İnsanların kimseye zarar vermeyen dahası kimseyi ilgilendirmeyen mahremi tercihleri hakkında dahi ileri geri düşünen bir ahlaki/mistik formasyana ”saygı” beklemek o ”kutsi” alanın dayatmalarına ve toplumsal tahakkümüne boyun eğmek değilse nedir? İslam’ı mevzu alan önce bir film sonra bir karikatürle başlayan ”İslamofobi” ve ”kutsala saygı” tartışmaları hatırlanacağı üzere Sevan Nişanyan’ın bazı açıklamalarıyla farklı bir noktaya gelmişti. […]
İnsanların kimseye zarar vermeyen dahası kimseyi ilgilendirmeyen mahremi tercihleri hakkında dahi ileri geri düşünen bir ahlaki/mistik formasyana ”saygı” beklemek o ”kutsi” alanın dayatmalarına ve toplumsal tahakkümüne boyun eğmek değilse nedir?
İslam’ı mevzu alan önce bir film sonra bir karikatürle başlayan ”İslamofobi” ve ”kutsala saygı” tartışmaları hatırlanacağı üzere Sevan Nişanyan’ın bazı açıklamalarıyla farklı bir noktaya gelmişti. Aralarında Etyen Mahçupyan’ın da olduğu bazı liberaller (muhafazakar cenahı saymaya gerek yok elbet) Nişanyan’ı gerek üslubu gerekse sözlerinin içeriği nedeniyle eleştirmişlerdi. Hem entelektüel derinliği hem de politik duruşu nedeniyle bu yazının konusu Etyen Mahçupyan’ın ”Nefret suçu bir yanılsama mı?” başlıklı yazısına bir cevap ve ”eleştiri nedir/ne değildir”e dair bir açılım çabası olacak.
Belirli bir tarihsel dönem ve coğrafi bölgede ortaya çıkan fikri akım ve algıların esasında ”kültürel” olduğunu belirten Mahçupyan, bu doğruların evrensel bir ”gerçeklik” taşımadığı/taşıyamıyacağını ifade ederek bugünün ”modern, liberal ve özgürlükçü” anlayışlarının, farklı kültürlerin kamusal alanda birlikte, eşit ve barış içinde yaşama beklentilerini karşılayamayacağını söylüyor: ”Demek ki meselemiz kültürel farklılıkların birlikte nasıl ortak normlar üretebileceğidir. Liberalizm bu konuda epeyce çaresiz. Modern tasavvur, en azından şu an için toplumsal var oluşun her alanında en ‘ileri’ normlara sahip olunduğunu varsayıyor. Bu normlar bireyin temel alınması gerektiğini ve onun özgürlüğünün kutsal olduğunu söylüyor. Böylece bir bireyin özgürlüğünün diğerinin özgürlüğünün sınırında olduğunu öne süren klişe ile karşılaşıyoruz. Buna göre eğer bir bireyin herhangi bir eylemi, diğer bireylerin özgürlüğünü kısıtlamıyorsa o eylem meşrudur. Bu düsturu temel alırsak tabii ki bütün İslam karşıtı provokasyon filmleri ve her türlü hakaret meşru olur. İtiraz edeceklere söylenecek söz basitçe ‘seni engellemiyorum, sen de yap’ olacaktır. Böyle bakıldığında ‘nefret suçu’ diye bir kalıbın hiçbir meşruiyeti olamaz. Nefret etmek doğal bir duygu olduğuna ve nefreti ifade etmek diğer insanın nefret ifade etmesini engellemediğine göre böyle bir suç tanımına da gerek yok”.
