“Ya Boğaziçi Üniversitesi’ne ya da İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girecektim. Önce Boğaziçi Üniversitesi’ni ziyaret ettim. Bir baktım farklı bir dünya. Değişik binalar, surlarla çevrilmiş alan. Sonra bahçesinde gençler kızlı, erkekli oturuyor. Ben çok şaşırdım. Burada yoldan çıkarım dedim. Ondan sonra teknik üniversiteyi seçtim” Bu garip sözler, Binali Yıldırım‘ın İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) İzmir Balosu’nda yaptığı bir […]
“Ya Boğaziçi Üniversitesi’ne ya da İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girecektim. Önce Boğaziçi Üniversitesi’ni ziyaret ettim. Bir baktım farklı bir dünya. Değişik binalar, surlarla çevrilmiş alan. Sonra bahçesinde gençler kızlı, erkekli oturuyor. Ben çok şaşırdım. Burada yoldan çıkarım dedim. Ondan sonra teknik üniversiteyi seçtim”
Bu garip sözler, Binali Yıldırım‘ın İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) İzmir Balosu’nda yaptığı bir konuşmadan. Başlıktaki soru ve eleştirilerimize ilham veren böylesine garabet ”rahatsızlıklar” aslında bir o kadar geleneksel ve oldukça düşündürücü. Muhafazakar cenahlardan gelen bu ifşaatları okuyan birçok kişi, bu beylerin kelebeğin kanat çırpışından tutun da, sokak başındaki veremli kedimizin -af buyurun- yellenmesinden bile incinecek narin bir ruh halleri olduğu zehabına kapılabilir. Bilen bilir, bu beyefendiler öylesine ipeksi ve narin bir ruha sahip ki cümle cemaatin olduğu bir yerde serdedilen -affedersiniz(?)- ”vajina” sözcüğünden bile utanabilmekte. E pekala, ilk bakışta oldukça aristokrat bir ürperti ve hayranlık duymamak elde değil. Neredeyse, çapkınlık ve letafet timsali Divan şairlerinin ruhları üflenmiş mizaçlarına. Neredeyse!..
Üstat Nedim’in ”Ayağın sakınarak basma aman Sultanım/ Dökülen mey kırılan şişe-i rindan olsun” dediği gibi, biz de sözümüzü sakınacak değiliz… Erkek egemen ahlakın dindar versiyonu ışıltılı ve pırıl pırıl görünür görünmesine de, biraz üzeri kazındığında altında söylenmeyen ve söylenilmesinden hicap duyulan başka şeyler de çıkar. İşte onlardan biri de kadınların günümüze kadar gelen ezilmişliği ve mağduriyeti; yani bizatihi bedeni ve kişiliği üzerindeki tecavüzler ve baskılardır. Cinsel Tıp Derneği‘nin araştırmasına göre kadınların %40’ı fiziksel şiddet, %20’si cinsel şiddet görüyor. Üstelik dernekten Dr. A. Cem Keçe, bu oranların gerçeği yansıttığını düşünmediğini; çünkü cinsel şiddetin konuşulmasından toplum olarak rahatsız olduğumuzu söylemektedir. Görece yeni olan bu araştırma, başka bir araştırmanın sonuçlarıyla karşılaştırılınca durumun vahameti artıyor: ”2009 yılında gerçekleştirilen ‘Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet’ araştırmasına göre, ülke genelindeki kadınların %39’u fiziksel şiddet, %15’i de cinsel şiddet yaşarken, kadınların %42’si iki şiddetten en az birini yaşadığını ifade ediyor.”
Tecavüzün gıdası: Korku ve gizlilik
– Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü verilerine göre ”kadınların % 92’si gördüğü şiddeti herhangi bir yere şikâyet etmediğini belirtmiştir. Polis ya da jandarmaya şikâyette bulunanlar, savcılığa, avukata, hastane veya sağlık kuruluşuna başvuranlar % 4’lük dilimleri meydana getirirken, sığınma evi, belediye ve Sosyal Hizmet ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK)’e başvuru yapanlar ise sadece % 1’lik bir oranı işaret etmektedir. ”
– CNN TÜRK‘ten bir habere göre ”Türkiye’de her dört saatte bir tecavüz veya tecavüze yeltenme suçu işleniyor. Mağdurların yarısı 18 yaşından küçük, yani henüz çocuk yaştalar.” ve ” Yılda ortalama 7 bin çocuk cinsel istismara uğruyor. ” Dahası da var: Vak’aların ancak %5’i adli mercilere intikal ediyor.
