Yaşamın içindeki acılara teselli için çoğu kez “zaman acının ilacıdır” derler. Zaman, kimi acıları kendine dolayarak aktığı yöne doğru sürüklerken, aşındırarak, acının keskin ucunu törpüleyip, yaşamın başka dinamik unsurları ve renkleriyle yoğurarak dönüştürür. Yalnız öyle acılar vardır ki zamanın kendini sürüklemek istediği yöne karşı var gücüyle direnir. Zaman önünden seller-sular gibi akarken acının kendisi dimdik […]
Yaşamın içindeki acılara teselli için çoğu kez “zaman acının ilacıdır” derler. Zaman, kimi acıları kendine dolayarak aktığı yöne doğru sürüklerken, aşındırarak, acının keskin ucunu törpüleyip, yaşamın başka dinamik unsurları ve renkleriyle yoğurarak dönüştürür. Yalnız öyle acılar vardır ki zamanın kendini sürüklemek istediği yöne karşı var gücüyle direnir. Zaman önünden seller-sular gibi akarken acının kendisi dimdik yerindedir. Tarih onu yenememiş, yere serememiştir. Acının içeriği zamanla uzlaşmaz karşıtlık içindedir adeta. Kendine özgüdür, acıların içinde özel bir acıdır o.
Belki de “zaman acının ilacıdır” söz kalıbının oluştuğu dönemde her acının dokunulabilir, elle tutulur bir nesnesi vardı. Zalimlerin zulmü çağlar boyu ilerleyip derinleştikçe zamana tutunamayacak, zaman karşısında tarifsiz acıları ortaya çıkaracaktı. İşte 20. ve 21.yüzyılın sömürücü zalimlerinin insanlık onurunu ezdirmeyenlere karşı uyguladığı gözaltında kaybetme politikası, tarifsiz derin acıların en başında gelenidir. Kayıp evlat, kayıp eş, kayıp ana-baba, kayıp kardeş acısı… Acı bu noktada artık konacak bir dal bulamayan yitik ve tarifsiz, huzursuz bir duygu yoğunluğudur. Konacağı yer tutunacağı dalı olmayan kör acı, kayıp acısı! ‘Kayıp’ı, kayıp olmaktan çıkarmak büyük bir umut yolculuğudur. Kayıp bulunmaz, yolculuk bitmez, umut tükenmez… Acı ise tüm bunların bileşimi olarak hep tazedir. Onlarca yıl geçer. Damlayan yıllar asra dönüşür. Toprak altında bulunan bir kemikten bile umutlanmak kayıp acısı taşıyanın yaşam şeklidir. Uykuları karabasanlara belenir. Rüyalarında ‘kayıp’ını bulacağı anda durum başkalaşır. Uykuları bölünür. Geceler sabah, sabahlar akşam olmaz. Her olaya, her habere kulağı deliktir kayıp yakınının. Yediği yemek, içtiği su gibi hayatı da tatsızdır. Her umutsuzluk anı aslında yeni bir umuda koşmak için aralanan bir kapı misalidir. Yıllar onu eskitir. O acıyı eskitemez. Eskimez kayıp acısı. Çünkü acısı kimliksiz, çünkü acının zamanı ve yeri belirsizdir. O yüzden uslanmaz zamanın suyunda, girmez zamanın koynuna. Cumartesi insanlarının her yerden duyulan, söylenen her söze karışan sesi Bunun için her haftanın cumartesi gününde Galatasaray Meydanı’ndan bıkmadan usanmadan seslenir cumartesi anaları/insanları. Yüreklerindeki kayıp acısı; Arjantin’de, Şili’de Kolombiya’da, Filipinler’de ve emperyalist zulmün ezilenler karşısında çaresizleştiği daha nice direniş mevzisindeki kayıp acısının aynısıdır. Bir bakıma dünyanın neresinde olursa olsun yavrusu kaybedilmiş bir ananın gözlerindeki anlam her yerde aynıdır. Galatasaray’da kayıplarını arayan ananın gözlerinde aynı zamanda Plaza de Mayo annesinin bakışlarını görürsünüz. Plaza de Mayo Meydanında oturan ananın gözlerinde de Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak’ın, Ayhan Efeoğlu’nun babası Osman Efeoğlu’nın bakışlarını görürsünüz. Gözaltında kaybetme ezilenlerin onurlu direnişine karşı tahammülsüzlüğün bir ürünü olarak hep vardı. Dün Sabahattin Ali’yi kaybetmenin mantığı ne ise bugün de aynısı geçerlidir. 