Mahçupyan’ın baştaki ”kültürel dönem” fikrine katılıyoruz elbette. Mahçupyan’ın da örneğini verdiği gibi ”imparatorluk dönemi” toplumsal yaşamı son derece katı, hiyerarşik ve iktidarı/devleti birey karşısında mutlaklaştıran bir anlayışa karşılık geliyordu. Şayet Mahçupyan kutsallara ait bilgilerin, o kutsalın işaret ettiği ”ilahi/mistik güç”lerden kaynaklandığını düşünmüyorsa her dönemin dini/mistik inanç biçimlerinin aynı zamanda o dönemin bilgi/bilme koşulları artı siyasal konjonktürüyle ilintili olduğunu bilir. Tıpkı birçok dinin ”yerleşik yaşama geçilip devletleşmeyle ortaya çıkması” gibi. Tıpkı tek tanrılı dinlerin ”imparatorluklar çağının başlamasıyla” çoğalması gibi. Bu bağlamda Mahçupyan’ın belki de pek dikkate almadığı şey, kutsala ilişkin ”eleştiri ve mücadele” serüveninin aynı zamanda insanlık tarihinde ”birey”in otorite/iktidar/devlete ilişkin özgürleşme tarihine denk düştüğüdür. En azından entelektüel ve felsefi üretimler/mücadeleler/çatışmalar bu bağlamda süregelmiştir. Yazar buna katılmayabilir, biz yazdıklarından devam edelim. Liberalizm, modernite ve özgürlükçü algının ”yetersizliği” öncelikle epey sorunlu bir ifade. Britanya, Norveç ve İsveç gibi özgürlüklerin hem genişçe tanımlandığı hem de Mahçupyan’ın eleştirdiği gibi algılandığı ülkelerde nasıl bir yetersizlik söz konusudur? Radikal ”sağ”, ”ırkçı” ve çeşitli fanatik dinsel grupların özellikle Müslüman bireyler üzerindeki saldırı, provokasyon ve fanatik eğilimlerini bir kenarda tutarsak saydığımız bu ülkelerdeki hangi hak ihlalleri ”demokrat, özgürlükçü, modernist, laik ve liberal-pozitif, felsefi anlamda- ” kesimler tarafından gerçekleştirilmektedir? Bu ülkelerde yaşanan mevcut çatışmaların hangisinde ”özgürlükçü, modern” grupların ağırlığı vardır? Bilakis, Norveç’teki ”sapkın, fanatik ve ırkçı” saldırgan örneğinde olduğu gibi farklı etnik ve dini gruplara karşı hakaret, ön yargı, düşmanlık ve saldırıların arkasında özgürlükçü, ateist, demokrat, sol ve liberal kesimler değil Amerikan Evanjelistleri tarzında ”fanatik, inançlı, muhafazakar ve aşırı sağa” eğilimli kesimler yer almaktadır. Biz Mahçupyan’ın aksine, farklı dinlere karşı ”nefret ve şiddet”in bilakis genellikle inançlı, fanatik ve sağ akımların işi olduğunu düşünüyoruz. Bu açıdan Mahçupyan’ın liberalizmin (felsefi anlamda özgürlükçülük) ve modern tasavvurun bu konuda yetersiz kaldığı tezi daha en başından sakat ve hatalıdır.
Kutsalın eleştirisi ve hakaret
Mahçupyan’ın da iyi bildiği gibi her türden dinsel bilgi, bireyin gündelik yaşamından kamusal yaşama değin birçok kutsal ”doğru”yu dikte eder. Bu yönleriyle dinler aynı zamanda ideolojik/politik bir niteliğe de sahiptir. Dinler, bireyin yalnızca ”kendi yaşamını” ilgilendirmiş, başkalarının yaşamına müdahale etmemeyi düstur edinmiş bilgi kümeleri olmuş olsaydı kültürel alanda yaşanan birçok çatışmanın yaşanmayacağını söyleyebiliriz. Dinler, dünya ve evrenden ölüm sonrasına, bireyin en mahrem alanından gündelik kamusal yaşama değin müdahaleci, kural koyucu ve yasaklayıcı birçok normu bünyesinde barındırır. Kamusal doğruculuk ve müdahalecilik niteliğinden ötürü dinler aynı zamanda propaganda, telkin ve yerine göre toplumsal zor/baskı yollarını da kullanır. İnançlı birinin ”doğru bilgi”yi telkin, propaganda ve toplumsal baskı kurma hakkı varken inançsızların da bunları eleştirme hakları vardır. Hepsinden öte hakaretin ”tanımı” oldukça belirsiz bir alandır. Örneğin muhafazakar birçok kişi için değil İslam’ın dini önderinin eleştirisi ona yalın ve sıfatsız haliyle hitap edilmesi dahi ”hakaret” olarak görülür. Bu bağlamda Nişanyan’ın ”Allah’la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, ekonomik ve cinsel menfaat sağlayan biri” ifadesi muhafazakar bir Müslüman için ”hakaret” olabilir, ancak gerçekte böyle midir? Örneğin Mahçupyan’ın burada bir ”hakaret” bulabilmesi için; 1.Allah’ı