Emek gücünün verimliliğini artırarak, yani mevcut emeğin daha fazla sömürüsüyle büyümeyi sağlamak için geleceğe dönük, itiraz etmeyen nesiller yetiştirmek gerekiyor. 4+4+4, Ulusal İstihdam Stratejisi, Çıraklık Kanunu vb düzenlemeleri bu açıdan da değerlendirmek gerekir 12 Eylül askeri darbesinin üzerinden 32 yıl geçti. Toplumun azımsanmayacak bir bölümüne göre “bu darbe tarihte kaldı.” Çünkü tarih denilince “geçmiş” kastedilir, […]
Emek gücünün verimliliğini artırarak, yani mevcut emeğin daha fazla sömürüsüyle büyümeyi sağlamak için geleceğe dönük, itiraz etmeyen nesiller yetiştirmek gerekiyor. 4+4+4, Ulusal İstihdam Stratejisi, Çıraklık Kanunu vb düzenlemeleri bu açıdan da değerlendirmek gerekir
12 Eylül askeri darbesinin üzerinden 32 yıl geçti. Toplumun azımsanmayacak bir bölümüne göre “bu darbe tarihte kaldı.” Çünkü tarih denilince “geçmiş” kastedilir, bu nedenle de 12 Eylül darbesi ve ardından yaşanan askeri diktatörlüğün Türkiye’nin geçmişinde yer aldığı düşünülür. Oysa bugün hala etkileri yoğun bir biçimde süren bir şey “tarih” değildir, aslında “geçmiş” de sayılamaz. 12 Eylül rejimi, anayasası, HSYK ve YÖK gibi kurumları, devam eden olan neoliberal politikaları, insanlar üzerinde yarattığı korku, baskı ve yılgınlık, siyasetten uzak durma, muhafazakârlaşma, dine dönüş, milliyetçilik ve şovenizm ile hala devam ediyor.
Darbenin ekonomi politik arka planı
Tarihsel olaylar ve olgular genelde iki biçimde açıklanırlar. İlkinde “öznel idealizm”e başvurularak örneğin savaşların “kötü adamlar”ın, iyi şeylerin ise “iyi adamlar”ın eseri olduğu ileri sürülür. Bu bağlamda 2. Dünya Savaşı’nı tutkularının esiri olan Hitler çıkartmıştır. Keza bugün Türkiye’nin Suriye ile savaşın eşiğine gelmiş olmasının nedeni Erdoğan’ın ‘Yeni Osmanlıcı’ ruh halidir. Tarihsel olaylarda bireysel tutum ve davranışların ve bazen de tesadüflerin rolü olsa da, bunlar aslında derinde yatan zorunlulukların ya da ertelenemez ihtiyaçların dışavurumlarıdır.
Bu bağlamda 12 Eylül askeri darbesini, örneğin Kenan Evren ve diğer cuntacı askerlerin darbe meraklarına ya da sağ-sol çatışmasına indirgemek sadece görüntülerle uğraşmak demektir. Aslında bunlar sadece darbecilerin arkasındaki sermaye çevrelerinin darbeler üreten bir sistemi ya da darbecilerin darbeyi meşru gösterebilmek için kullandıkları olaylardır.
Tarihe ikinci bakış “tarihsel maddeci” bakıştır. Bu bakış olayları ve olguları, içinde yer aldıkları sistemin, üretim tarzının iç çatışmaları, dinamikleri ve sınıf mücadeleleri ile açıklar.
Bu çerçevede azgelişmiş ülkelerdeki kapitalist gelişim çizgisine denk düşen her aşama özgün bir sermaye birikimi süreci, tarzı ya da stratejisiyle belirlenir. Sermaye birikim süreci ise sınıfsal yapılanmalar ve o ülkenin emperyalizm ile bütünleşme biçimince şekillenir. Her aşamaya ait bir gelişme stratejisi söz konusudur ve bu aşamalar genelde iktisadi bir kriz ve ardından gelen bir politik krizle sonlanırlar. İşte genelde askeri müdahaleler bu aşamalar arasındaki bu kriz ya da geçiş dönemlerine rastlarlar.
