Son günlerde Avrupa’daki kriz tartışmalarının bir çoğu avro bölgesine odaklanmakta. Bununla birlikte parasal rejim yalnızca Akdeniz’deki avro bölgesi ülkelerinin sorunu değil. Bu, Doğu Avrupa ülkeleri için de benzeri bir sorun. Bu ülkelerin bir çoğu finansallaşmayı destekleyen ve sanayi kalkınmaya zarar verdiği kanıtlanmış katı bir parasal rejim uyguluyorlar. Bu ülkelerde kilit soru: devalüe etmek ya da etmemek.
Akdeniz’deki avro bölgesi ülkeleri Yunanistan, Portekiz ve İspanya’daki rahatsızlık hali avro bölgesine girişle beraber başlamadı. Bu ülkeler uzun süre Avrupa’daki merkez/çevre bölünmesinde çevre tarafında idi. 1970 ortalarındaki sağcı diktatörlüklerden yeni çıkmış bu Güney Avrupa ülkelerinin, AB’ye giriş sürecine büyük umut bağlamış olmalarına rağmen AB’ye girişin en baştan itibaren tahrip edici bazı ekonomik etkileri olduğu ortaya çıktı. AB’ye giriş, gümrük korumalarının ve sanayi politikaları seçeneklerinin kaybı anlamına geldi. AB’nin bölgesel politikaları bu seçeneklerin yerine bir şey koymadı, çünkü sanayi kalkınma değil altyapısal bir kalkınma hedefleniyordu. Almanya gibi ihracatçı merkez ülkeler, çevre ülkelerdeki sanayi kalkınmayı hızlandıran bölgesel politikalarla ilgilenmiyordu. Kendi sanayi ihracatlarını teşvik etmek istiyorlardı. Bu kümelenme AB’ye giriş sürecin ardından kısmi sanayisizleşmenin ilk dalgasına doğrudan sebep oldu. (López/Rodríguez 2010: 161 cc, Santos/Jacinto 2006, Stathakis 2010: 110) Krediyle finanse edilmiş gayrimenkul gelişmesi üzerinden finansallaşma yörüngesine doğru ilk eğilimler, bu ilk zamanlarda özellikle İspanya’da gözlenebildi.
Giriş sonrası ilk zamanlar, bu ülkelerin korumacı bir araç olarak parasını devalüe etme seçeneği halen korunmaktaydı. Avro bölgesine giriş için uyum süreci ve avro bölgesine nihai katılım ile birlikte, Akdeniz ülkeleri bu seçenekten de feragat ettiler. Avro bölgesi üyeliği sanayi yapısında daha ileri bir erozyona yol açtı. Ücret deflasyonuna yönelik Alman politikaları, diğer avro bölgesi ülkelerindeki, özellikle Güney Avrupa’da ve aynı zamanda Fransa’da rekabet gücüne dair sorunları ve yapısal sorunları ağırlaştırdı. (cf. Sapir 2012) Almanya’nın cari fazlası 2000’den sonra hızla büyürken, İspanya ve Yunanistan başta olmak üzere avro bölgesinin güneyinde cari işlemler açıkları arttı. Yunanistan’da 2007’deki cari işlemler açığı neredeyse %15’e ulaştı. (Lapavitsas et al. 2010: 13, fig. 4) Cari işlemler açığı dış borçlanma yoluyla finanse edildi. 2010’da dış borçlar Yunanistan’ın GSYİH’sının %179.6’sına, Portekizin %231.5’ine, İspanya’nın %165.3’üne vardı. (Hrvatska narodna banka 2011: 13, tab. 2) Krediler üretken biçimde kullanılmadı ancak gayrimenkuldeki ve tüketimdeki canlanmayı finanse etti. (cf. Lapavitsas et al. 2010: 18 cc.).
