Cumhuriyetçiler ve sosyalistler arasında bir ittifak mümkün müdür? Bir süredir konuşulan ve tartışılan bir soru. Bu soruya cumhuriyetçilik, daha da özelleşen bir ifadeyle Kemalizm, olgusuna radikal bir itirazla maalesef ”hayır” diyeceğim. Soru, AKP gibi oldukça güçlü bir cepheye karşı ”ilerici” olmak kaydıyla cevap verilmesi ihtiyacından doğmaktadır. Her ne kadar pekala meşru bir noktadan/kaygıdan hareket edilse […]
Cumhuriyetçiler ve sosyalistler arasında bir ittifak mümkün müdür? Bir süredir konuşulan ve tartışılan bir soru. Bu soruya cumhuriyetçilik, daha da özelleşen bir ifadeyle Kemalizm, olgusuna radikal bir itirazla maalesef ”hayır” diyeceğim. Soru, AKP gibi oldukça güçlü bir cepheye karşı ”ilerici” olmak kaydıyla cevap verilmesi ihtiyacından doğmaktadır. Her ne kadar pekala meşru bir noktadan/kaygıdan hareket edilse de ”ilericilik valsinde” dansa davet ettiğimiz partnerin hem tarihsel hem de aktüel dinamikleri gerçekten buna uygun mudur? Daha açık bir ifadeyle, partnerimiz kavramın hakiki manası gereği ”ilericilik” vasfına sahiden sahip midir? Bundan da öte partnerimiz, ilericiliğin hem semantik bağlamı hem de neticesi çerçevesinde zorunlu kıldığı ”modernist” sıfatını hak etmekte midir?
Toplum-doğa, toplum-toplum ve toplum-birey ilişkilerinin niteliğine haiz bir sorgulama sistemi olarak telakki edilebilecek modernite, ortaya çıktığı dönemden bugüne değin insanlığın bilimsel, entelektüel ve felsefi düzlemdeki gelişmelerinin bileşkesidir. Merkezinde Tanrı ve mitik efsanelerin olduğu dünya tasavvurundan merkeze insanın ve rasyonel aklın geçtiği dünyevi tasavvura dönüşüm anlamına da gelen modernite, bu tanımıyla zorunlu biçimde, insanın aynı zamanda ”özneleşmesi” anlamına da gelmektedir. Özneleşmeyse, insanın kaderci-pasif bir varoluştan kurucu-dinamik bir varoluşa evrimleşmesidir. O halde, modernite bir tanımıyla insanın doğa ve evrene bakışında rasyonel-bilimsel aklın ve deneysel metodun yöntem olarak benimsenmesiyse; en az bunun kadar önemli ve değerli bir başka özelliği nedeniyle insanın, özneleşmesi yoluyla her türden tabu ve yasaktan özgürleşmesi anlamlarına da gelmektedir.
Konumuzla bağlantılı biçimde soracak olursak: Kemalist paradigma sahiden bilimi ve rasyonel aklı merkeze alıp insan ve toplumun özgürleşmesi hedefine sahip miydi? Bundan öte insanın ”özgürleşmesi” bahsinde hakiki bir kaygı gütmeyen bir ideolojik yapıya sahiden ”modernist” yahut benzer anlama gelmek kaydıyla ”ilerici” denebilir mi? İlk soru ”şüpheli” ikincisiyse kesinlikle ”hayır”dır. Bilindiği üzere Batılı anlamda kurumsallaşma, Osmanlı’da başta askeri alanda olmak üzere başlayan hareketlerin bir sonucudur. Osmanlı yönetici elitlerinin moderniteden anladığı, ekseri bir zihniyet dönüşümünden ziyade devlet aygıtının Avrupa benzeri kurumlar, uzmanlar ve personel vasıtasıyla dönüştürülmesiydi. Osmanlı yönetimi, toplumsal yaşamı ilgilendiren sosyo-iktisadi ve sosyo-kültürel ilişkilerin niteliği ile ilgilenmemekteydi. Buna karşın, toplumda yönetici elitlerin vizyonunu aşan bir dinamik oluşmaya başlamıştı. Özellikle gayrı müslümlerin tetiklediği entelektüel, siyasi ve kültürel bir dinamizm göze çarpmaktaydı. 