12 Eylül faşizmi de bu yöntemi kullanmakta bir sakınca görmedi. Karakollara, siyasi şubelere girdiği bilinen ilerici devrimci, yurtsever yüzlerce insan (İHD Kaynaklarına göre 543 kişi kayıp, kayıp başvurusu yapmayanların sayısı ise bilinmiyor) hala kayıp. Devrimcilerin ve yurtseverlerin yeniden toparlanıp mücadeleyi yükseltmeye başladığı 90’lı yılların başından itibaren gözaltında kayıp etme, siyasi şubelerde sorguya alınan devrimcilere karşı hep bir tehdit olarak sunulan şey, daha sıkça gerçeğe dönüştü. Yakınları kaybedilenleri buluşturan acı da bu oldu. Önce emniyet müdürlüklerinin, karakolların, valiliklerin, bakanlıkların, Meclisin kapısına giderken buluşurlar; dertlerini anlatmak için gazete ve televizyon kapılarını aşındırırlardı. Yakınlarından bir iz, bir ipucu elde etmek için morglar, mezarlıklar, ormanlık alanlar, çöplükler onların ağıtlarına tanık oldu. Ne kadar zaman geçti, ne kadar çok yere başvurdularsa başvurdular içlerinde sönmeyen, taze kalan tek şey acılarının her zaman sıcak ve taze oluşuydu ortak noktaları. Ortak acıları onları yaşamın birçok noktasında da ortak kıldı. Her güne bitmeyen bir umutla, bir iz, bir haber alma inancıyla başladılar. Gazete ve televizyon haberlerine yakınlarından kalan bir kalıntıya ulaştıracak ışığı bulabilmek için yaklaştılar. Uykularından yaşadıklarının bir rüyadan ibaret olması dileğiyle uyandılar. Hayatta olmaları yanında en büyük ortaklıkları hayatın en tarifsiz acısını paylaşıyor olmalarıydı. Onun için orta bir yerde, orta bir meydanda buluşmaları acının doğal bir sonucu gibiydi. Her hafta orada oturup, kamuoyuna, basına, yoldan gelip geçenlere seslenerek yakınlarının akıbetini sormaları, sorumluları teşhir etmeleri bundandı. Ama kaybedenler dün olduğu gibi yine korkaktı. Kaybedilenin varlığına tahammül etmediği gibi, kaybını arayanın acısına da tahammülü yoktu. Saldırıya uğradılar, coplandı ve yerlerde sürüklendiler, gözaltına alındılar, tehdit edildiler. Tehditler onları yıldırmadı. Kaybedecek bir şeyleri yoktu kayıplarını bulma umudunu sürdürmekten başka. Gerçek olan her şeyin farklı şekillerde algılanan bir yansısı olduğu gibi, kayıplar gerçeğinde de bu böyledir. Belgesel ve kurgusal sinema, öykü, roman, tiyatro dallarında siyasi kayıplarla ilgili yapıtlar ortaya çıktı ve çıkacaktır da. Cumartesi Anneleri üzerine şiirler yazılıp, şarkılar bestelenmesi de bundandır. Cumartesi insanları ise her hafta kaldığı yerden seslenmeye, her hafta kayıplar gerçeğini göz önünde tutmaya devam ediyor. Kayıpları arama mücadelesi 1995 yılında Kayıplarla Uluslararası Mücadele Komitesi’ni ortaya çıkartı. Kısa adı ICAD olan komite, ülkemizde kaybedilenlerin başta Avrupa olmak üzere Amerika ve Aysa kıtasındaki çeşitli ülkelerdeki kamuoyuna duyurulmasında düzenlediği kurultaylarla önemli rol üstlendi. Ülkemizde düzenlediği etkinliklerde de kayıplara ilişkin arayışın sürdürülmesinde izlenecek yol ve yöntemlerin koordinasyonunda etkili oldu. Bugün ise kayıp yakınları İHD bünyesindeki Gözaltında Kayıplara Karşı Mücadele Komisyonu organizatörlüğünde direnişlerini sürdürüyorlar. Ki meydandan yükselen ses bu günlerde 24 Kasım Cumartesi günü 400’üncü haftasına erişiyor. Hasan Ocak’ın 21 Mart 1995’de gözaltına alınıp kaybedilmesinden sonra Ocak ailesinin arayışı aynı yılın mayıs ayında Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemine de dönüşmüştü. Ocak ailesi o günden bu yana meydanda yankılanan sesin içinde yer aldı. 400’üncü haftasına gelinen süreci gözaltında işkenceyle öldürülüp kaybedilen Hasan Ocak’ın ağabeyi Ali Ocak ve kardeşi Maside Ocak’la değerlendirdik…- Hatice Eroğlu Akdoğan |