Doğu Avrupa’daki gelişmeler benzeri ancak tıpkısı olmayan bir modeli takip etti. Doğu Avrupa’da kapitalizme geçişe dair dönüşüm, 1990’ların başındaki büyük sanayisizleşmenin yanı sıra daha sonraki kısmi sanayisizleşmeye de yol açtı. Sanayisizleşme özellikle SSCB’nin ve Yugoslavya’nın ardılı devletlerde en fazla belirgin oldu. Her iki örnekte de, o güne dek süren federasyonun kurulu iş bölümü ve değişim örüntüleri yıkıldı. (cf. Myant/Drahokoupil 2011: 58 cc.) Yugoslavya’yı parçalayan savaşlar önemli miktarda fiziksel yıkıma ve yetersiz yatırıma yol açtı. Baltık devletleri gibi kimi ülkeler, sanayisizleşmeyi derinleştiren aşırı değerli döviz kuru politikalarını çabuk uyguladı.
AB ve bir dizi Doğu Avrupa devleti arasındaki üyelik müzakerelerinin başlamasıyla birlikte Doğu Avrupa’nın Avrupa ekonomisine tabi entegrasyonu derinleşti ve bölgedeki kalkınma yörüngesi sonraki on yılda daha net tanımlı bir hale geldi. Visegrád ülkelerinde (Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya ve Slovakya) ve Slovenya’da ihracata yönelik sanayileşme ve finansallaşma kombine edildi. Slovenya dışında ihracat sektörü büyük oranda ulus aşırı sermaye tarafından kontrol edilmekteydi. Sektör Alman ihracat sektörüne sıkı sıkıya entegre olmuştu. Uzmanlaşma otomobil endüstrisine kuvvetli bir odaklanmayla birlikte genellikle oldukça dardı. Kriz öncesi ilk yıllarda ihracat sayesinde, cari işlemler açığı kritik seviyesi olan GSYİH’nın %5’inin genellikle altındaydı. Öte yandan, dar uzmanlaşma ve Alman ihracat sektörüyle ilişkilere güçlü bağımlılık nedeniyle, sanayi ihracatı sektörünün kriz karşısındaki kırılganlığı yüksekti.
Bankalar finansallaşmanın itici gücüydü. Yine Slovenya dışında bankacılık sektörü yabancı sermayenin eline geçti. Bankalar özel hanehalklarına kredilerini devasa biçimde artırdılar. Güney Avrupa’da olduğu gibi krediler, özellikle ekonomik merkezlerdeki tüketimi ve gayrimenkul balonlarını şişirdi. Macaristan dışında bu borçlar çok büyük bir oranda ulusal para biriminden idi. (Becker 2010: 519 cc.) Bu ülkelerin parasal rejimleri tek tip değildi. Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya esnek döviz kurlarını sürdürüyordu. Öte yandan, göreli olarak cazip faiz oranları nedeniyle para birimleri değerlenme eğilimindeydi. Bu değerlenme batı bankaları yararınaydı çünkü bölgedeki finansal varlıklarının değerlenmesi anlamına geliyordu. Çek Cumhuriyeti ve Polonya -en azından prensipte- kendi döviz kuru politikalarında gerçek bir otonomiyi devam ettirdiler. Bu ülkelerde döviz üzerinden iç borçlar oldukça sınırlıydı. Böylece, devalüasyon bankacılık sektörü için bir sorun değildi. Döviz üzerinden iç borçların azımsanmayacak düzeyde olduğu ve dış borçların GSYİH’ya olan %156.8 oranıyla olağanüstü yüksek olduğu Macaristan’da ise durum farklıydı. (in 2010; Hrvatska narodna banka 2011: 13, tab. 3) Böylesi bir durumda para biriminin devalüasyonunun (yabancı kurdan) borçlulara ve bankalara çok büyük olumsuz etkileri oldu. Macar forinti fiilen sınırlı olarak avroya bağlandı. (Becker 2007: 254 cc.) İki en küçük ülke -Slovenya ve Slovakya- evro alanına sırasıyla 2007 ve 2009’da katıldı. Slovenya’da, gelecekteki avro bölgesi üyeliği perspektifi, 2004 ve 2008 arasındaki özel borç ve gayrimenkul balonlarının muazzam yükselişini besleyen çok büyük sermaye girişlerini harekete geçirmiş gibi görünmekte. GSYİH’sının %114.3’ü ile Slovenya bölgedeki en yüksek dış borç seviyesine sahip ülkelerden biriydi. (Hrvatska narodan banka 2011: 13, tab. 3) Živković’in (2012: 212) işaret ettiği gibi, avro bölgesine girişin, Slovenya’nın dış ticaret bilançosu ve endüstriyel gelişmesi üzerinde bugüne kadar zararlı etkileri oldu. Slovakya’da avroya geçmeden kısa süre önce Slovak korunası ve avro dönüşüm kuru yükseltildi. Bu değişim oranı Slovakya’nın görece küçük sanayi şirketlerinin lehine değildi, Batı Avrupalıların sahip olduğu bankaların yararınaydı. Bu düzeltme daha çok finansallaşma mantığını izliyordu. (cf. Becker/Lesay 2012).
