Üniversitelerde kayıt dönemi başlıyor. Üniversiteyi yeni kazanan öğrencileri ve ailelerini kayıt telaşı sarmaya başladı. Yeni öğrencileri üniversitenin kapısından ilk adımlarını atarlarken yaz ayları içerisinde üniversiteye ilişkin pek çok yeni gelişme oldu. Bu gelişmeler, üniversitelerde 2012-2013’ün nasıl geçeceğine ilişkin de çeşitli ipuçları sunuyor. Gürüz, Özcan, Çetinsaya Önümüzdeki sene üniversitelerin nasıl yerler olacağı konusunda daha hassas yanıtlar […]
Üniversitelerde kayıt dönemi başlıyor. Üniversiteyi yeni kazanan öğrencileri ve ailelerini kayıt telaşı sarmaya başladı. Yeni öğrencileri üniversitenin kapısından ilk adımlarını atarlarken yaz ayları içerisinde üniversiteye ilişkin pek çok yeni gelişme oldu. Bu gelişmeler, üniversitelerde 2012-2013’ün nasıl geçeceğine ilişkin de çeşitli ipuçları sunuyor.
Gürüz, Özcan, Çetinsaya
Önümüzdeki sene üniversitelerin nasıl yerler olacağı konusunda daha hassas yanıtlar elde edebilmek için YÖK’ün gelişim çizgisine göz atarak karşılaştırmalı bir değerlendirme yapmak faydalı olacaktır.
YÖK’ün İhsan Doğramacı ile başlayan ve Kemal Gürüz’ün başkanlık yaptığı 1996 yılına kadar geçen dönemini “eski modelin” tasfiye edildiği ilk aşama olarak sınıflandırabiliriz. Bu dönemde misyonunda, merkeziliği güçlendirmek, akademik özerkliği tasfiye etmek, 12 Eylül’ün toplumda gerçekleştirdiği depolitizasyonun üniversitelerde gerçekleştirmek, üniversiteleri tek tipleştirmek gibi görevleri daha ön planda olan bir YÖK modelinden bahsetmek mümkündür.
Kemal Gürüz’ün 1994’te TÜSİAD için hazırladığı yükseköğretim raporunun ardından 1996’da YÖK başkanı olmasıyla artık yeni modelin kurulması aşaması başlamıştır. Bahsi geçen raporda girişimci üniversitenin, toplumun değil sermayenin çıkmazlarına çare arayan üniversitenin teorisini yapan Gürüz ile birlikte yüksek öğretimin “elit üniversiteler”, “kitle üniversiteleri” ve “meslek yüksekokulları” olarak üç kompartımana ayrılması süreci de başlamıştır. Üniversitelerdeki bilimsel çalışmayı değerlendirmenin temel normu piyasa olmuştur.
YÖK’ün ilk misyonu, üniversiteleri her türlü (akademik, bilimsel, yönetsel, ideolojik, asayiş vb.) denetim altında tutmaktı. YÖK, 12 Eylül ürünü merkezi bir akademik üst organdı. Ancak, bu misyon 90’ların başında büyük ölçüde anlamsızlaşmıştı. Neoliberalizmin ağırlığı hissedilmeye başladıkça YÖK’ün resmi/Kemalist çizgisi de yıpranmaya başlamıştı. Gürüz aslında girişimci üniversite modeliyle burjuvazinin alkışını alıyordu ama, iş katı resmi ideoloji savunusuna gelince “üretken” kanallar tıkanıyordu.
Yusuf Ziya Özcan’ın dümene geçmesiyle birlikte, söz konusu dönüşümde yeni bir evre başladı. Bu üretken kanalların arttırılmasının yegane yolu sermaye ile üniversitenin birbiriyle ilişkilendiği kanalların arttırılmasından geçiyordu. Harçların ilk ortaya çıktığı dönemlerde üniversitenin gelir kaynağı olarak öğrenciden alınan paralar çok önemli bir yerde duruyordu. Ancak zamanla sermayenin üniversiteden, öğrencileri müşterileştirip onların kendilerine yaptığı yatırımı birikime dönüştürmenin ötesinde bir fayda elde edebileceği herkes tarafından görülebilir hale geldi.
Özel üniversiteler, Teknokentler, projeler, ihaleler, özelleştirmeler, staj vb gibi çok sayıda kanal üzerinden üniversiteyle ilişki kuran sermayenin üniversitelerdeki hareket kabiliyeti oldukça arttı. İhtiyaç duyduğu herhangi bir AR-GE faaliyeti için veya üniversitenin sahip olduğu olanaklardan faydalanması gerektiğinde üniversiteye “iş gördürme” konusunda giderek teklifsizleşti. Yusuf Ziya Özcan süreci bu bakımdan üniversitelerin tarihinde bir olgunluğu simgeliyordu.