1800’lü yıllara gelindiğinde devletin hemen her önemli vilayetinde, yabancıların da teşvik ettiği yetkin okullar, matbaalar ve basın yayın faaliyetleri başlamıştı. Bu faaliyetler birçok önemli siyasal dinamik oluşturduğu gibi, Osmanlı monarşisini Meşrutiyeti ilana zorlamış ve hemen ardından birçok farklı ve etkin siyasal parti kurulmasını sağlamıştır. Bugünkünden biraz daha geniş sınırlarda olmak kaydıyla, örneğin azınlıkların 1923’e değin 300’ye yakın gazete ve dergi çıkardığı bilinmektedir. Bunun yanında, 1923’e değin 40’a yakın ”kadın dergisi” çıkmıştır. Dönemin imkanları neticesinde, oldukça hareketli bir kültürel ve siyasal faaliyet olduğu vakıa’dır. Bu öyle bir faaliyettir ki, daha 1923 yılında ”kadın partisi” girişiminde bulunmuş; daha sonra dernekleşerek 1935 yılında Uluslararası Feminist Kongre toplanmasına vesile olmuştur. Cumhuriyetin ilanından sonraysa, hemen hemen tüm siyasi-kültürel faaliyetler, dernekler vs uzun süre yasaklanmış; açılmak istenen derneklerse üfürükten bahanelerle ya engellenmiş yahut kapatılmıştır. 1908’e gelindiğinde onlarca ”siyasi parti”yi ihtiva eden bir devlet varken 1923 sonrasında ise çok partili yaşama Cumhuriyetin ilanından 23 sene sonra geçildi. Kurulan partilerse siyasal tarih açısından ”muvazana partisi” olmaktan öte pek gidememiştir. Siyasal hayatsa, çok daha uzun bir süre fiiliyatta (elbette legal alanda) ölü vaziyettedir. Siyasal faaliyetlerin üzerinde oldukça ağır baskılar ve tecrit politikaları hakim olduğu gibi; basın-yayın ve kültürel faaliyetlerde de benzer baskılar devam etmektedir. Beri yandan, uygulanan katı-merkeziyetçi politikalar dönem dönem kanlı katliamlar ve operasyonlarla pekiştirilmekte; gayrı Türklerin asimilasyonu ve tecridi bugün bile hissedilen bir biçimde sürmektedir. Özellikle şu maddeleri açalım:
Laiklik meselesi: Osmanlı devlet aygıtı, kendi koşulları itibariyle dahi şeriat rejimi değildi. Halifeliğin krallık tekeline alınması, dinsel olmaktan ziyade siyasal bir kaygıyı angaje eden bir uygulama olduğu gibi, Osmanlı devlet sisteminde hiçbir zaman Avrupa’da olduğu gibi bir siyasal ve iktisadi nitelik kazanmış ruhban hiyerarşisi ve kurumsallığı oluş(a)mamıştı. Hilafet makamı Cumhuriyetle birlikte lağvedilir edilmesine de, gerek o dönemde gerekse bugün hemen hiçbir laik ülkede olmadığı haliyle bir Din İşleri Bakanlığı kurulur. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıysa, her türden ”siyasallaşmanın engellenmesi” düsturuyla yapıldığı gibi yaygın propagandanın aksine esas darbeyi Alevi-Bektaşi kimliğine vurmuştur. Yeni rejim, daha da beteri bir şey yapar: Osmanlı’dan beri eğitimli kadınların epeyi bilincinde oldukları ”kadın hareketinin özgün gelişimini” ketler! Dönemin erkek seçkinleri ve yazarları, kimilerinin yıllar sonra utanacağı yayınlarla kadınları aşağılar. Prof. Dr. Fatmagül Berktay Kadınların İnsan Haklarının Gelişimi ve Türkiye makalesinde , birtakım olumlu niteliklerin hakkını vermekle birlikte şöyle der: ”Ancak, madalyonun öbür yanını hep hatırda tutmak ve özellikle tek parti döneminin otoriter niteliğinin ve ‘yeni kadın’ı kendi amaçları için biçimlendirip dizginlemek istemesinin, özerk bir kadın kimliği yaratılmasını ve özerk bir kadın hareketinin oluşmasını engellediğini belirtmek gerekir. Kemalist iktidarın kadınlara karşı paternalist korumacılığı, kentli orta sınıf kadınlarına yeni olanaklar ve fırsatlar tanımakla birlikte, aynı zamanda onların siyasal ve toplumsal inisiyatiflerini kısıtladı ve bağımsız hareket etme yeteneklerini sınırlandırdı. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti’nin “yeni kadın” kalıbını belirlemeye girişenler kendilerine ‘Yeni Adam’ adını verseler bile, hiç de yeni olmayan bir erkek profili çiziyorlardı ve burada asıl ilginç olan, Batıcı/modernleşmeci erkekler ile gelenekselciler arasında fazla bir fark olmamasıydı.” Şu haliyle Kemalist entelijansiya hem kendi döneminde hem de bugün bile Kadın Hareketleri ve feminist örgütlerden oldukça geri bir siyasal duruşa sahip olduğunu ifade edebiliriz. Birtakım hukuki değişimler bir yana, entelejansiyamız gerçekte ne hakiki bir laiklik tasavvuruna sahipti ne de aydınlanmacı bir laiklik hassasiyetine.