ispat etmesi 2. İslam dini önderinin Allah’ın elçisi olduğunu ispat etmesi 3. Mezkur önderin böylesi bir ”menfaat”inin olmadığını ispat etmesi gerekmez mi? Kültürel değişkenlik ve görecelilik bakışına göre ”evrensel doğru” olmadığını söyleyen birinin örneğin bu ifadeleri hangi ”evrensel gerçeklik” kıstasına göre hakaret telakki ettiğini göstermesi gerekmiyor mu? Allah’ı kendi inancında ”mutlak doğru” kabul eden biri için ancak bu ifadeler ”saygısızca ve hakaretamiz” olabilir. Ancak burada da şöyle bir sorun var: Gerek İslami geleneğin hakim/ortodoks yorumları ve fıkıhlarında, gerekse toplumsal/gündelik yaşama akseden birçok olaydan bildiğimiz üzere, İslam’ın dini, ahlaki ”meşruiyet kalıpları” çerçevesinde, birçok farklı kültürel yaşam tarzı birtakım yaptırımlara maruz kalır. Bugün bağıra çağıra hepimizi saygıya davet eden inançlılar ve muhafazakarlar acaba cinsel özgürlüğünü sınırsızca yaşayan ”ahlaksız” kadınlar/bireyler ile farklı cinsel yönelimlerini yaşayan eşcinsel
/gay/biseksüel vb bireylere ne denli saygı göstermektedirler?
Mahçupyan yine de bu argümanlarımıza katılmayabilir. Tüm dünya, evren ve canlılığın kaynağı asla kanıtlanamayan, deney ve gözlemle ispatlanamayan ve ancak inanç, iman ve sezgiyle bilinebilen ”Hitlerus” tarafından yaratıldığı; Hitlerus’un erkekleri bu dünyanın efendileri ve en yüce varlıkları olarak tasarladığı; erkeklerin dilediği kadına dilediği şartlarda-tecavüz de dahil- sahip olup dilediği kadar kadınla birlikte olabildiği ve yine zor yoluyla da olsa- bir inanç olduğunu düşünelim. Bu durumda; 1. Böylesi bir inanç, yani düpedüz nefret ve tecavüzün meşru görüldüğü bir ”inanç” olabilir mi? 2. Böylesi bir inancı radikal de olsa eleştirmek ”hakaret” olabilir mi? Bu hayali örnekteki amacımız elbette İslam’a böylesi bir nitelik affetmek değil. Yalnızca bir ”düşünme ve akıl yürütme” şekli ile farklılıklara bakış açısının gösterilmesi. Evet, İslam böylesi bir inanç elbette telakki edilemez, ancak İslam’ın -ortodoks, hakim ve yaygın gelenekten bahsediyoruz- genel olarak ”kadınlar” ama özellikle ”ahlaksız” kadın ve erkekler, eşcinseller ve ateistler üzerinde daha naif ama böylesi bir akıl yürütme tarzı yok mudur? Kadın ”haklarını” ılımlı fıkıh yorumlarında dahi statüsel ve koşulsuz bir ”eşitlik”ten ziyade benzerlik/denklik biçiminde tanımlayan bir inanç formelinin doğruları ve paradigması eleştirilmeyecek mi? Eşcinselleri ”sapkın” olarak tanımlayan hakim/yaygın gelenek eleştirilmeyecek mi?
Dini eleştirmek şiddet ve çatışma yaratır mı?
‘Mahçupyan, ‘Ne var ki bu bakış, farklı kültürlerin birlikteliği söz konusu olduğunda gerilim, çatışma, şiddet ve nihayette toplumsal çöküşü ima ediyor” diyor. Hangi bakış? Başkasının özgürlüğünü sınırlamayan fikir, eylem ve tavırlar… Yazarın kaygılarını anlıyoruz ancak aydın bir fikri ifade ettiğinde onu kanıtlamak zorundadır. Otoriter ve baskıcı rejimleri bir yana bırakırsak ifade özgürlüğü, demokrasi ve insan haklarının geliştiği hangi ülkede böylesi bir şiddetli çatışma mevcuttur. Dahası hangi ülkede bu çatışmanın özneleri ”demokratlar ve özgürlükçüler”dir? Norveç’te, Britanya’da, İsveç’te vb ülkelerde hangi Müslüman Hıristiyanlığı ya da ateizmi eleştirdi diye ”demokratlarca” linç edilmiştir, şiddete uğramıştır? Var mıdır bu konuda elinizde anlamlı bir istatistik? Dinin ve genel olarak kutsalın eleştirisi, hemen tüm coğrafyalarda demokrasiyi, özgürlüğü ve fikir hürriyetini içselleştirememiş fanatik gruplar tarafından şiddetle karşılanır. Ateizmin yaygın olduğu Kuzey Avrupa ülkelerinde ”ateizmi eleştirdiği” için şiddete uğrayan Müslümanların oranıyla örneğin Türkiye’de İslam’ı eleştirdi diye şiddete uğrayan ateistlerin oranını arasında takdir edilir ki dağlar kadar fark vardır. Bu da orada yaşayan toplumların özgürlük ve demokrasinin biçimlendirdiği ”tolerans düzeylerinin” yüksekliğiyle alakalı bir durumdur.