Bu perspektiften bakıldığında darbe öncesinde, 1970’li yılların başından itibaren gelişmiş metropol ekonomilerin bir aşırı birikim krizine girdiği, kâr oranlarının hızla düşmeye başladığı, iktisadi büyüme oranlarının % 1’e kadar gerilediği ve işsizliğin % 6-7’lere kadar yükseldiği görülür. İlave olarak bu dönemde Altın Para Sistemi çökmüş, stagflasyon ortaya çıkmış ve tüm bunların sonucunda sermaye birikim süreçleri tıkanmıştır.
Paralel bir biçimde Türkiye ekonomisi, 1962 yılından beri uygulanmakta olan ithal ikameci birikim modelinin tıkanması nedeniyle, krize girmiş, döviz darboğazı baş göstermiş, dış borçlar hızla artarken, enflasyon tarihinde ilk kez % 100’e çıkmıştır. Bu gelişmeler toplumsal muhalefeti yükseltmiş, grevler, direniş ve sokak gösterileri, miting ve boykotlar hızla artarken sosyalist hareket hızla işçi sınıfı hareketiyle buluşmaya başlamış ve örneğin 1977’deki kanlı 1 Mayıs’ta, üstelik resmi olarak bayram olarak kutlanmasına izin verilmemesine rağmen, 500 bini aşkın işçi, memur, öğrenci Taksim meydanını doldurabilmiştir. Egemen sınıfların böyle bir buluşma ve devrimci yükselişe karşı cevabı sıkıyönetim uygulamaları ve kontrgerilla destekli sivil milislerin saldırıları biçiminde olmuş ancak tüm bunlar devrimci yükselişi durdurmaya yetmemiştir.
Diğer yandan 1979 yılında gerçekleşen İran Devrimi sonucunda ABD emperyalizminin Ortadoğu’da çok güçlü bir müttefikini yitirmesi ve 1980 yılında Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi nedeniyle bu bölgede taşların ABD aleyhine yerinden oynaması Türkiye’yi jeopolitik açısından son derece önemli ve feda edilemez bir konuma getirmiştir. İçerde egemen sınıflar ittifakının yönetemez duruma geldiğinin en önemli göstergesi ise muhalefet partilerinin kendi aralarında anlaşarak cumhurbaşkanını seçememeleri olmuş ve giderek yükselen devrimci kalkışma ile birlikte bu yönetememe durumu egemen sınıfları son derece rahatsız etmiştir.
İktisadi tıkanma ABD ve Büyük Britanya’da sırasıyla Reagan ve Thatcher’in işbaşına getirilerek neoliberal bir ajanda uygulamaya başlamasıyla açılmıştır. Türkiye’de ise 1 Ocak 1980 tarihinden itibaren, bir sermaye örgütü olan MESS’in temsilcisi Turgut Özal’ın başbakanlık müsteşarlığına atanarak IMF, DB ve OECD destekli neoliberal istikrar ve yapısal uyum politikalarını tasarlayıp uygulaması ve bundan dokuz ay sonra da emekçilerin bu programa olan direnişini tamamen kırmayı da amaçlayan 12 Eylül askeri darbesinin yapılmasıyla açılabilmiştir.
12 Eylül darbesi döneminin dünyadaki tek örneği değildir. 1975-85 arasında Arjantin, Bolivya, Brezilya, Filipinler ve G. Kore’de benzer askeri darbeler gerçekleştirilmiştir.
