Açlık grevi, belki de yeryüzündeki en pasif, bir o kadar da etkili eylem biçimidir. Çünkü son noktadır, yapacak bir şey kalmadığından insanlar ölüme yatar. Çok başvurulan bir yöntem olduğunda, etkili bir mücadele silahı olma niteliğini yitirir; aşınır; hak kazanımını imkansız hale getirir. Buna diyecek bir şey yok. Ama söylenmesi gereken başka şeyler var. Kemal Burkay, […]
Açlık grevi, belki de yeryüzündeki en pasif, bir o kadar da etkili eylem biçimidir. Çünkü son noktadır, yapacak bir şey kalmadığından insanlar ölüme yatar. Çok başvurulan bir yöntem olduğunda, etkili bir mücadele silahı olma niteliğini yitirir; aşınır; hak kazanımını imkansız hale getirir. Buna diyecek bir şey yok. Ama söylenmesi gereken başka şeyler var.
Kemal Burkay, Açlık Grevi ve Ölüm Orucu Üzerine # başlıklı yazısında açlık grevlerinin iki yönden ele alınması gerektiğini söylüyor: “Bir yanı insanları böylesi riskli, ağır bir eyleme sürükleyen nedenler, diğeri koşulların böyle bir eyleme uygun düşüp düşmediği.”
Yöntemine bir itirazım yok, ancak peşinden gelen şu tümceler çarpıcı: “Ben öteden beri açlık grevlerine olur olmaz başvurulmasına karşıyım. Hele bunların ölüm orucuna çevrilmesine, sonuçta insanların hayatlarını yitirmelerine, ölmeseler bile, ruhsal ve fiziksel sakatlanmasına yol açacağı için, karşıyım.”
AKP’nin belki de en başarılı olduğu şeylerden biri, devşirme becerisi. Türk solundan devşirilen sol-liberallerden epey yararlandı AKP. Özellikle anayasa referandumunda. Bir süre önce de Kemal Burkay’ı ülkeye davet ederek Kürtlerden devşirme çabası içinde girdi. Burkay’ın, yaşanan açlık grevini “olur olmaz başvurulan” bir şey gibi göstermesi, en hafif ifadesiyle iki yönden cahilliktir: Birincisi, Türkiye’deki meseleleri azıcık takip eden insan bile, Kürt tutsakların bu aracı pek kullanmadığını bilir. İkincisi, AKP, Kürt sorununda topyekün savaşa yönelirken bunu iddia etmek ise cahillik değil sahtekârlıktır. Neden mi?
Kemal Burkay, yaşanan açlık grevlerinin taleplerinin “meşru”, hatta ana dilde savunma hakkının “ekmek ve su kadar helal bir hak” olduğunu belirtiyor. “Ancak” diyor “bu talebi dile getirmenin, uzun süreli açlık grevinin ötesinde başka yolu ya da yolları yok mudur? Bu yüzlerce siyasi tutuklunun hayatını riske sokarak, onları ölüme sürükleyerek mi sağlanabilir?”
Önerilerini sıralıyor: “Kitlelerin bir talebi haline getirmek, Kürtlerin parlamentodaki temsilcileri eliyle taleplerini ileri sürmek, kitlesel yürüyüş ve mitinglerle duyurmak vb…”
Gerekçesini sunuyor: “Türk kamuoyu, medyası ve siyasi çevreleriyle henüz böyle bir talebi karşılamak için olgunlaşmış ve harekete hazır değil. O bir yana, Kürt kamuoyu da bu alanda henüz yeterince hazır ve hareketli değil. (…) 40 gündür süren ve yüzlerce tutuklunun katıldığı bu açlık grevine rağmen, işin, bu insanların sağlığı ve hayatı bakımından riskli, tehlikeli bir aşamaya vardığı son birkaç güne kadar yazılı ve görsel medyada hiçbir yankısı yok. Toplumun ezici çoğunluğunun açlık grevinden, ölüm orucundan adeta haberi bile yok.”
Hızını alamıyor ve devletin diliyle konuşarak belden aşağı vuruyor: “Başkaları onları, ajite ederek böylesine bir ‘feda’ eylemine yöneltiyor. (…) “Öcalan önemli de bütün bu insanlar önemsiz mi? Onların hayatının hiç mi değeri yok?”
“Sayın” Burkay! Elbette her devrimcinin, her insanın hayatı çok değerlidir. Siz, açlık grevindekilerin ajiteyle eyleme gönderildiklerini düşünüyorsunuz; ama eminim onlar, Ceylan Önkol’u, Uğur Kaymaz’ı, Uludere’deki çocukları, Emanet Eneş’i düşünüyorlardır…
Siz “hükümetin tutumunun sertleşmesi” olarak nitelendirdiğiniz sürecin nedenini, “BDP’nin TBMM’yi boykot etmesi“ne bağlıyorsunuz; ama eminim onlar, artık kimse ölmesin diye kendi ölümlerini mecbur görüyorlardır…
Bir de şu var ki, anlamak mümkün değil. Madem talepler haklı, çağrıyı neden açlık grevi eylemcilerine yapıyorsunuz?# Tutumunuz, taleplerin haklılığı ve meşruluğu için çabalamak ve insanları açlık grevi yapmak zorunda bırakan faşist devletle mücadele etmek olması gerekmez mi?
Hiç açlık grevindeki bir insanı gördünüz mü? Belki Türkiye’den uzak geçen yıllarınızda tanık olmamışsınızdır…
1996 yılındaki açlık grevlerinde bazı arkadaşlarımı kaybettim… En zoru da Eskişehir’deyken yurttan arkadaşım Hicabi’nin ölümüydü… Ailesi, cenazesini bile sahiplenememişti…
Parça parça ölüyor insan; kan kusuyor…
Çığlık çığlığa susmak zorunda kalıyor insan yüzlerine bakarken; diyemiyor sizin gibi “bırakın şu eylemi!” diye…
Çünkü vicdan denen şey, haklının yanında yer almayı gerektiriyor; hakemlik yapmayı değil…
Şakası da yok, geri dönüşü de…
Onlar içeride parça parça ölürken; insanlık bütün bütün çürüyor dışarıda…
Birileri ölümüne acı çekerken, birileri kendine yaşam alanı açma telaşına düşüyor…
Siparişle getirilenler, gönüllere taht kurmaya çalışıyor fırsattan istifade…
Asıl oyuncular tecrite gömülüyor; yedek lastikler sahte kostümlerle sahneye şutlanıyor… Stepneler rol çalmaya çalışıyor…
Katlederek hayat topluyor ileri demokrasi kuvvetleri…
Zarar ziyan kayıtları düşülüyor bir bir yaşamlara…
1984’te 4 kişi… 1996’da 12 kişi…1999’da 122 kişi… 2012’de bilinmiyor; ama 50’li günlere geldik…
Çanlar onlar için değil, bizim için çalışıyor asıl… İnsanlığımız için…
Anlamadığınız, anlamak istemediğiniz şey; en temel hakları için bile bu ülkede birilerinin ölmek zorunda kalıyor olması…
İnsanlığı, insanlardan ayırt eden şey, acıya duyarsız kalıp kalmayacağınızdır… Çünkü sol, toplumun vicdanıdır…
Ama vicdanı olmayan ve ilkelerine ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini de yitiriyor; yolunu kaybediyor…
Hani diyor ya Özdemir Asaf, “ben gülüşüne öldüm, o ölüşüme güldü; farklıydık işte” diye…
Böyle bir fark oluyor işte…