Soyut kavramlara ”hakaret”(?) nefret suçu olabilir mi?
”Küresel iç içe geçmiş dünyada bir yerdeki azınlığın hemen yanı başındaki bir yerde çoğunluk olduğunu görüyoruz. Bu durumda bir toplumda çoğunluğa yapılan hakaretin nefret suçu olmadığını söylemek anlamlı mı? Ayrıca her azınlığın içinde başka azınlıklar var. Mesela bir Türk Kürtlere karşı nefret suçu işlerken, aynı eylemi yapan bir Zaza nefret suçu işlememiş sayılabilir mi?” diye sormuş Mahçupyan. Nefret suçunu tartışan ve ifade özgürlüğünü Mahçupyan’ın eleştirdiği doğrultuda kabul eden hangi yazar/şahıs böylesi bir şeyi kabul etmektedir ki? (*) Sayın yazar, sanki herhangi bir etnik ve dinsel grubun somut varlığına hakaret etmeyi ”meşru” kabul eden varmışçasına böylesi bir soru sormuyor mu? Örneğin Kürt Sorunu meselesini hangi demokrat Türklerin somut olarak varlığına ilişkin hakaretamiz bir bağlamda tartışıyor. Yahut hangi demokrat, laik ve ateist (bu koşulları sağlaması şart), Müslümanların somut varlığına ilişkin hakaretamiz eleştirilerde bulunmakta yahut bunu meşru görmekte? Olmayan bir şeyi varmış yahut ”öyle yapılıyormuş” gibi göstermek değil midir bu? Nişanyan örneğinden gidelim (ma’lum, mesele biraz da bundan alevlendi): Nişanyan’ın hangi yazısında soyut olguların dışında somut insan gruplarına yönelik böylesine sert bir eleştirisi söz konusudur? İslam’a ve onun ifade ettiği ”soyut gerçekliğe” ilişkin eleştiri hatta hakaretle(?) somut bir varlık olan Müslüman insanlara yönelik hakaret aynı şey midir? Tam da Nişanyan’ın kendine yönelen ”linç psikozuna” karşı söylediği şey de budur. Ölmüş bir şahsiyet hakkında ileri geri konuşmakla (ki bu herhangi bir kişi olsun) bir kavak ağacı, bir inek dışkısı yahut bir evin duvarı hakkında ileri geri konuşmak arasında ne gibi bir fark vardır? Ölen kişi hakaretten incinecek, kavak ağacı yaprak vermeyecek yahut evin duvarı üzüntüsünden yıkılacak mıdır? Mahçupyan şayet ”saygı” gereği böyle konuşulmaması gerektiğini düşünüyorsa örneğin İsmet İnönü vb tarihsel kişilikler hakkında bizzat bu iktidar döneminde yapılan sert eleştirileri de ”nefret suçu ve saygısızlık” kapsamında değerlendirir mi? (elbette değil!) Yahut Atatürk’ün bir ulusun ”kurucu babası” olduğunu düşünen Kemalistleri incitmemek adına eleştiriden sakınmayı düşünür mü?
Saygının tahakkümü!