Bu teklifsizlik Çetinsaya döneminde, mütevelli heyetleriyle üniversiteleri yönetecek düzeye ulaştı. Çetinsaya sermayenin üniversiteden beklentilerinin ve elde etmeyi planladığı faydaların boyutu açısından kendisinden öncekilerden başka yeni bir aşamayı simgeliyor.
Harçların kaldırılması
Bu yeni dönemin boyutlarını anlamamızı sağlayan iki unsurdan bir tanesi yukarıda değindiğimiz mütevelli heyetleri aracılığıyla üniversitenin doğrudan doğruya patronlar veya patron kulüplerinin çeşitli temsilcileri tarafından yönetilmesi, rektörlükte işletmecilikteki başarının akademik sicilin önüne geçmiş olması.
Bir diğer gösterge ise harçların kaldırılmasıdır. Harçların kaldırılmasının bize ifade ettiği en önemli şey şudur: Artık sermayenin üniversite harçlarından elde ettiği faydanın, eğitimin paralılaşmasının, piyasalaşmasının ve sermayenin üniversite içerisinde ulaştığı hareket kabiliyetinin, üniversiter alandan elde ettiklerinin yanında vazgeçebileceği bir parça haline gelmiştir. Özel üniversitelerin mantar gibi çoğaldığı bir durumda, sermaye artık üniversitelerde harçlar olmaksızın da istediğini alabilecek durumdadır.
Harçlar konusuna değinmişken harçların kaldırılmasıyla ilgili olarak söylenmezse eksik kalacak birkaç meseleye değinmekte fayda var. Bunlardan birincisi, bu bir kazanımdır. YÖK’ün kurulduğu ilk günden bu yana “Başka bir üniversitenin mümkün” olduğunu haykırarak sokaklarda mücadele eden, bu düşünden dolayı cezaevlerini dolduran binlerce öğrencinin kazanımıdır. Sermayenin, “bu harçlardan gelen para bize fazlalık geldi, almasak da olur” dediği bir şey değildir. Zira Yusuf Ziya Özcan’ın hazırladığı yükseköğretim raporunda üniversitenin en önemli üç gelir kaynağından bir tanesi olarak öğrencilerden alınan harçlar görünüyordu. Harçların arttırılmasına yönelik bir tanesi 2009’da bir tanesi 2011’de olmak üzere iki kez girişimde bulunuldu ve bu meselenin 1996 Koordinasyon sürecinin harçlar karşısındaki mücadelesini anımsatan, o düzeye evrilme potansiyelini içinde barındıran bir dinamiğe sahip olduğu gözlemlenince bu konuda geri adım atıldı.
Bir ikinci mesele, harçların kaldırılması harçlara ve paralı eğitime karşı yıllardır verilen mücadelede bedel ödeyenlerin, harçlar nedeniyle geçmişte eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmış olanların vebalini ortadan kaldırmaz. Hala sermayeden sorulacak bir hesabımız olduğu ortada. Üçüncü olarak, ikinci öğretimde harçların hala var olması, özel üniversitelerin sayısında Yusuf Ziya Özcan dönemiyle oluşan muazzam artış, kayıt paraları, katkı payları vb gibi kalemlerle paralı eğitimin hala varlığını sürdürüyor olması, öğrenci hareketinin önünde önemli bir gündem maddesi olarak duruyor. Parasız eğitim talebimiz tam anlamıyla yerine getirilmiş değildir. Dördüncüsü, harçların kaldırılmasının, üniversite kapılarının emekçi çocuklarına açılmasına ne düzeyde hizmet edeceği de bu talebin peşine ne düzeyde düşüp düşmeyeceğimize bağlıdır. Sermaye bu süreçte daha da girişimci bir üniversite yaratmaya çalışacaktır. Kendi masrafını çıkartan, kar eden üniversite demek sermaye için bu alandan yeni beklentiler anlamına gelmektedir. Ayrıca üniversiteye girebilmenin sınıfsal bir ayrıcalık sahibi olmayı gerektirmesi de üniversitelerin kapılarının halka açılması meselesine yeni bir boyut katıyor.
