. Ama bir an için bunu kabul edersek, benim zarf kullanabilmem için, zarf kullanmayı gereksiz bulanların da mahremiyetin korunmasını bir hak olarak kabul etmesi gerekiyor. Aksi takdirde zarf kullanan herkes takip edilmek için özel bir ilgiyi hak eder hale geliyor.
Kayseri yakınlarında bulunan Kültepe-Kaniş Höyüğü’nde ortaya çıkarılan çivi yazısı tabletler, 4 bin yıl önce de mektupların çamurdan yapılan zarflara konularak sahibine ulaştırıldığını ortaya koyuyor. Demek ki, 4 bin yıl önce yaşayan insan da gönderdiği mektupta yazılanları, sadece alıcısının okumasını istiyormuş.
Haklarımızı ve kullandığımız platformlar yoluyla neyin ihlal edildiğini anlayabilmek için bu çeşit somutlamalara gitmek zorunda kalmamız ne kadar üzücü değil mi? Zimmermann, sanırım benzer bir ihtiyaçla zarf ve mail şifrelemeyi eşleştirdiği bu yazıyı yazmış. Peki bizi yaptığımız eylemlerin sonuçlarından bu kadar yalıtan, habersiz bırakan şey ne olabilir?
İnternet başlangıçta askeri ve bilimsel alanda bilgi paylaşımını geliştirebilmek amacını güdüyordu. İlk olarak 1969 yılında 4 üniversitede kullanılmaya başlandı. Elektronik posta, 1972’de Ray Tomlison tarafından ilk internet ağı olan ‘ARPAnet’ üzerinde kullanılmak üzere geliştirildi. Kullanıcı dostu bir arayüz geliştirilmesi ise 1991’leri buldu.
Roy Tomlison e-postayı bulma sürecini şöyle anlatıyor; “E-Postayı geliştirmem yaklaşık beş-altı saatimi aldı. O süreyi de bir iki haftaya yaydım. Boş zamanım olduğunda çalıştım. Elimizde, bir bilgisayara mesaj göndermemizi sağlayan bir sistem vardı ve ondan çok faydalanıyorduk. Peki dedik, ya başka bir bilgisayar başında bulunan başka birisine mesaj yollamak istesek? Mesela ülkenin diğer ucunda olan birine? Telefon gibi, ama cevap vermek için telefonun başında beklemek zorunluluğu olmayacaktı. Fikir hemen beğenildi ama her şey internet erişimi olan insanların sayısına bağlıydı. Programın yaratılış aşamasını kağıda bile dökmedim. 1993’te birileri e-postanın nerede başladığını sormaya başladı. Programı ben yapmıştım ama sonra pek çok insan, programın üzerine yeni fikirler eklemişti.”
E-posta kullanıcılarının baş belası olan viruslü e-postalar ve spamlarle ilgili olarak da şöyle diyor: “Önceden e-posta kullanan insanların sayısı 500 ile 1.000 arasındaydı. Spam alıyorsanız eğer, en azından bu spam postayı kimin attığını anlamanız zor olmazdı ve onlara bu yaptığının doğru bir şey olmadığını söyleyebilirdiniz. Spam gerçekten bir problem, ama o zamanlar ben böyle bir tehlikeyi öngöremezdim. Şimdi ise e-posta artık bir araç halini aldı, kimisi iyiye kullanıyor, kimisi ise kötü amaçlı kullanıyor. Eğer bir bilgisayarla dünyaya virüs yaymak istiyorsanız, e-posta böyle bir amacı gerçekleştirmek için bulunmaz bir araç gibi görünebilir”
İnternetin çok hızlı büyümesinin insanların bu çeşit kontrolleri geliştirmesini engellediğini düşünebiliriz. Çünkü herhalde Roy Tomlison dahil hiç kimse bu yapının, her gün dünya genelinde 170 milyar (2008 verilerine göre) eposta gönderilmesini sağlayacak bir sisteme dönüşebileceğini öngöremezdi. Sonrasında ise bu kural yokluğu devletlerin, iktidarların işine yarayacak bir kontrol mekanizmasına dönüşüverdi ve işin doğası gereği olmayan kurallar olmadıklarıyla kaldı.