”Ancak bütün bunların ötesinde, tarihsel momentte ortaya çıkmış olan bir tanım hangi meşruiyete dayanarak ‘evrensel’ veya ‘doğru’ ilan edilebilir? Nefret suçu şudur diye tanım yapmak tek kelimeyle gülünçtür. Çünkü bu tamamen öznel, yani kültürel bir tanım. ‘Bugün, bizim için’ tanımlar yapabilir ve hayata geçirebiliriz ama bunların genel geçer olduğunu söylemek sadece duyarsızlığı ifade eder. Çünkü tek başımıza yaşamıyor, dünyayı ve hayatı başka kültürlerle paylaşıyoruz. Nefret suçu ve ifade özgürlüğü gibi alanlarda da bugünün geçerli tanımının bugünün dünyasını, çoğulcu ve interaktif kültürel ve cemaatsel yapısını dikkate alması gerekiyor.” Mahçupyan’ın dönüp dolaşıp geldiği nokta ve bize de bu yazıyı yazdıran asıl kısım! Kurallar ve normlar, toplumsal yaşamın çeşitliliği ve ”görecelilik” ilkesinden dolayı bunları dikkate alınarak konulmalı ve buna göre hassasiyet gösterilmeli. Böylesi bir fikir, iktidarın bugünkü icraat ve söylemlerini entelektüel/felsefi düzlemde belli bir temele oturttuğu gibi kültürel ”çeşitliliğe” haiz iddia edildiği gibi bir ortaklaşma yaratmak mümkün değildir. Öyleyse soralım: Eşcinselliği ”hastalık, sapkınlık ve ahlaksızlık” olarak gören bir anlayışla ”eşcinselliği meşru bir cinsel yönelim” olarak gören anlayışı aynı anda dikkate alabilecek nasıl bir ortaklaşma yaratılabilinir? Bu durumda muhafazakarların eşcinselliği hastalık telakki etmesi güvence altına alınacak; bir yandan da eşcinsellerin hakları korunacak mıdır? Ne yani, eşcinsellere ”siz sapıksınız ama sizin de bazı haklarınız var elbette” mi denecek? Kültürel ”görecelik/değişkenlik” ilkesinden yola çıkarsak, örneğin eşcinselliği sapkınlık olarak telakki eden bir ”inanç biçimi” olabilir mi, dahası bu ”göreceli” addedilebilir mi? Dünyanın tüm saygın psikiyatri akademilerinin ve genel olarak bilimin ”meşru bir cinsel yönelim” diyerek teşhis koyduğu bir varoluşa ”göreceli” diyebilir miyiz? Kadının ”cinsel yaşamı”nın ancak evlilik bağlamında ”
meşru” görüldüğü bir inanç biçimi olabilir mi? Belli bir dinin ve o dinin yaygın geleneğinin ”ahlaksızlık” olarak görüp toplumsal anlamda kadınları dışladığı bir davranış biçimi ”inanç” olabilir mi? Dahası kadınlar bununla nasıl uzlaşmalı, nasıl ortaklaşmalı?
Hülasa ”farklılıklara saygı”yı özgürlükçü ve demokratlar mı göstermeli yoksa bunu öncelikle katı, tutucu geleneklere sahip inançlılar mı göstermeli? İnsanların kimseye zarar vermeyen dahası kimseyi ilgilendirmeyen mahremi tercihleri hakkında dahi ileri geri düşünen bir ahlaki/mistik formasyona ”saygı” beklemek o ”kutsi” alanın dayatmalarına ve toplumsal tahakkümüne boyun eğmek değilse nedir? Biz iflah olmaz ”demokrat, laik, modernist ve liberaller”in birilerine saygısızlık ve ondan ziyade hakaret ettiği düşünülüyorsa öncelikle bunun ispat edilmesi gerekir. Entelektüelin birinci görevi bu olsa gerek…
Yazarın yazı yayımlandıktan sonra gönderdiği 12 Ekim tarihli notu: (*)Yazının bu bölümünde sonradan bir düzeltme sorunluluğu hissettim.
Nefret suçuna ilişkin ”hangi yazar çoğunluk kimliğine saygısızca konuşmak bile nefret suçu değildir” diye düşünmüştür, diye sormuştuk. Nişanyan’ın kişisel blogundaki yazısının tamamını okumadığımız için (daha çok ”dini eleştiri” kısmı mevzu bahsimizdi) hatalı bir ibare/belirtme olmuş. Yazının kalan bölümlerindeki fikrimiz aynı olmakla birlikte ”teorik” açıdan böylesi bir durumun dahi suç kapsamına alınamıyacağını düşünüyor Nişanyan. Pratikte bunun -genellikle uygulanmadığını düşünsem de- dürüstlük ve saygı gereği bu hatamızı belirtip gerek okurdan gerek Mahçupyan’dan özrü borç bilirim…