Vajina sözcüğünden utanan, tamamını okumadığı bir romanda (Şeker Portakalı) geçen bazı argo sözcükleri ahlakına mugayir bulan (ki tamamını okuyup anlayacak bir zeka seviyesine sahip olsa, hikayenin bizatihi çocuklar arası tahkir ve hor görmeleri eleştirdiğini idrak edecek) eril erkek ahlakının yarattığı birincil tahribat, ”gizlilik antlaşması” denebilecek bir korku ve baskı ikliminin bina edilmesidir. Zira cinsel şiddet, öncelikle mağdurun (daha çok kadınlar ve çocuklar) zayıflığını gözeten bir fırsatçılıktır. Gerek çevremizdeki insanlara gerekse dönem dönem ders verdiğimiz sınıflardaki çocuklara öğütlediğimiz ilk şey, kendilerini rahatsız eden herhangi bir cinsel taciz ve yeltenme karşısında olabildiğinde seslerini çıkarmaları, itiraz etmeleri ve saldırgana karşı koymalarıdır! Tecavüzcü, korkunun kokusunu arayan ve korkuyu sezmekte ustalaşan özel bir patoloji türüdür. Yaratmak istediği ve temelde kendisini harekete geçiren başat güdü ”korkunun iktidarı”dır.
Z. Belma Gökçe ve M. Fatih Yavuz’un Adli Tıp Dergisi’nde yayınlanan 2007’deki bir araştırmasına göre:
– ”Analizler; mağdurların, vakaların %40.37’sinde yetişkin ve %59.63’ünde çocuk olduğunu açığa çıkarmıştır. Vakaların %70.64’ünde (n:77) mağdur ve saldırganın olay öncesinde tanışıklığı olduğu görülürken, %29.36’sında saldırgan yabancıdır. Cinsel saldırı vakalarının %17.43’ü ensest ilişkidir. ”
– ”Çalışmamızda yetişkine yönelik cinsel saldırılar, suçun işleniş şekli ve suç motivasyonlarına göre değerlendirildiğinde, çoğunluğunun güç ve öfke nedeniyle oluştuğu saptanmıştır. Bunların arasında da en fazla erkeklik güçlerini ve üstünlüklerini göstermek ve hükmetmek veya erkekliklerini ispatlamak amacıyla saldıran güç motivasyonuyla saldıranlar yer almaktadır. Oysa cinsel motivin ön planda olduğu cinsel saldırganların oranı çok azdır. Bunların çoğunluğunu da mağdurun zeka geriliği, akıl hastalığı gibi durumundan yararlanarak gerçekleştirilen saldırılar oluşturmaktadır.”
Siyasal bir poetika ve işbirliği: Utanç!
Boğaziçi Üniversitesi üzerindeki bu ”göndermeler” aslında yeni değil. ODTÜ’deki öğrenci muhalefetine ağzına geleni söyleyen Zaman Gazetesi yazarı İbrahim Öztürk, hızını alamayarak Boğaziçili bir rektörü şu felaket sözlerle eleştirmişti: ”Ama Karl Marks sakallı bu çağdaş bilim adamı, sözde solcu abimiz, Starbucks şirketini, öğrencilerin bütün direnişine rağmen zorla getirip kampüsün içine yerleştirdi. Bir şey daha yaptı. Ayrı olan kız erkek yurtlarını ‘karma’ yaptı! Anadolu’nun mazlum çocukları şimdi her koridora çıktıklarında kendilerini bekleyen ‘sürprizlerden’ habersiz eğitim almak zorunda. Buna bu ülkenin anaları, babaları, yargısı, tarihi, kültürü ne diyor acaba?”