Kısaca Türkiye’de 1980 yılında eski sermaye birikimi rejiminden yenisine geçiş iktisadi ve ardından gelen bir politik krizle sağlanmış ve üst yapıda devlet bu yeni sürece uyumlu bir biçimde askeri bir darbe ile askeri bir diktatörlüğe dönüştürülmüştür. Sonrasında kaybeden Türkiye halkları ve emekçileri, işçileri, köylüleri, gençleri olurken kazanan emperyalizm ve emperyalizm ile yeni bir bütünleşme içine giren büyük burjuvazi olmuştur.
Bugünkü (ve gelecekteki) Türkiye’yi iyi çözümleyebilmek için bu süre boyunca dünya ve Türkiye’de hem iktisadi altyapıda hem de politik ve ideolojik üst yapıda ne tür bir dönüşüm yaşandığını iyi anlamak gerekir.
1945-75 dönemi ABD’de ‘Altın Çağ’, Avrupa’da ‘Sosyal Devlet ya da Sosyal Demokrasi’ ve azgelişmiş dünyada ‘Ulusal Kalkınma’ dönemi olarak adlandırılır. 1980’lerin başlarından itibaren bu dönem sona ermiş ve yerini ‘Geç Kapitalizm’ ya da daha yaygın bir kullanımla ‘Neo liberalizm’ almıştır.
Bu dönemin temel özelliği küreselleşme ve finansallaşmanın hızlanması ve baskın hale gelmesi, tekellerin (ya da oligopollerin) hayatın her alanında yaygınlaşması ve devletin ekonomiye müdahale alanının daraltılarak, uluslararası piyasaların ve bunların aktörleri dev sermaye şirketlerinin tam hegemonyasının tesis edilmesidir.
Bu dönemde ayrıca kapitalist krizlerin kısa dönemli iş döngüleri olmaktan ziyade çok uzun yıllar süren uzatılmış durgunluklara (stagnasyon) ve büyük resesyonlara dönüşmesi ve bunların da üst yapıda burjuva demokratik devletlerden vazgeçilerek finansal oligarşik yapılara yönelimi gibi eğilimler söz konusudur.
Küreselleşme ve finansallaşmanın ulaştığı boyutlar çok çarpıcıdır. Bir yılda tüm dünyadaki reel mal üretiminin toplam değeri ortalama 55-60 trilyon $ iken, temel aktörleri ticari bankalar, yatırım fonları, sigorta ve özel emeklilik şirketleri olan finans piyasalarındaki yıllık toplam işlem hacmi bunun 63 katı yani 3,450 trilyon $’dır. Bu gerçek, dünyanın en büyük ekonomilerinin ve en güçlü hükümetlerinin dahi finans kapitalin saldırılarına karşı durmalarının ne denli zor
olduğunu ortaya koymaktadır.
Küresel düzeyde sermaye ağının nasıl oluştuğu finans kapitalin kontrol gücünü sergilemektedir. Buna göre dünyada 2007 yılı itibariyle 43,060 çok uluslu şirketten oluşan bir sermaye ağı var. Bu ağ küresel kapitalist ekonomik gücün kaynağını oluşturuyor. Bu ağın % 40’ı tek başına 147 şirket tarafından kontrol ediliyor. Özellikle en tepedeki 50 şirketten biri hariç kalan tamamı finans şirketlerinden oluşuyor.
Küresel reel piyasalarda da benzer bir oligopolleşme eğilimi söz konusudur. Yani dünya üretimi ve ticareti az sayıda çok uluslu şirket tarafından doğrudan ve dolaylı yollarla kontrol edilmektedir. UNCTAD’ın 2010 World Investment raporuna göre dünyanın en büyük 100 çok uluslu şirketi ABD, AB ve Japonya’da yerleşiktir (Triad). Bu şirketlerin aralarındaki ilişki klasik anlamdaki rekabetten farklı olup daha ziyade bir rakiplik ve işbirliği diyalektiği biçimindedir. Özellikle de fiyat rekabeti çok tehlikeli bir şey olarak düşünüldüğünden genelde bundan sakınılır. Bunun yerine firmalar büyük ölçüde düşük işgücü maliyetli durumlara, kaynak rekabetine ve ürün farklılaşmasına yönelirler.