Üniversiteler AVMleşiyor
Harçlarla ilgili açtığımız parantezi kapatırsak, Çetinsaya ile birlikte üniversite sermaye ilişkisi bütünleşmenin yeni bir aşamasını ifade ediyor. Sermayenin birikme düzeyiyle bağlantılı olarak üniversitelerdeki hareket kabiliyeti artıyor, mekansal ve idari olarak da buraya kendi çehresini kazandırmaya çalışıyor.
Mimari olarak bir benzetme yaparsak yapısını bilenler açısından, YÖK bürokratizminin sermayeye göre üniversitelerde egemenliğinin daha fazla olduğu dönemin üniversitesini Ankara Adliyesi’nin mimarisine benzetebiliriz. İnsanın görür görmez “mahkeme duvarı dedikleri bu olsa gerek” dediği dümdüz, dört köşe, estetikten alabildiğine uzak bir yapı. Bu binanın içerisinde türlü melaneti barındırdığı dış görünüşünden de anlaşılırdı. Buna makyaj yapma ihtiyacı duyulmazdı.
Şimdi durum değişiyor. Camdan yapılmış par
lak alışveriş merkezleri (AVMler) gibi pırıl pırıl bir vitrine sahip yeni bir YÖK imajı yaratılmaya çalışılıyor. Aslında bu metafor Türkiye kapitalizminin AKP dönemindeki serüveniyle de doğrudan bağlantılı. Bu durum sadece üniversitelerde geçerli olan bir durum değil yani. Sermaye hareket kabiliyetinin daha yüksek olduğu yeni bir üniversite biçimiyle buluşturulacak önümüzdeki dönemde. Benzeri biçimde AKP usulü toplum mühendisliğinin bir prototipi de üniversitelerde inşa edilmeye çalışılacak. Sermayenin önündeki engeller kaldırılırken, çeşitli platformlarda her kampüse bir mescit dile getirilerek bunun zemini yoklanıyor, öbür yanda cinsiyetçilik en hayasız haliyle yeşertiliyor. Bunlar ne kadar da AKP’nin ustalık dönemi faaliyetlerini çağrıştırıyor.
YÖK’ün bürokratik yapısı- her ne kadar YÖK’ün yegane varlık nedeni sermayenin çıkarları olsa da-bugünkü durum ile karşılaştırıldığında sermayeye çok daha sınırlı bir hareket olanağı tanıyordu. (Elbet bu durum, pek çok makro sebebin yanında -Türkiye’de sermayenin o dönemdeki birikim düzeyi, egemenler arası çelişki vb.- sermayenin üniversiteye girme koşullarının yaratılması, öğrenci muhalefetinin ortaya çıkaracağı engellerin azaltılması açısından tarihsel olarak sermayenin yaşanmasını ihtiyaç gördüğü bir dönem olarak da değerlendirilebilir.) Şimdi bu olanak daha da artıyor. Piyasa ile üniversite arasındaki sınırlar daha da azalıyor.
Yeni ambalaj ihtiyacı
Bu gelişmeler ışığında üniversitelerin idari mekanizmaları da yeni bir çehre kazanıyor. Mütevelli heyetleri vb üzerinden yeni bir idari model tarifleniyor. Hacettepe Üniversitesi rektörünün icraatları, yeni disiplin yönetmeliğiyle darbe yönetmeliğinin değiştirilmesi, harçların 1. öğretimde kaldırılması gibi hamamın namusunu kurtarmak kabilinden çeşitli uygulamalarla üniversitelere yeni bir ambalaj tasarlanıyor.
Bu yeni ambalaj özü itibariyle daha demokratik üniversiteler yönünde herhangi bir yeniliğe işaret etmiyor, disiplin yönetmeliğindeki yeni hükümler bunun kanıtı niteliğinde. Daha çok bugüne kadar üniversitelerde gerçekleşmiş trajikomik okuldan atılma, soruşturma vb olaylarına karşı bir standart getirme arayışına benziyor. Bahsettiğimiz ambalajın bir parçası olarak, hem var olanı özünü değiştirmeden “yenilemek”; hem de rektörlerin, idarecilerin, devlet iradesinin komik duruma düşürülmediği bir “ustalık” dönemi yani murat edilen. Bunun en olası sonucu da öğrenci muhalefetinin yaratılan “demokrasi” ortamı içerisine sığmaması sebebiyle marjinalize edilmeye çalışılması olacaktır. Öğrenci eylemi buna yanıtını ancak yüzünü öğrencilere dönerek verebilir. Önümüzdeki yıldan itibaren okullarda nasıl bir tabloyla karşılaşacağımız sorusu üzerine daha çok yoğunlaşmamız gereken yeni bir süreç başlıyor. “Başka bir üniversite” düşü kuranların yolu açık olsun.