-Kayıp yakınlarını alanlarda oluşlarıyla birlikte uzun yıllar öncesinden tanıyoruz. Günümüz gençliğinin bilmesi açısından Galatasaray Meydanı’nda oturma noktasına nasıl gelindiğini belirtir misiniz?
Ali Ocak: Sadece kayıplar açısından değil, herhangi bir sorunu da öncelikle toplumsal açıdan görünür hale getirmek gerekiyor. Bunun için ise bir ayağın sokakta olması gerek. Dolayısıyla Hasan kaybedildiğinde, bundan önceki kayıpların da karanlık dehlizlerde kaybolmaması için görünür hale getirmek zorunluydu. Gerek ailenin bütün bireyleri, gerekse arkadaşları, ülkenin dört bir yanında sokağa yönelerek, toplumun tüm örgütlü kesimlerine sendikalara, partilere, derneklere, barolara da taşıyıp kendi gündemlerine almaları sağlandı. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Mersin gibi büyük kentlerde bu kurumlarla birlikte devletin böylesine kirli politikasına karşı, yapılan gösterilerle duyarlık sağlanmaya çalışıldı. Bu, dar bir çevrenin, dar bir siyasalın, dar bir organizasyonun sorunu değildi. Aslında her toplumsal sorunda genciliğin, işçilerin, kadınların sorunlarında da bugün böyle davranmak, birlikte hareket etmek gerekiyor ki görünür olsun. Galatasaray’da oturmak da kayıplar gerçeğini toplumsal açıdan görünür kılmanın bir yoluydu.
Maside Ocak: Şimdi gözaltında kaybetme uzun yıllardan beri uygulanan bir yöntem. Ama 90’lı yıllarda, 87’de, 88’de İHD gözaltında kayıplarla ilgili bir çalışma yapmıştı. Ama fazla yankılanmamıştı. Yine 90’lı yıllarda Ayhan Efeoğlu ve Ali Efeoğlu kardeşlerin kaybedilmesi; yine Hüseyin Toraman’ın kaybedilmesi sırasında da kampanyalar düzenlenmiş, eylemler yapılmıştı ama yine büyük bir birliktelik sergilenmemişti. 1994 Aralığında kaybedilen İsmail Bahçeci için eylemlilikler yapılmıştı. Tabi burada biraz da şu vardı: Bu eylemliliklerin veya kampanyaların belki hayatta geniş yankı bulamamasının bir nedeni de birlikte olunamamasından kaynaklıydı. 21 Mart 1995’de biz Hasan’ın kaybedilmesinden sonra şunu istedik: Hasan gözaltında kaybedilen ilk insan değildi. Ama biz Hasan’ın gözaltında kaybedilen son insan olmasını istedik. Ve büyük bir kampanya başlattık. Bu kampanyada sadece Hasan’ın resmini taşımadık. Biz tüm gözaltında kaybedilen insanlarımızı istiyoruz dedik. Ve Hasan’ın yanında “Hasanı sağ aldınız sağ istiyoruz” derken tüm kayıplar için yola çıktık. Tabi bu kampanyamız sırasında özellikle diğer kayıp yakınlarının bizimle birlikte olması, bizimle birlikte hareket etmiş olmaları ve sonrasında Hasan’ı bulmamız ve ardından Rıdvan’ın cenazesine ulaşmamız bizi Plaza De Mayo anneleri gibi bir araya gelerek bir şeyler yapmamız sonucuna götürdü. Hasan ve Rıdvan’ın cenazelerinden sonra 27 Mayıs 1995’te ilk kez Galatasaray Lisesi önünde oturduk. İlk oturmamızda yaklaşık otuz kişiydik. Dört ya da beş kayıp yakınıydık ve aydınların, sanatçıların insan hakları savunucularının da aramızda oturduğu otuz kişilik bir gruptuk. Dört-beş haftamız böyle geçmiş olsa da sonraki haftalarda Galatasaray’da binlerce kişiyle oturma eylemi yaptık. Biz bu ülkede kayıpların son bulmasını istiyorduk. Oturma eylemine başladığımızda kayıplarımızın listesini istiyorduk ama kaybedenlerin de listesini istiyorduk.