Uluslararası tekelci sermayenin iktisadi gücünün yoğunlaşması ve kontrol gücünün artması aynı zamanda dolaylı bir biçimde, taşeronluk ve yönetim sözleşmeleri, anahtar teslimi anlaşmalar, franchising, lisanslama ve ürün paylaşımı gibi uluslararası stratejik ittifaklarla da sağlanmaktadır. Örneğin Star Alliance gibi mega işbirlikleri THY dahil otuza yakın ülke hava yollarını bünyesinde toplamıştır.
Bu verilerden hareketle günümüz kapitalizminin en çarpıcı özelliğinden birinin küresel düzeyde tekelleşme (ya da oligopolleşme) olduğu, bunun giderek genel bir eğilim halini almakta olduğu ve dünyada bu yapıdan özerk hiçbir ekonomik faaliyetten söz etmenin mümkün olamayacağı ileri sürülebilir. Bu eğilimin çok önemli politik sonuçları var: (i) Burjuva demokrasileri giderek geçerliliğini yitirmekte, iktidar ve muhalefet partileri arasındaki fark giderek kaybolmaktadır. ii) Uzun dönemde “emperyalistler arası savaş” tezi geçerliliğini korusa da, kısa vadede ABD, AB ve Japonya üçlüsünden oluşan bir “kolektif emperyalist işbirliği” mevcuttur. Libya işgali ve gündemdeki Suriye müdahalesi bunun somut örnekleridir. (iii) Triad’ın emperyalist bloku azgelişmiş ülkelerdeki gerici hegemonik bloklar ile stratejik ittifakını sağlamış durumdadır. Böylece azgelişmiş ülkelerdeki gerici hegemonik blokları da içine alan bir küresel gerici hegemonyadan söz etmek mümkündür. Büyük Orta Doğu Projesi’nde (BOP) Türkiye ve ABD’nin ittifakı ve eş başkanlıkları bunun en somut ifadesidir. (iv) Mevcut iktisadi kriz sadece bir kriz olmaktan öte özellikler göstererek, sistemin kendi kendini yeniden üretmekte zorlanmasından dolayı, içe doğru patlamalar yaşamaktadır (Bolivya, Venezüella ve Ekvator).
İkinci önemli gelişim iktisadi altyapıdaki dönüşümün üst yapıda yarattığı yansımalardır. Bunun en belirgin örneği egemen burjuva ideolojisindeki dönüşümdür (neoliberalizm). Bu, günün koşullarına göre geliştirilmiş burjuva ideolojisinin din ve muhafazakârlık gibi en temel kurumlarla yaptığı işbirliği sonucunda, adeta yeni bir din gibi hiçbir şeklide tartışılamayan, kesin biat edilen bir ideolojiye dönüşmesi geniş yığınların hayatı üzerinde çok ciddi etkiler yaratmıştır.
Neoliberalizmi anlayabilmek için 1970’lerdeki burjuva ideolojisindeki bir kırılmayı ve bunun sonuçlarını iyi anlamak gerekir. 1970’lerde emek ve sermaye arasında bir tür ateşkesi içeren ve verimlilik, ücret ve kâr artışları biçiminde yürüyen Fordist yapılanmadan post Fordist yapılanmaya (Taylorist ya da yalın üretim), eş anlı olarak da Keynesyen teoriden vazgeçilip devletin ekonomiye olan müdahalesini azaltan post Keynesyen görüşlere ve yaklaşımlara geçildi. Bu gelişme, aslında, 1970’lerde had safhaya ulaşan sermaye birikim modeli ve krizinin kaçınılmaz sonucuydu ve neoliberalizm buna bir yanıt olarak ortaya çıkmıştı.