Bir e-posta hesabı aldığında, hiç kimse gönderdiği maillerin zarflarının nerede olduğu düşünmüyor. Çünkü bunun sorgulanmaması, dert edilmemesi hatta akla bile gelmemesi neredeyse bir yönerge haline gelmiş durumda. Sadece girer, adresimi alır ve postalarımı göndermeye başlarım. Örneğin bir gmail adresi sahibiyseniz “artmaya devam eden ücretsiz depolama alanı”nız var demektir. Ve ben bu satırları bu dokümana geçirdiğim saniyeler içinde artış devam eder. Bu alan, hiçbir mailinizi silmeden mail kutunuzda depolamanızı sağlayacak genişliktedir. Mailiniz sizin posta kutunuzda veya gönderdiğiniz kişinin posta kutusunda, aslında postanızı göndermediğiniz kişiler tarafından bugün, yarın, 10 yıl sonra okunabilir demektir bu.
Çok değil bundan 3-5 sene önce insanları toplum nezdinde suçlu gösterebilmek için evlerinde, işyerlerinde silah, mermi, bomba bulmak gerekliydi, şimdiyse bilgisayarlarında bir doküman bulmak yeterli.
Suçluyla suçsuzun arasındaki ayrımın iktidarlar tarafından tanımlandığı bir gözetim ve denetim toplumunda yaşıyor olmak artık kafamızdaki bu tanımları değiştirmemiz gerektiğini kanıtlamaya yetmeli. Kaldı ki “mahremiyet” konusu, suç ve suçsuzluktan bağımsız olarak tanımlamamız gereken bir hak. Mahremimizi önemsemesek dahi bugün yazdığımız bir şeyin, yarın başımıza bela olmayacağının garantisi yok. Örneğin gözaltına alınan ÇHD avukatlarından birisi 1997 yılına ait bir belgeye dayanılarak suçlandı. Bu belgeyi suçlama dosyasını koyanlar “zaman aşımı” kavramını es geçmiş olmasalardı, bu avukat da tutuklular arasında olacaktı. 2013 – 1997 = 16 sene. Yani 2+0+1+3+1+9+9+7= 32. Yani hiçbir şey. Mantık bu kadar düz işte. Suçlu olmanız, olmamanız bir anlam ifade etmiyor.
O müphem efsaneye mi inanmalıyız yoksa? İşimizi iyi yaptığımızda, suya sabuna dokunmadığımızda, etliye sütlüye karışmadığımızda, el öpmeyi, ceket iliklemeyi öğrendiğimizde, yap denildi mi yaptığımızda, kalk denildi mi kalktığımızda, başımıza hiçbir şey gelmez. Emin misiniz? İktidarlar değişir ve biri size şunu sorar, “Yap denildiğinde neden yaptın?” Düşünmek, seçim yapmak, yaptığınız seçimin arkasında durmak daha yeğdir. Bir kez var oldunuz mu, yokmuşsunuz gibi yapamazsınız. Bu ahlaki bir öğüt değil küçük bir gerçektir yalnızca.
Arayan belasını da mevlasını da bulabilir
Mark Zuckerberg’in hayatının anlatıldığı “Facebook” filminde fikrin ortaya çıkışı, sitenin doğuşu ve gelişmesi anlatılıyor. İddiaya göre Zuckerberg’ten yardım alınarak senaryolaştırılmış bu filmde anlatılan hikaye bile insanda, açık açık ve hiç utanmadan gösterilen dolapların haricinde, başka bir dolap daha döndüğü hissini uyandırmaya yetiyor. Amerika’da yayılmasını, büyük ihtimalle, insanların bir seçkinler kitlesine dahil olmasının getirdiği tatminden beslenerek sağlayan bu site, bir “Harvard” protokolüydü aslında. Seçkinler sınıfının eğilimlerini yansıtıyordu. James Curran’ın makalesinde, çok yerinde bir şekilde “avantajlı kesimlerin aşırı temsili”[2] diye nitelendirdiği şeyin somut örneğiydi. Ne kadar avamlaşırsa avamlaşsın hala da öyle. İnternet dünyanın birçok yerinde hala avantajlı kesimin sürekli ulaşabildiği bir araç. Dolayısıyla şimdilik her platform bu kesimin eğilim ve damgasını yansıtmaya mahkum görünüyor.