Şöyle can alıcı bir yan vardı: ’94 Mart’ından ’95 Mart’ına kadar İHD’ye yapılan başvurulara göre, 494 kişi gözaltında kaybedilmişti bu bir yıl içerisinde. 1995’te bizim oturma eylemimizin başlamasından sonra, devletin gözaltında kaybetme politikası teşhir edildikten sonra yavaş yavaş gözaltında kaybetme olayları bitti diyebiliriz. ’98-99’a geldiğimizde; 99’da sadece 4 kişi gözaltında kaybedilmişti. Bu bizim için çok büyük bir başarıydı. Bizim en büyük kazanımımızdı bu Galatasaray’da. Şöyle ki, gözaltına alınan ve gözaltından çıkan insanlar Galatasaray’a geliyorlardı. Ve annelerimizin ellerini öpüyorlardı. “Siz burada oturuyor olmasaydınız bizi gözaltında kaybedeceklerdi” diye. Bir gün bir anne geldi ve Galatasaray’da tüm annelere sarıldı. Ben sizi anlamamışım, ben oğlumu sordum, polisler bana dedi ki, “oğlunu kaybedecektik ama sen cumartesi annelerine dua et. Biz oğlunu kaybedelim de sen git cumartesi anası ol değil mi?” gibi şeyler de oldu. Tabii bu bizi çok mutlu eden şeylerdendi. Belki orada yağmurda kaldık, ıslandık coplandık. Kurt köpekleriyle saldırdılar üstümüze ama bir yanımız her ne kadar kaybettiğimiz sevdiğimizle buruk olsa da diğer taraftan başka insanları yaşatmış olmanın sevincini de yaşadık Galatasaray’da. Birçok insana göre Galatasaray bir acı duvarı ama kayıp yakınlarına göre orası acılarını dillendirdikleri yer değil aslında! Bu hep böyle görüldü. “Cumartesi Anneleri acılarını paylaşmak için Galatasaray’da toplandılar” diye haberlere verildi. Oysa cumartesi anneleri çok büyük bir karanlığın içinde umut etmeyi, umut büyütmeyi öğretti. İnsanlara inancı öğretti. Direnci öğretti ve vicdanı öğretti. Belki de bu ülkede en büyük okul Cumartesi Annelerinin yanında olmaktı.
-Devlet bir dönem kayıplar için meydanda oturmaya karşı tahammülsüzdü. İlk baştaki oturma eylemleri birkaç yıl kesintiye uğradı. Son yıllarda ise bu konuda olumsuz bir şey yaşanmadı. Ne oldu da böyle oldu? Yoksa devlet kayıplara ilişkin bir hesap verme sürecine mi girdi?