Ancak neoliberalizm sanıldığı gibi son 30-40 yıllık bir ideoloji değildir. Kökü “Büyük Bunalım” (1929) yıllarına kadar uzanır. İlk olarak 1930’larda bir grup Fransız neoliberal tarafından Colloque Walter Lippmann adlı bir konferansta tasarlandı. Hayek ve Ludwig von Mises’in de katıldığı bu konferansta Büyük Depresyon’u ve sosyalizmi önleme konusunda yetersizliği iyice açığa çıkan klasik liberalizm kıyasıya eleştirildi. Neoliberaller sosyal değişimi yönlendirecek çözüm arayışlarına giriştiler. Yani inisiyatifi ele geçirmek istediler. Bu nedenle neoliberalizm sadece sosyalizmi önlemek anlamında gerici değil, aynı zamanda sosyal değişime yön vermek anlamında (içinde ilerici unsurları barındırması bağlamında) stratejik bir işleve sahiptir.
Dolayısıyla neoliberalizm sadece politik bir hareket olarak değil, aynı zamanda entellektüel bir oluşum olarak da ele alınmalıdır. Zira neoliberallerin toplantıları ve katılımcıları tek bir perspektife indirgenemeyecek çeşitlilikteydi. 1107 üyesinin çok az bir kısmı aslında iktisatçıydı. Çoğunluğu hemen her kıtadan ve metropol ekonomilerden gelmiş olan akademisyenlerden, yargıçlardan, işadamlarından, gazetecilerden, hukukçulardan, tarihçilerden, felsefecilerden ve din bilimcilerden oluşmaktaydı. Buna karşılık bu toplantılarda formüle edilen fikirler kolaylıkla bağlantıları aracılığıyla tüm dünyaya yayılabilmiştir. Bu da onu entellektüel düzeyde çok önemli bir güç haline getirmiştir.
Yaygın inancın aksine neoliberalizm devletin rolünün “bırakınız yapsınlar”ın gece bekçiliğine indirilmesini benimsemez. Tam tersine devlet piyasaların işleyebilmesinin koşullarını yaratmalıdır. Sermaye lehine ve sistemi kurtarmak için aktif devlet müdahalesi her zaman savunulmuştur. Ancak aynı zamanda da piyasalar bir fetiş haline getirilip, piyasaların ve aktörlerinin mutlak hegemonyası hem ideolojik olarak hem de pratikte pekiştirilmiştir.
Neoliberalizm aşırı birikim sonucu ortaya çıkan kapitalist krize ve yükselen işçi sınıfı mücadelesine karşı sistemin sarıldığı bir çözüm gibi görünse de aşırı birikim sorununu (sistemik bir sorun olduğundan) çözemedi ama sınıflar arası güç ilişkisini çok küçük bir azınlıktan yana pekiştirdi. Bu nedenle de neoliberalizm David Harvey’in dediği gibi sermaye birikimi ile ilgili olduğu kadar bir sınıf projesidir. Öyle ki küresel çapta politik ekonomiyi egemen sınıf ve ulusların emrine sokarak şekillendiren bir ideolojidir. Zira dünya çapında emekçilere yönelik topyekün bir saldırıyı örgütlemiş ve dünyayı yeni baştan yapılandırmıştır.
Harvey’e göre neoliberalizmin dört ayağı mevcut: (i) Kamusal mal ve hizmetlerin metalaştırılması ve kamunun küçültülmesi. (ii) Her türlü metayı bir spekülasyon aracına dönüştüren bir hızlı finansallaşma. (iii) Her türlü doğal, sosyal ve reel felaketin ve krizin kapitalist sınıf için ve onun tarafından manipülasyonu. (iv) Servetin üst sınıflar lehine ve bölüştürülmesinde devletin açık ve pervasız bir biçimde bir araç olarak kullanılması. Nitekim neoliberalizm ile birlikte geleneksel sermaye birikimi yöntemlerine ilave olarak, sağlık ve eğitim gibi kamusal hizmetlere ve doğal kaynaklara el koyma biçiminde çağdaş bir “ilkel birikim modeli” de yoğun bir biçimde kullanılmaya başlanmıştır.