Devlet-toplum ilişkisi ve siyasal partiler
Kemalist paradigmanın Osmanlı meşrutiyetinden bile daha geriye düştüğü bir alandır bu. Örneğin Fikret Başkaya, Türkiye’deki siyasal yaşam ve partilerin ”muvazaa partileri” olduğu ve kavramın yine hakiki anlamıyla parti vasfına sahip olmadıklarını söyler. Her 20 yılda bir darbe olup askeri-hukuki bürokrasinin siyasal yaşamı kontrolü altında tuttuğu bir siyasal düzleme ”demokrasi” yahut ”parlamenter sistem” denebilir miydi? Tek parti dönemini anlatmaya bile gerek yok. Olağanüstü şartlar gerekçesiyle, tüm toplum açık cezaevi şartlarında yaşamaya mahkum edildi. Özellikle doğu vilayetlerinde on binleri bulan kitle kırımları, bölgeye özel ”düşman ceza hukuku” uygulamalarını Kürtler bugün dahi derin travmalarla hatırlar. Gayrimüslimler üzerindeki provokasyonlar, gayrı nizami harpler de cabası. Birçok yazarın, Hrant’ın katlinin 6-7 Eylül ve Varlık Vergisi silsilesi şeklinde süren operasyonların devamı olduğuna dair görüşü oldukça sarihtir. Cumhuriyetçi klikler, bu lanetli ”miras”ın hemen hepsini ret ve inkar ederler. Hatırlayalım: AKP’nin oldukça popülist ”Dersim çıkışı”na, Yeni olduğu söylenen CHP’den o günlerde ”ırkçılık ötesi” tepkiler gelmişti. Azınlık vakıfları, Cumhuriyetçiler için Kürtlerden dahi daha tevekkeli bir tabudur. Kürt sorunundaki savaş olgusunun tetiklemesiyle, Kürt realitesine bakış da oldukça sıkıntılıdır. Bu konuda AKP’yi bile ”aşamayan” bir cepheden bahsediyoruz.
Kemalizm bir kopuş mudur?
Kopuşu geçtim, verdiğimiz örnekler göstermektedir ki eskisinden bile daha katı, merkeziyetçi bir ideolojik konumlanıştır. Geçmiş dönemde sol entelijansiyaya da sinen yanılgıları, etki gücü ve Sovyet bloğunun çekim alanıyla ”sol cepheyle” kısmi yakınlaşmalar kurulması vakıa olsa dahi; bu ittifakın ”yıkılması” hususunda sevgili Ferda Koç‘tan farklı düşünmekteyim. Bu mesele bir yanıyla, daha en başından sakat doğmuş bir ittifak olup sonraki yıllardaki seyri neredeyse mukadder bir sondu. Sosyalist devrimci hareketlerle zaman zaman ortak hareket eden bu kitleler, asıl ”parti”nin iktidarı güçlü bir şekilde devralmasıyla bir yerde öze dönüş de denebilecek bir süreci yaşadılar. Bu kitle, daha 1970’lerden itibaren gerçek karakterini ortaya koymaya başlamış; birçok ”grev kırımında ve ihbarda” bulunmuştur. 70’li yıllardan itibaren sol-sosyalist cephenin radikalleşmesiyle bu kitlenin asıl mevzisine yaklaşması eş güdümlü bir şekilde vuku bulmuştur. Özellikle Aydınlık Hareketi çevresinde gruplaşan bu kitlelerin ”ihbarcılığı” hangi boyutlara çektikleri bilinmiyor mu? Aydınlık hareketinin bugünkü karikatürleşen durumu kimseyi aldatmasın: Bu gelenek, birçok açıdan CHP’nin ”makyajsız” halidir.
Netice yerine
Bu kitleyle hangi ”düzlemde” bir ittifak kurulacaktır? Koskoca karanlık bir tarihi, en spekülatif yanlarını geçtim, en aşina katliamlarını dahi sahiplenen; birçok açıdan AKP gibi bir sağ partinin dahi sağında konumlanabilen ve sosyal demokrat olmayı geçtim, asgari ”demokrat” olduğundan dahi oldukça şüpheli koca bir kitleyle neyin üzerinde ittifak edebiliriz? Laiklik meselesini ”türban fobisinden” ibaret gören ve özünde pekala patriarkal ulusalcı bir harekete ”ilerici” vasfı yüklemek o kadar kolay mı sahiden? Cumhuriyet’in ”kazanımları” bahsinde, resmi tarihin yanılsamalarına müspetlik atfetmekle bugünün ”yetmez ama evetçilerinin” “AKP’nin ‘kazanımları” yanlışına düşmüş olmuyor muyuz? Doğruya doğru: Kürt’e ilk defa Kürt diyerek ”tasfiyeci ve aksak-köstek de olsa müzakereci” bir anlayışa sahip AKP bugünün ulusalcılarından dahi ”ilerici” görülemez mi bu bağlamda? Sözün özü, ileri demokrasi havariliğinde AKP’ye niçin itiraz ediyorsak; Cumhuriyet’in ”kazanımları” ile atfedilen ”ilericilik-modernlik” vasıflarında da Cumhuriyetçi bloğa ve resmi tarihe aynı sebeple itiraz ediyoruz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.