Ali Ocak: Aslında içte ve dışta kamuoyu devletin bu kirli politikasını, devletin ceberut yanını sorgulamaya başlamıştı. Devletin kirli yüzünün teşhir edilmesi karşısında tutunacak bir yanı yoktu. Tek çaresi polis terörünü gündeme geçirmekti. Yasal mevzuatı daha da ağırlaştırarak saldırıya geçti. Özellikle A.Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden sonraki süreçte sokağa saldırmak için tüm güçlerini seferber etti. Buna karşılık vermek gerekiyordu. 10-12 hafta çok yoğun saldırıya uğradık. 8-10 aile ve 10-15 aydın, sanatçıyla işi götürmeye çalıştık. Coplandık, yerlerde sürüklendik, gözaltına alındık ve hakkımızda davalar açıldı. Eylemi Kadıköy’de meşaleli eyleme çevirdik, Okmeydanı gibi emekçi semtlerine taşıdık ama buralarda da saldırıya uğradık. Biz alanları zorladık, onlar saldırdı. Ayağımızı sokaktan çekme tarafı değildik.
Ama kimi aydınlarda AKP’nin devletin ceberut yanını sorgulayacağına ilişkin bir eğilimi vardı, “yetmez ama evet” anlayışındaydılar. Oysa AKP’nin Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Abdullah Gül gibi kadrolarının aynı zamanda 12 Eylül’ün ve öncesinin kadroları olduğu gerçekti. AKP kadroları toplumun kimi taleplerini dejenere ederek, zamana yayarak ikiyüzlüce ortadan silmek istiyordu. Bunu görmek gerekti. Dolmabahçe görüşmesinde kayıpları kabul ediyormuş gibi izlenim bırakmaya çalışıyorlardı. Biz de orada olduk. Bu yöndeki vaatlerinin nelere var olacağı konusunda onları sıkıştırmak için. Neticede asıl tehlike buradan geliyor: Toplum nezdinde bazı şeyleri kabul ediyormuş gibi görünüp ardından ceberut devlet yanında ısrar etmek. Daha dün bakanlığın açıkladığı bir genelgeyle sokaktaki gösterilere sınır getirildiğini söylediler. Amaç, süreç içerisinde etkinlikleri yok etmek. Bu da tutmazsa yeniden saldırılara başlayacak.
Maside Ocak: Tabi özellikle bizim eylemlerimizin duyulmasındaki neden şuydu: Biz 30 hafta boyunca 170’inci haftamızdan 200’üncü haftaya kadar Galatasaray’dan gözaltına alındık. Sadece Galatasaray’dan değil İstiklal ve Taksim’de göründüğümüz her yerden gözaltına alındık. Taksim kayıp yakınlarına, Cumartesi Annelerine yasaklanmıştı o dönem. Tabii bunda şunu bahane ediyorlardı; esnafın rahatsız olduğunu, çevredekilerin bizlerden rahatsı
zlık duyduğunu söylüyorlardı ama bu böyle değildi. Biz bununla ilgili yani saldırılar döneminde, Meclise bir ziyarette bulunduk. Meclis Başkanı Hikmet Çetin dahil olmak üzere partilerle görüştük. Orda belki de bize en samimi davranan ANAP Grup Başkan Vekiliydi. Çok büyük bir samimiyet gösterdi. Böyle bir şeyi asla beklemiyorduk. Ama şunu söyledi: Siz bu saldırıların kaynağını buradan aramayın. Çünkü burayı yöneten başka bir güç var. Yani biz o gücün ne olduğunu kim olduğunu elbette biliyoruz. Bu saldırılardan sonra, 30 haftanın sonunda artık annelerin dayanma gücü kalmadığından Galatasaray’daki oturmalarımıza ara verdiğimizi, 13 Mart 1999’da açıkladık. Gözaltında kayıplar o tarihten sonra çok fazla olmadı. Belki o tarihten sonra gözaltında 10 ya da 15 kişi kaybedildi. Ancak gözaltında kaybedenler terfi ettirildiler. Gözaltında kaybedenler ödüllendirildiler.