Baltık ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinde, birikim rejimi esasen bağımlı finansallaşmaya doğru yöneldi. Parasal rejim, bu tip birikim rejimlerinin temel bir direğiydi. Sabit döviz kuru rejimleri baskındı. Hatta bazı devletler (Bosna Hersek, Bulgaristan, Estonya, Litvanya), sabit döviz kurunun, iç parasal tabanın cari yabancı döviz stokuna bağlanması kuralıyla bütünlendiği, oldukça katı para kurullarını tatbik ettiler. Para kuruluyla beraber ülke içindeki para politikasının otonomisi sıfırlanır. Romanya ve Sırbistan’da olduğu gibi, istisnai olarak esnek döviz kuru da korundu. Bununla beraber, esnek döviz kuru yabancı sermayeyi çekmek ve devalüasyonu önlemek için yüksek faiz oranlarıyla tamamlandı. (ve hatta bir değerlenmeyi sağlad
ı; Becker 2007: 244 cc.) Her durumda netice reel bir değerlenme, hatta esnek döviz kuruyla Romanya örneğinde devasa bir nominal değerlenme oldu. (Onaran 2007: 145, figure 5). Dövizle alınan kredilerin yüksek oranı, yani informal avroizasyon, Baltık ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinin para politikası seçeneklerin ağırlıklı olarak sınırlandırdı. (cf. Lovrinović et al. 2011: 72 cc.) Devasa sermaye girişleri ekonomik büyümenin motor gücü oldu. Bunlar gayrimenkuldeki ve sürdürülebilir tüketimdeki canlanmayı besledi. Yabancı bankaların “kardeş bankaları”nın hızlı kredi genişlemesi, özellikle Baltık devletlerinde, ağırlıklı olarak dış kaynaklı yeniden finansmana dayalıydı. Kendi döviz risklerini düşürmek için bankalar ağırlıklı olarak döviz kredilerini desteklediler. Bu krediler genellikle baskın oldular. Baltık devletlerinde iç kredilerde %80’den fazla bir payları olmuştu. (Astrov/Pöschl 2009: 355, figure 5) Bu mekanizma üzerinden borçlu orta tabakalar cari döviz kuruna bağlıydı. Para biriminin güçlü bir devalüasyonu, beraberinde orta tabakalar için bir finansal felaketi de getirmekteydi. Cari döviz kuru, üretken sektörler için bir felaketti. İthalat aşırı derecede ucuzdu. İthalat artışı ihracat artışını geride bıraktı. Sonuç devasa dış ticaret açığıydı. Cari işlemler açığının GSYİH’nın %10’undan fazla olması standart oldu. Bulgaristan, Letonya ve Karadağ gibi kimi ülkelerde cari işlem açığı, kriz öncesi yıllarda GSYİH’larının %20’sinden fazla bir miktardaydı. (Astrov/Pöschl 2009: 355, tab. 5, Becker 2010: 524) Genel olarak dış borçlanma sürecinin daha sonra başlaması nedeniyle, dış borç düzeyi Güney Avrupa’dan biraz daha düşüktü. Yine de 2010’da dış borçlar GSYİH’nın Letonya’da %165.0’ına, Estonya’da %115.0’ine, Bulgaristan’da %104.5’ine, Hırvatistan’da %101.1’ine ulaştı. (Hrvatska narodna banka 2011: 13, tab. 3)
Kriz ve kemer sıkma