Türkiye ekonomisinin bu süreçte dönüştürülmesi ve büyük şirketler ve sermayenin hegemonyasının tam tesisi şöyle bir kronoloji izlemiştir: 24 Ocak 1980 Kararları; Haziran 1980’de faiz oranlarının serbest bırakılması; 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi; 1982 anayasası ile HSY
K, YÖK benzeri kurumların oluşturulması; 1982’den itibaren Sermaye Piyasası Kurulu ve İMKB’nin kurularak uluslararası finans piyasalarıyla bütünleşmenin adımlarının atılması; 1984 yılından itibaren vergilemeden giderek vazgeçilerek kamu finansmanının asıl olarak iç ve dış borçlanmayla karşılanması; 1986 yılından itibaren hız kazanan özelleştirmeler ile halka ait her şeye yerli ve yabancı sermaye tarafından el konulması; 1989 yılında döviz giriş ve çıkışının serbest bırakılarak küresel piyasalara entegrasyonun sağlanması.
2001 yılında Ecevit başbakanlığındaki Koalisyon Hükümeti’ne dışarıdan bakan olarak atanmış olan K.Derviş’in uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda hazırlamış olduğu “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ekonomik dönüşümün belki de en önemli yapı taşıdır. Zira sonrasında iktidar olan yeni liberal – yeni muhazakar AKP Hükümeti bu programı hiç sorgulamak gereği duymamış, uluslararası sermayenin taleplerini aynen yerine getirmiş, buna sadece yoksullara yardım programı biçimindeki muhafazakar soslu “yeni popülist” bir uygulamayı ilave etmiştir.
Son 10 yıldır uygulanan ve ortalama % 6 civarında bir büyüme sağlayan, ithalata, cari açığa, sıcak para ve borçlanmaya dayalı olan ve bu kaynaklarla inşaat-konut, bankacılık ve tüketim sektörlerinde şişirilen balonlarla yürüyen bu birikim modelinin sonuna gelinmiş gibi gözükmektedir. 2012 verileri bunun işaret ediyor. Avrupa pazarındaki kriz nedeniyle ciddi daralma ve Ortadoğu pazarının saldırgan politikalar nedeniyle kaybedilmesi dışa dayalı büyümeyi zora sokarken; içerde düşük ücret politikası, kitlesel işsizlik ve bireysel tüketici kredilerinin artık sürdürülemez boyutlara ulaşması nedeniyle daralan içpazar yüzünden içe dönük büyümenin de sağlanması zor gözüküyor. Geriye iki yol kalıyor: Emek gücünün verimliliğini artırarak, yani mevcut emeğin daha fazla sömürüsüyle büyümeyi sağlamak. Bunun için geleceğe de dönük, itiraz etmeyen nesiller yetiştirmek gerekiyor. 4+4+4, Ulusal İstihdam Stratejisi, Çıraklık Kanunu vb düzenlemeleri bu açıdan da değerlendirmek gerekir. İkinci yol iktidarın denemekte ısrarlı olduğu iç ve dış savaşın körüklenmesidir. İçerdeki savaş ekonomik sorunları perdelemeye ve milliyetçiliği ve şovenizmi körükleyerek iktidarda kalmaya yardımcı olurken, komşu bir ülkenin işgali yeni kaynaklar ve pazarlar getirebilecek, ayrıca uygulamaya konulacak olan bir savaş ekonomisiyle ekonomide canlılık sağlanabilecektir. Ancak evdeki pazar her zaman çarşıya uymuyor. Son aylarda içerde ve dışarda yaşananlar bunu gösteriyor.
* Doç.Dr.Mustafa Durmuş
Gazi Üniv.İİBF.