Ve Ergenekon gözaltıları, yargılamaları başladı. Ergenekon yargılamalarında ismi geçen insanların -ki insan denilebilir mi bilmiyorum onu da açıkçası ama- bu insanların birçoğu gözaltında kaybedenlerdi. Veli Küçük’ten Arif Doğan’a Cemal Temizöz’den falana filana kadar… Bu insanların hiç birisi gözaltında kaybetme suçundan yargılanmadı. Yargılanmıyorlar. Bununla ilgili, ilk Ergenekon yargılamaları başladığında müdahillik talebemiz oldu. Ve müdahillik taleplerimiz her defasında reddedildi. Bizim Ocak ailesi olarak yaptığımız başvuruda da karşımıza çıkan çok daha komik bir tabloydu. “Her ne kadar iddianamede gözaltında kaybetme suçuyla suçlanmış olsa da mahkememiz söz konusu konuyla ilgili yargılama yapmamaktadır” cevabı verildi bize. Yani sadece darbe planlamaktan, hükümete karşı darbe teşebbüsünden yargılandı ve yargılanıyorlar. Oysa o dosyalarda bizim sevdiklerimizin isimleri geçti. Her birinin belki itiraflarında toplu mezarlar gündeme geldi. Bizim sevdiklerimiz, bizim aradığımız insanlar o toplu mezarlarda gömülü. Yani halka karşı işlenen suçlarda korundular. Ve hala korunuyorlar. İkinci oturmamıza yani 201’inci haftamıza 31 Ocak 2009’dan itibaren başladık. Ve o tarihten bu yana henüz saldırıya uğramadık, gözaltı kaybına tanık olmadık ama malum devletin politikası biraz farklı işliyor. Kaybetmiyor, bizi engellemiyor ama uzun tutukluluklarla, uzun cezaevi süreçleriyle engelleniyor. Şu an bizim kayıp yakınlarımızdan üçü cezaevinde; Hüseyin Taşkaya’nın kardeşi, Kasım Aksoy’un kızı ve şu an açlık grevindeler. Bir yanımız da orda.
-Siyasi kayıplar ülkesi Türkiye’de bugün düne göre nasıl bir kamuoyu var?
Ali Ocak: Türkiye bir muz cumhuriyetidir. İnsanların yaşama güvencesinin olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Toplum bunun genel olarak farkında ama düne göre iradi anlamda daha geride ve örgütsüz. İşçilerin, gençliğin, kadınların, çevrenin yoğun sorunları var. Ancak tüm bu sorunlar karşısında birlikte hareket etmek, tüm sorunları ortak toplumsal reflekse dönüştürmek gerekiyor. Yoksa biz burayı ibadethane olarak görmüyoruz.
Maside Ocak: Aslında 300’üncü haftamıza kadar biraz daha farklı bakılıyordu bize. Başbakan şunu söyleyebiliyordu: Arkasında kimlerin olduğu belli değil. Diğer devlet yetkilileri zaten bizi terörist diye niteliyor. Ama 300’üncü hafta belki de bir dönüm noktası oldu Galatasaray’da. 300’üncü oturmamızda çok yoğun bir çağırıyla insanlarımızı buluşturduk. 90’lı yıllarda kimi hafta 5 bin kişiyle oturuyorduk ve 90’lı yıllarda sayımız her zaman çok yüksekti. Çok ciddi bir kamuoyu duyarlılığı vardı. Gözaltında kayıp sıcak bir konuydu. Şimdi o kamuoyunu bulamıyoruz açıkçası. Eskisi gibi bir duyarlılıktan bahsedilmesi mümkün değil. Ama şunu yaşıyoruz en azından: Bize terörist diyenler, arkasında kim var belli değil diyenler bizim meşruluğumuzu anladı gördü ki 300’üncü haftadan sonra Başbakan kayıp yakınlarıyla görüştü. 300’üncü haftadan sonra 400’üncü haftamıza erişiyoruz. Dün akşam durdum ve düşündüm. 300’üncü haftadan 400’üncü haftaya kadar neler yaşadığımızı düşündüm. Başbakan bizimle görüştü bizim meşruluğumuzu kabul etmek zorunda kaldı.