Bir hayli avrolaşmış ekonomisiyle Macaristan istisnası dışında, ihracat ve finansallaşmaya dayalı Doğu Avrupa ülkeleri, kriz boyunca özellikle ihracat azalmasından etkilendiler, bununla birlikte Slovenya’da gayrimenkul balonunun çöküşünün de oldukça önemli ve kalıcı sonuçları olmuştu. (Becker 2010: 521 cc.) Bu ülkelerin canlanması büyük ölçüde Almanya’nın ihracat performansına bağlıydı. Bu nedenle canlanma çok zayıf. Büyüme modeli oldukça tek taraflı olarak bağımlı finansallaşmaya dayalı olduğu ülkelerde, sermaye girişlerinin kuruması birikim modelinin kalbinden vurdu. Doğu Avrupa ülkeleri ilk vurulan oldular. (Kısa vadeli) dış finansa ne kadar fazla bel bağlanıyorsa ve cari açığın varlığı ne kadar fazlaysa o kadar sert bir resesyon oldu. En kötüsü Baltık devletlerindeydi, özellikle de GSYİH’sı sadece 2009’da %18 düşen Litvanya’da. (ibid.: 525 cc., Dale/Hardy 2011: 253 c.) Düşen sadece ihracat değildi, aynı zamanda kredi çekişli iç talep de çöktü. İşsizlik fırladı.
Akdeniz’in avro bölgesi ülkeleri için mali çalkantının ani etkileri Doğu Avrupa’daki kadar güçlü değildi. Avro bölgesi üyelikleri geçici sığınak sağladı. 2009’da Doğu Avrupa’daki çevre ülkelerin birçoğuna göre Akdeniz’de resesyon daha az sertti. Güney Avrupa ülkelerinin kırılganlığının spekülatif ataklar için fark edildiği ve bunlardan faydalanıldığı 2010’un başlarında durum değişti. Ekonomik olarak en kırılgan olan ve borç verilerinin manipülasyonuyla kötü şöhreti yayılan Yunanistan hedef alınan ilk ülke idi. Peşinden Portekiz ve İspanya geldi. Bu üç ülke ortak bir özelliği paylaşıyor: göreceli olarak dar bir sanayi temeli ve kriz öncesi yıllarda yüksek cari açık.
Büyük oranda finansallaşmış ekonomilerde krize reaksiyon benzerdi: ücret ve emeklilik maaşlarının düşürülmesine odaklanan kemer sıkma politikaları. Bu politikaların modeli, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve AB ile kredi anlaşmalarına giden Doğu Avrupa ülkelerinden sağlandı. Macaristan AB’de bu yola giden ilk ülkeydi, Letonya ve Romanya’nın yanı sıra AB dışında Sırbistan ve Bosna Hersek de bunu izledi. (Becker 2009, Živković 2012: 202 cc.). Anlaşmalar döviz kurlarını ve parasal rejimi istikrara kavuşturmaya odaklandı. Bu durum, bölgedeki varlıklarının devalüasyonunu istemeyen ve bir devalüasyonun devasa döviz üzerinden iç borçlar üzerindeki etkilerinden korkan Batı bankalarının çıkarınaydı. Yüksek döviz üzerinden borçlarıyla orta tabakalar bu perspektifi paylaştı ve neoliberal kemer sıkma politikalarına önemli bir iç destek temeli sağladılar. Çok sıkı bütçeler hayata geçirildi. Kamu çalışanları ücret kesintilerinden muzdaripti. Sosyal harcamalar sert biçimde azaltıldı. Bu yolla, kısa dönemde cari açıkların azaltılması için iç talep bastırıldı. Üzerini örten bir biçimde bu politika “iç devalüasyon” olarak adlandırıldı. Bu politikalar, çok derin bir resesyon ve işsizlik ve yoksullaşmanın derinleşmesi pahasına cari açıklarda kısa vadeli bir azalma sağladı. Bununla birlikte, tutuk bir canlanma bile hızla cari açıkların kötüleşmesinin yenilenmesine neden oldu. Üretken sektörlerdeki yapısal sorunlar hiçbir biçimde çözülmedi. Kemer sıkma politikaları en başta Romanya’da olmak üzere birkaç ülkede toplumsal protestolara