Dünya Ekonomik Formu’nun gelişmişlik ve özellikle de cinsiyet eşitliğine ilişkin ülkemizi ilgilendiren verilerine baktığımızda kadınlar olarak pek de şaşkınlık yaşamıyoruz. Çünkü biz argo deyimle, malımızı biliyoruz. Ekonomik göstergeleriyle büyüyen Türkiye’nin, aslında emperyalist pazar değerleriyle büyürken kendi halkını; kadını, erkeği, gençliği ne derece bir ezilmişlik, ne derece bir soygun ve şiddet sarmalında öğüttüğünü biliyoruz. Anlıyoruz ki,büyüyen […]
Dünya Ekonomik Formu’nun gelişmişlik ve özellikle de cinsiyet eşitliğine ilişkin ülkemizi ilgilendiren verilerine baktığımızda kadınlar olarak pek de şaşkınlık yaşamıyoruz. Çünkü biz argo deyimle, malımızı biliyoruz. Ekonomik göstergeleriyle büyüyen Türkiye’nin, aslında emperyalist pazar değerleriyle büyürken kendi halkını; kadını, erkeği, gençliği ne derece bir ezilmişlik, ne derece bir soygun ve şiddet sarmalında öğüttüğünü biliyoruz. Anlıyoruz ki,büyüyen Türkiye dedikleri, küçülen bu ülkenin içinde o yükü taşıyanlar oluyor.
Biz kadınları ilgilendiren en önemli göstergelerden birinin söz konusu cinsiyet eşitliği raporunda 135 ülke arasında Türkiye’nin 124.sırada gözükmesidir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin ise özellikle çalışma koşulları açısından rakamlara İLO verileri esas alındığı için çok öfkelenmişti. Dünya Ekonomik Forumu Raporu’na göre çalışabilir her 100 kadının 22’si ancak iş yaşamına dâhil. Bakan, özellikle buna itiraz ediyor. Bakana göre bu oran %30’a çıkmış… Oysa yurt içi veya yurt dışı verilere esas olan kaynak devletin resmi kurumlarının verileridir. Ayrıca rakamların ötesinde bir de kılavuz istemeyen, görünen köy var karşımızda:
Sosyal hayatın içinde kadınlarımızın çalışma hayatının dışında nasıl kaldığını, işsizlikte bunalanların enformel, kayıt dışı alanlara nasıl sürüklendiğini biliyor, görüyoruz.
Cinsiyet açısından toplumsal üretimin dışında kalmak aslında, toplumun her alanında eşitlik ölçümünde en dipte olmayı doğurmaktadır. Eşitsizlik göstergelerinde ise genel olarak kadının durduğu yer onun sosyal açıdan bir tür hapishanesi olan “ev”dir. Evde olma işsiz olma, evde olma çocuk-mutfak-temizlik işleri çemberine sıkışıp kalma, evde olma okullarda olmama, evde olma erkeklerin çalıştığı işyerlerinden uzak olma, evde olma erkek egemen ilişkilerin hüküm sürdüğü özel, resmi, sivil… her tür kurumlardan uzak kalma vs. vs… Ve evde olma küçük bir dünyanın içinde, kadın için hükmedilen bir nesne olma sonucunu doğurmaktadır ki, biz bunun kadın için bitmez tükenmez bir şiddete dönüştüğünü her gün ortaya çıkan sonuçlardan da anlamaktayız.
2008 yılında o zaman Psikiyatri Derneği Genel Başkanı olan Dr. Şeref Özer, “Milyonlarca kadın için ‘ev’, şiddetin en yoğun ve o derece gizli yaşandığı mekandır” diyerek, kadınların eğitim düzeyi düştükçe fiziki olarak şiddet görme oranının da yükseldiğini belirtmektedir. Bu bağlamda şunu söylemek pek ala mümkün: Toplumsal üretim ilişkisinin aktif üretim alanında bulunmak yani dışarıda bir işte çalışmak haliyle kadının kendisine süreç içerisinde toplumsal açıdan özne olabilme, ev içi ilişkilerde, çocuklarına ve geleceğine ilişkin kararlarda etkin olma özelliğini de sağlamaktadır. Dolayısıyla kadına yönelik şiddetin en çok uygulandığı ev ortamı, kadın için sosyal hapishane olmaktan kurtarıldığı ölçüde evdeki erkek şiddeti de o ölçüde gerilemiş olacaktır.