Bu damganın nasıl bir şey olduğu üzerine düşünmekte fayda var; aşırı tüketim, aşırı hareket, aşırı ticaret, aşırı temsil. Temelde her şey paylaş ve beğen üzerinden şekilleniyor ve milyonlarca bilginin paylaşılması bireyde ezici bir etki yaratabiliyor. Paylaşacak bir şeyin olması için sürekli gezmeli, eğlenmeli, okumalı, izlemeli, dinlemeli, almalı, yorumlamalısın. “Paylaş” sözcüğü bile aslında olumlu anlam yüküyle bizi “paylaşmamamız” durumunda zan altında bırakan bir önermeye sahip. Elindekileri, tüm bildiklerini, beğenilerini, seni belirleyenleri, kimliğini oluşturanları ‘paylaş’ deniyor bize. Ve başkalarının paylaştıklarını da “beğen” ya da “beğenme”. Bu çağrının karşısında durabilmek güç. Çünkü hiçbir zaman oturduğum yerden beni dinlediğini, izlediğini varsaydığım bir kitleye bir kere de ulaşma şansım olmamıştı. Ne yazık ki, 300, 500, 1000 ve daha fazla kişiyi tek başımıza bir araya toplayıp söylediklerimizi dinlettirebilecek kadar ilginç değiliz hiçbirimiz. İlginç olmak zorunda da değiliz. Yine de kişiyi daha ilginç, daha komik, daha orijinal, daha güzel yazılar, videolar, müzikler, fotoğraflar paylaşmaya iten bu dinamik. Kimsenin, biriktirdiği izleyici kitlesinin, yine varsaydığı ilgisini kaybetmeye gönlü razı olmuyor. Peki hepimiz gerçekten bunları bireysel olarak yapacak imkanlara sahip miyiz? Yoksa çoğunlukla yaşananları, yapılanları, yazılanları, çizilenleri, söylenenleri paylaşarak kendimizin kılarak şişmiş bir tatmin mi sağlıyoruz? Gözümüzün önünde sergilenen etkinliklerle bunların çok küçük bir bölümünün tekrarından ibaret olan hayatımız arasında oluşan uçurumları her gün nasıl aşıyoruz? Burada paylaştıklarımız bizimle kimin arasında? Gönderdiğimiz mesajların kıymeti bilinmediğinde ne oluyor?
Zuckerberg ve şürekası bizim emeğimiz ve bilgilerimiz üzerinden kazandıkları paraları paylaşırken, bizim de arada kendimize şunu dememiz gerekiyor belki de; bu dünya benim çevremde dönmüyor, ben onun çevresinde dönüyorum. Ve dönerken dil çıkarmak da mümkün.
İnternetin nasıl bir yere evrileceğini, neye rıza gösterdiğimiz belirleyecek. Örneğin internetten alışverişi güvenli bulmayan, kredi kartını kullanmakta sakınca gören insanların varlığı bankaları “sanal kart” uygulamasını geliştirmeye zorladı. Bu uygulamayla sanal olarak tanımladığınız bir karta alışveriş tutarınız kadar para yüklüyor ve alışverişinizi yapıyorsunuz, böylece güvenlik ihlallerinin yol açtığı karmaşada paracıklarınızı kaybetmek tehlikesi yaşamıyorsunuz. Bankaların kredi kartı kullanılmasını özendirmesine rağmen, bu uygulamayı geliştirmiş olmasının tek bir anlamı var, kullanıcıların tercihlerinin, tüm tekelleri, özel hakların ve güvenliğin ihlal edilmediği uygulamalar geliştirebilmek için zorlayabileceği.
Yukarıdaki örnekte çok açık görünüyor olsa da, tekrar etmekte fayda var: bunun yolu, bu siteleri kullanmamaktan veya sınırlı, dikkatli ve özenli kullanımdan, güvenli alternatifler kullanmaktan, baskı grupları oluşturarak sesimizi yükseltip haklarımızı talep etmekten geçiyor.
Esra Güven
Plaza Eylem Platformu eylemcisi
Bilişim çalışanı
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.