sebep oldu. Macaristan’da, kemer sıkma politikalarından hoşnutsuzluk ve sosyal-liberal hükümetin skandalları, milliyetçi muhafazakar Fidesz’i 2010’daki genel seçimlerde hükümete taşıdı. Fidesz bir yandan neoliberal politikaları derinleştirdi diğer yandan kimi kilit noktalarda Batı bankalarına kafa tuttu. Üst orta tabakalarının borçlu sektörlerinin durumunu hafifletmek için döviz kredilerini, kriz öncesi seviyeyi yansıtan imtiyazlı kurdan geri ödeme olanağı yarattı. Bu bankalara ve Doğu Avrupa’nın geri kalanı için emsal olmasından korkan Avrupa Komisyonu’na aykırı bir durumdu. (cf. Becker 2012, Tóth et al. 2012: 147 cc.) Batı Bankaları ve AB ile çatışma gerçek ancak sınırlı bir çatışmaydı. Fidesz hükümeti Macar modelinin diğer ayağı olan uzun emeğe dayalı ihracata yönelik sanayileşmenin tamamen arkasındaydı.
Doğu Avrupa’da uygulanmış olan türde politikalar daha sonra Güneydoğu Avrupa’ya aktarıldı ve kemer sıkma ve ücret baskılama politikalarının ana hatları, bir dizi son düzenlemeyle AB düzeyinde kurumsallaştırıldı. (Klatzer/Schlager 2011). Çevre ülkeler, AB’deki radikalleşmiş neoliberalizmin laboratuarı oldu. Doğu Avrupa’da olduğu gibi, ücret ve emeklilik maaşları kesintileri politikaları Avrupa’nın güneyinde belirgin bir şekilde öne çıktı. Bunlar deregülasyon ve özelleştirme politikalarıyla desteklendi. (cf. Karamessini 2012 on the emble matic Greek case). Devam eden avro bölgesi üyeliği, fiili olarak neoliberal politikaların muazzam radikalleşmesine bağlı hale getirildi. Kendi ifadeleriyle, kemer sıkma politikaları çöktü. 2010 ve 2011’in üçüncü çeyrekleri arasında Kamu borcu/GSYİH oranı en yüksek artan iki ülke Yunanistan (20.3 yüzde puan) ve Portekiz (18. yüzde puan) oldu. (Eurostat, 2012) Uzun ve derin resesyon olduğu halde, Yunanistan’da cari açık ancak çok az düşürüldü. İşsizlik, özellikle de genç işsizliği arttı. Toplumsal mücadeleler Yunanistan başta olmak üzere Güneydoğu Avrupa’da, Doğu Avrupa’daki gibi daha kuvvetli olma eğiliminde. Bu mücadelelerde özellikle gençlik başı çekiyor, ancak sendikalar ve Yunanistan’da kendi hesabına çalışanlar da çok aktif bir rol oynadı. Yunan solunda, avro bölgesinden ayrılmanın ve borçları ödememenin krizden çıkış için ilerici bir yol olup olmayacağı tartışmaları doğdu. (cf. Kouvelakis 2011).
Alternatifler
Şu an itibarıyla, Yunanistan’daki ana sol parti Syriza’nın büyük çoğunluğu avro b
ölgesinde kalmaya ısrar ederken (hala) kemer sıkma politikalarıyla mücadele yanlısı. Bu pozisyonun biri politik biri ekonomik iki temel problemi var. Politik problem şu ki, AB’deki kriz süreci aşırı derecede eşitsiz ve bu yüzden sosyal ve politik mobilizasyon söz konusu. Syriza’nın diğer AB ülkelerinde politik müttefik eksikliği var. Ekonomik problem şu ki, avro bölgesi üyeliği ile Yunan ekonomisinin canlanması ve yeniden inşası -üstelik AB politikalarında ve merkez ülkelerindeki politikalarda büyük değişiklikler yaşanırken- zorlukla bir arada olabilir.