Yeni bir seçim döneminde bir balkon konuşması da kadınlar ve çocuklar için yapılıp buna değinilir mi bilinmez; ancak muhafazakâr ahlak jandarmalarının bu sahiden utanılası kapkara tablolar karşısındaki kayıtsızlığı ve ilgisizliği dehşet verici! Sorumluluk makamında olan yahut sözü dinlenenlerin ilgisizliği bir yana; kadına yönelik şiddet ve tahakkümü besleyen politik söylemi her seferinde yeniden üretmeleri daha da kaygı verici. Kadın ve çocuklara yönelik cinsel şiddet ile suçların korku atmosferi ve sosyal baskılardan gıdalandığını ortaya koyan sayısız araştırmaya karşın; muhafazakar ahlak jandarmaları kadınlar üzerindeki bu baskı, sindirme ve sosyal tecrit politikalarının daha da katmerlenerek sürmesini arzu ediyorlar. Yahut söyledikleri her ikircikli ahlaki vaaz, sosyal baskı ve tecridin yeniden üretilmesi ve desteklenmesine sebep olmakta. Hal böyleyken, bu ahlak jandarmalığına sinen bir gerçeği bir kez daha görmekteyiz: Kadına yönelik erkek şiddeti politiktir!
Vajina sözcüğünden, Şeker Portakalı’ndan ve kızlı-erkekli öğrencilerin yanyana oturmasından iffeti burkulan beyzadelerin, kadına yönelik cinsel şiddete buldukları sözde çözümse ibretlik: ”Saadet Partisi’nin öncülük ettiği sadece kadınlara özel metrobüs uygulaması için toplanan 60 bin imza Büyükşehir Belediyesi’ne gönderildi.” Kamuoyunda Pembe Otobüs olarak da bilinen bu uygulama, kadınların erkeklerce rahatsız edilmelerini güya engelleyecek. Dikkat edilirse, projenin merkezinde ”erkek şiddeti ve tecavüzü” değil kadının toplumsallığı yer almaktadır. Sorunun varlığı zımnen kabul edilmekle birlikte, sorunu yaratan öze dair bir şey söylenmediği gibi, çözüm olarak da sorunu aslında meşrulaştıracak bir öneri sunulmaktadır: Sosyal tecrit. Böylece daha en başından, sorunun varlığı ”kadının bedeni, tahriki vb” algılar olarak görülmekte; bu konudaki egemen erkeğin mütecaviz ahlaki karakteri hiç mevzu bahis edilmemektedir. Yine, daha da beteri sanki tecavüzün sebebi tahrikmiş gibi çarpık bir imaj beslenmektedir.
Bir elin parmaklarını geçmeyecek duyarlı Müslüman (dindar) aydın kadını bir yana koyarsak, sosyal yaşamda dindarların kadına yönelik cinsel erkek şiddeti ve tacizleri hususunda örgütlü, tutarlı ve kurumsal bir iş üretemedikleri görülmektedir. İslam’a yönelik en basit eleştirilerde ortalığı birbirine katan, adeta toplumsal bir linç ve paranoya oluşturan mütedeyyin kitleler, bu duyarlılığın onda birini dahi erkeklerin kadınlar ve çocuklar üzerinde kurdukları cinsel hegemonyaya karşı göstermemektedirler. Mağduru güç ve şiddet yoluyla düpedüz köleliğe zorlayan tecavüze karşı hukuk gücünün en üst ceza sınırlarını zorlaması; bırakın tahrik indirimini, sistematik işkence ve eziyetten ağır cezalar ön görmesi gerekirken, pek ”edepli” bakanlarımızın ülkesinde 13 yaşındaki bir çocuğun sistematik bir biçimde aylarca resmen satılması, tecavüze uğraması vb iğrençliklere tam on yıllık bir yargı müsameresinden şu karar çıkmakta: ”Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yeniden görülen N.Ç. davasında ‘rıza var’ dendi, sanıklara alt sınırdan ceza verildi”
Ey iman edenler! Hala utanmıyor musunuz?
Peki ya siz sayın Bakan! Bu karar sahiden yüzünüzü kızartıyor mu? Yoksa, ohh olsun ahlaksıza mı diyorsunuz?
Neye inanırsa inansın, var oluşunda ilahi bir adalet arayan başta bu ülke dindarlarının tablodan utanması gerekir. Zira bu ve benzeri kararlar ile bunu destekleyen tablolar asıl hakareti sizlere yapmakta ve size ”inancınızın bir kölelik ve tecavüz ahlakı” olduğunu söylemekte.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.