On yıllardır talep ettiğimiz özel yetkili bir komisyonun kurulup devletin tüm arşivlerinin bu komisyona açılmasıyla, kayıplarımızın akıbetinin araştırılması, bulunması, yargılanması yönünde çalışmalar yapılması talebimiz hayat bulmadı ama sadece bir tek kayıp için bu yapıldı. Cemil Kırbayır için. Ve 31 yıl boyunca devlet ve genelkurmay Cemil Kırbayır’ın gözaltındayken kaçtığını söylerdi. Ama bu komisyon özel yetkilerle donatılmış olduğundan dolayı her türlü bilgi ve belgeye ulaşabildi. İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay’ın tüm arşivlerine ulaşabildi. Cemil Kırbayır’ın gözaltında kaybedildiğinde orada çaycılık yapan kişiye, üç gün bekçilik yapana kadar birçok insana ulaştı ve dinledi. 31 yıl sonra Cemil Kırbayır’ın işkenceyle öldürüldüğünü kabul etmiş oldu. Ve bu kamuoyuna açıklandı. Belki de bu en önemli şeydi. Bizim kayıplarımızın akıbetinin de bu olduğunu göstermiş oldu. Yine 300’üncü haftamızdan 400’üncü haftamıza kadar sayısız toplu mezar açıldı. Mutki’de, Güçlükonak’ta, Dargeçit’te… Ve birçoğunda kayıp yakınları yakınlarına ait olan giysi kalıntılarıyla kemikleri kendi elleriyle çıkardılar.
Tüm bunlar liberallerin gözüyle demokratik açılım denilen yalanın bir ürünü değildi. Ben buna inanmıyorum. Bu liberallerin durdukları yerin AKP politikalarına çok yakın olduğunu gösteriyor açıkçası. Ben onların dediğine inanmıyorum. Eğer gerçekten demokratik bir ortam olmuş olsaydı İHD kayıtlarında 200’e yakın toplu mezar var. Bunların açıklanması sağlanırdı.
Açılan mezarlar ise bölge insanlarının çabaları sonucudur. Mesela Mutki’de açılan toplu mezarda kamuoyunun çok büyük bir baskısı vardı. Ailelerin çok büyük bir baskısı vardı. Savcıların işlemleri hızlandırması için aynı baskı vardı. Yine Güçlükonak, Dargeçit öyleydi. Yine Dargeçit’te yani artık şu duruma gelmişti. Orada izin vermek zorunda kaldılar çünkü Hediye anne kendi elleriyle gidip kuyuları açıyordu. Yani ailelerin ısrarı, inadı buna önayak oldu diyebiliriz.
Sonuçta bu toplu mezarlar açıldı ama usulüne uygun açılmadı. Yani Minnesota Protokolü şunu gerektiriyor: Açılan toplu mezarlarda antropologun, adli tıp uzmanının, arkeologun olmasını, iş makineleriyle bu kazıların yapılmamasını ve etrafının çevrilmesini, delillerin karartılmaması için yürüme şeklini bile protokol belirliyor. Ve Minnesota protokolünde Türkiye’nin imzası var. Yani kendi yasalarına uymadı. Bosna’daki toplu mezarların açılmasında buradan antropologlar gönderildi, adli tıp uzmanları gönderildi ama aynı şey bizim ülkemizdeki kayıplar için yapılmadı. Hazne Doğan ve Ömer Coşkun, Dargeçit’te kuyulara indiler. 13 yaşındaki Seyhan Doğan’ın gömleğinin ve kemiğinin parçasını Hazne Doğan kendi elleriyle çıkardı. Yani bu demokratikleşme olabilir mi asla olamaz. Bu ne insanlıktır ne de başka bir şeydir.
-Kayıp yakınlarının birbirleriyle ilişkilerini diğer insanlarla olan ilişkilerinden ayıran farklı şeyler nelerdir? Eylem anları dışında bu insanlar kayıp acısını gündelik hayatta nasıl yaşıyorlar?
Ali Ocak: Birçok insan birbirini tanımıyordu. Yaşam tarzları, inançları birbirinden farklıydı. Kimisi dindar, kimi ateist, kimi alevi, kimi sünniydi. Çoğunu burada tanıdık. Sancıları birlikte yaşadık. Zamanla aramızda güçlü bağlar oluştu. Paramızı, evimizi paylaştık. İşsiz kalanlarımız oldu, sorunlarını paylaştık. Örneğin Hanım Tosun kocasını kaybetti