Costas Lapavitsas (2011), alternatif bir bakışla, borçlunun lehine sürdürülen bir temerrüdü ve avro bölgesinden çıkışı savunmaktadır. Bu bir borç indirimini sağlama, özerk para politikaları ve ekonomik canlanma için alan açma adına devreye sokulmalıdır. Böyle bir argüman, kriz öncesi yıllarda da yüksek cari açıklar ve bir hayli finansallaşmış büyüme rejimleri sergileyen Doğu Avrupa ekonomilerine modifiye edilmiş bir şekilde uygulanabilir. Bununla birlikte, devalüasyon ve ithalatın pahalılaştırılması yoluyla yerli üretimin korunmasının sağlanmasına nazaran borç indirimine daha az vurgu yapıldığını ileri süreceğim. Baltık ülkelerinde ve Güneydoğu Avrupa’da bir devalüasyon ve de-avroizasyon (yani döviz üzerinden kredilerin yerli para birimiyle kredilere dönüştürülmesi el ele gitmek zorunda. De-avroizasyon parasal özerkliğine yeniden kazanılmasını sağlar ve politika seçeneklerini genişletir. (cf. on this latter aspect Baletić 2011: 13 c.) Daha uzun vadeli bir perspektifte, devalüasyon daha seçici içe dönük politikalarla ve ekolojiye duyarlı sanayi politikalarıyla birleştirilir. Böylesi bir değişikliğin etkisi, yaklaşık on yıl önce parasını devalüe eden ve sık sık olumlu bir referans olarak anılan Arjantin gibi Güney Amerika ülkelerindeki durumdan daha az etkili olur. Arjantin’in, Güney ve Doğu Avrupa’nın bir çoğu şimdiye dek finansallaşmış ekonomileri vakalarına göre devalüasyona daha olumlu yanıt verebilecek olan (temel olarak zirai temelli) daha güçlü bir ihracatçı sektörü ve daha geniş temelli imalat sektörü vardı. Arjantin örneği, finans sektörü ve para akımları için bir hayli dolarize (avroize) olmuş ekonomilerde kısa vadeli devalüasyonun sonuçlarının ne kadar büyük olduğunu göstermekte. (cf. Beker/Viska 2005) Devalüasyondan önce, döviz kuru üzerinden borçlar ulusal para birimi üzerinden borçlara dönüştürülerek bu sonuçlar hafifletilebilir. Ne var ki bu kolay bir seçenek olmayacaktır. Şu an itibariyle, de-avroizasyon, devalüasyon ve ilerici yeniden sanayileşme Doğu Avrupa’nın politik gündeminde zar zor yer alacaktır ve merkez ülkelerdeki politik reaksiyonlar muhtemelen düşmanca olabilecektir. Bununla birlikte, şu ana kadarki parasal rejimdeki bir kırılma, krizden çıkmak için ilerici yollara alanlar açmanın ve çevre ülkelerde yeni kalkınma modellerine giden yolları çizmenin ön koşulu olacaktır.
Kaynaklar
Astrov, Vasily/Pöschl, Josef (2009): MOEL im Sog der Krise. In: Wifo-Monatsberichte, 82(5), pp. 347-359
Baletić, Zvonimir (2011): Predgovor. Monetarna politika ekonomskog rasta i zaposlenosti. In: Jakovčević, Drago/Lovrinović, Ivan/Radošević, Dubravko (eds.): Novac i ekonomski rast: Monetarna politika ekonomskog rasta i zaposlenosti. Zagreb, pp. 7-17
Becker, Joachim (2007): Dollarisation in Latin America and Euroisation in Eastern Europe: Parallels and Differences. In: Becker, Joachim/Weissenbacher, Rudy (eds.): Dollariziation, Euroization and Financial Instability. Central and Eastern Europe between Stagnation and Financial Crisis? Marburg, pp. 223-278
Becker, Joachim (2010): Krisenmuster und Anti-Krisen-Politiken in Osteuropa. In: Wirtschaft und Gesellschaft, 36(4), pp. 517-540
[Sendika.Org’un İngilizce sayfasındaki orjinalinden çevrilmiştir]