Düzeyi ve dozajı ne olursa olsun evdeki şiddetin bahaneleri kimi alan araştırmaları sonucuna göre de bildiğimiz türden; Yemeğin iyi pişmemiş olması, yemeğin lezzetli olmaması, çocuğun babaya benzememesi, kocanın eve geldiğinde eşinin komşuda olması, ütünün yapılmamış olması, kapının geç açılmış olması, erkeğin tuttuğu takımın yenilmesi, sobanın yanmaması,erkeğin işsiz kalması, kadının evin ihtiyaçları için para talep etmesi, çalışmak istemesi,
telefonda uzun konuşması, kendine giysi alması, yatakta sırtını dönmesi… Bu örneklere eminim ki kadınlar daha çok sayıda örnek ekleyebilirler. Çocukluğumda babamın annemi bir tartışması sırasında sopayla dövdüğünü asla unutamam.
Kadının yaşadığı tek alan ev olup, kadın da ekonomik olarak erkeğe bağlı olunca dayak için; öldürmeye, yaralamaya, tecavüze, evden atmaya kadar uzanan şiddetin nesnel zemini de kadın için hazır demektir. Hiç okula gitmeyen, okula gidip de eğitimini iş sahibi olma aşamasına kadar sürdüremeyen, küçük yaşta evlendirilen, çocuk bakımına ve ev işlerine mahkûm olan, işsiz kalan; tüm bunlara rağmen sosyal statü sınırlarını kendi çapında az buçuk da olsa zorlayan kadınlar erkek egemen ilişkilerin bir göstergesi olan erkek şiddetiyle yüz yüze gelmektedirler.
Neyse ki kadınlarımız tarafından “erkek bu sever de döver de” denilerek sindirilmiş, sıradan bir davranış olarak algılanan özellikle ev içi şiddeti, bulunduğumuz her yerden görme olanağına sahibiz. Şiddeti görme ve teşhir etmede kadın örgütlerinin çok büyük rolü olduğunu kimse yadsıyamaz. Özellikle son yıllarda bu konuda çok şey gelişti ve değişti. Emekçiler olarak başka alanlarda kaybettiklerimize rağmen, kadın sorunu ve kadın hakları konusunda daha bilinçli ve ne yapacağını daha iyi bilen bir konumda oluşumuz sevindirici.
Her sınıf ve katmandan irili-ufaklı onlarca kadın hareketi bugün artık şiddete uğrayan kadınların günlük, aylık çetelesini tutuyor olup, bunu birlikte beyan etmesi, kadın cinayetlerine, tacize, tecavüze karşı her yerden ayağa kalkması, mahkeme kapılarında tanımadıkları kadınların davalarına desteğe koşması 25 Kasım Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Gününü bizim için daha anlamlı kılıyor. Çünkü içinde devlet şiddetini de barındıran erkek egemen kapitalist düzen şiddetini teşhir için artık sadece 25 Kasım’ ı beklemiyor. Kadın kimliğine yönelik her saldırıyı 25 Kasım gibi algılıyor olmamız bu konuda doğru şeyler yaptığımızı da gösteriyor. Aynı yolda ilerledikçe evde, sokakta, işte ve hayatın her alanında ezilen, şiddet gören bütün kadınlar, bugün “şiddet” olarak algılamadıkları zor ve tahakküm yönteminin karşısında kuşkusuz daha duyarlı hale gelecek, daha bilinçlice hareket edebileceklerdir.