AKP… Türkiye’de hükümetçe geliştirilen ve şiddeti giderek artan bir tahammülsüzlük iklimi hakim. Misal, 4+4+4 sistemine karşı olanların da PKK’li olduklarını, Bakan’dan öğrenmiş olduk. Başbakan, bakanlar, AKP’li vekiller, hepsi bu biteviye üretilen suçlayıcı ve öcüleştirici lafzın hatipleri. Meşhur “ananı da al da git!”den, parasız eğitim ve ulaşım isteyen vatandaşa yönelik “zararlı komünist zihniyetin taşıyıcıları” sözlerine, eşinin […]
AKP...
Türkiye’de hükümetçe geliştirilen ve şiddeti giderek artan bir tahammülsüzlük iklimi hakim. Misal, 4+4+4 sistemine karşı olanların da PKK’li olduklarını, Bakan’dan öğrenmiş olduk. Başbakan, bakanlar, AKP’li vekiller, hepsi bu biteviye üretilen suçlayıcı ve öcüleştirici lafzın hatipleri. Meşhur “ananı da al da git!”den, parasız eğitim ve ulaşım isteyen vatandaşa yönelik “zararlı komünist zihniyetin taşıyıcıları” sözlerine, eşinin yanına atanmak için mücadele veren memura karşı “çok istiyorlarsa eşlerini, ücretsiz izin alsınlar!” gibi ifadelerden, Hatay’daki “Suriye’de Emperyalist İşgale Hayır” mitingi için “Muhaberat’ın işi” yaftalamalarına, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı için “rezillik” yakıştırmalarına dek örnekler uzatılabilir.
AKP, elini güçlendirdikçe, onun, en ufak bir muhalif ses çıkaranı aşağılamaya eğilimli söylemi de güçleniyor. Medya, akademi, yargı, ordu derken tüm kritik kaleleri tek tek ele geçirme hamlelerinden zaferle çıkmayı başaran hükümet, kendi gücünün şehvetiyle daha da saldırganlaşıyor. AKP’ye küsmüş bazı liberal aydınları da saymazsak eğer, medyada hükümete karşı ciddiye alınabilir tek bir olumsuz eleştiri getirebilen neredeyse yok. Tersine, ana akım medyanın çoğu kalemi, muhaliflere yönelik girişilen psikolojik savaşta hükümetin kurmaylığına soyunup, rütbe
yükseltiyor. “Türk basınının amiral gemisi” Hürriyet’ten, Özkök’ün veliahtı Berberoğlu, asker eskortluğunda çıktığı Kürdistan dağlarında bir sömürge valisi edasıyla pozunu veriyor. Ne için peki? Fotojenisini kanıtlamak için değil elbet. “Bölgenin terör örgütünün hakimiyetinde olmadığının, devlet açısından asayişin berkemal olduğunun” görsel olarak ispatı için! Bunun adı da “gazetecilik” oluyor bu topraklar üstünde.
AKP için, akademi dün “halkın inancına düşman odaklar”dı, bugün “mukaddes ilim yuvaları”. Yargı, “ilerleme önündeki otoriteryen bir jüristokrasi” olarak görülürken, şimdi “işine karışılmaması elzem, yönetimin olmazsa olmaz üçüncü ayağı” oldu. Ordu, birkaç sene öncesine dek ölen askerler sebebiyle, sistematik hataları, teknik kullanımındaki zaaflarıyla hükümetçe sürekli eleştirilirdi. Şimdiyse tüm genç ölümlerin sebebi, “dış karanlık güçler ve onun taşeronu olan bölücü terör
örgütü”. Medyanın apoletlileriyle ilgili örneği zaten verdik. Siz AKP’yi sevenler ve AKP’ce sevilenler listesine cumhuriyet dönemi bakiyesi köklü sanayi/ticaret burjuvazisini de ekleyiverin, yani cebi paralıların da sadece “yeşili” değil, hükümetle arasından su sızmayan. Zaten oy vermiş halkın da yaklaşık % 50’sinin AKP’yi sevdiğini hepimiz biliyoruz.
Fakat, bunca seveni hükümete yetmiyor. İlla her kesimden her insan sevecek onu, sevip de takdir etmeyen yok edilecek, susturulacak. O yüzdendir AKP’yi hafiften de olsa eleştiren yazarların işine son verilmesi emrinin bizzat Başbakan’ca milyonların gözü önünde patronlara buyrulması. Ondandır namaz molası vermeyen otobüs işletmelerinin gazetelerden teşhiri. Muhakkak seveceğiz hepimiz onları. Feridun Düzağaç’ın dediği gibi “birbirimize birkaç aşk kadar geç kalmış olmasaydık” (!) belki biz de sevebilirdik ama ne yapalım ki olamadı, zaten bir kara sevdamız, melankolimiz vardı.
Vatan…
“Ey bu vatan için toprağa düşmüş asker,
Bir avuç toprağın var mıydı
Vurulup düşerken!”- Ataol Behramoğlu
Kimileri bayrakların daha yukarıya çekilmesini talimat vererek, kimisi de Gabar’a al yıldızlı bayrağı dikerek bayrak yarışına giriyor. Ekonomide pembe tablolar çizilerek, Kürt sorununda da güvenlikçi tedbiratla gözler boyanıyor. Halbuki, ne ekonomi; ne de “güvenlik” hususunda işler tıkırında. Size bir örnek vereyim. Geçen gün, Beytüşşebap’taki çatışmada yaşamını yitiren on askerden biri üsteğmendi. Bu üsteğmen, asteğmen olarak askerliğini yaparken, tezkeresinden sonra orduda kalmış. Peki, bu durumdaki üniversite mezunu gençlerin bir bölümü, örneğin bir radyo, televizyon, sinema ya da felsefe, sosyoloji mezunu, neden hayatına asker olarak devam etmeyi tercih eder? Askerlik mesleği çok hoşlarına gittiği için mi? Askerdeyken hemen hemen tüm askeri okul mezunu subay ve astsubayların dahi mesleğe isyan ettiklerini görmüş biri olarak son soruya cevabım elbette ki hayır. Tezkere bırakan sözleşmeli subay ve uzman çavuşların, sivil hayatta içine düşeceklerini bildikleri işsizlik, ekmeksizlik sarmalı korkusundan askerde kalmayı tercih etmek zorunda kaldıklarını söylemek malumun ilamı olacaktır sanırım. Gençlik böylesi bir çaresizlik içine itilmişken, ekonominin düzgünlüğünden, işsizlikteki “hızlı düşüş”ten söz edemezsiniz. Kaldı ki, “azalan işsizlik” tablolarının katakulliden ibaret olduğu da açık.
İşsizlik, yoksulluk büyür, fakirle zengin arasındaki makas giderek açılırken, bizimkiler zor durumda olan AB’ye caka satmaktan da geri durmaz. Halbuki o AB’de milli gelir, maaşlar vs. hala bizden çok daha iyi seviyelerde. Krizde inin inim inleyen Yunanistan’da mesela. Birkaç gün önce televizyonda, hafızam beni yanıltmıyorsa NTV’de izledim. Röportaj yapılan kadın tezgahtar olarak çalışıyor
-hatırladığım kadarıyla bir alışveriş merkezinde-; kadının krizden önce aldığı maaş günde altı saatlik çalışma için Türk parasıyla 1000 liranın epeyi bir üstündeyken, şimdi aldığı maaş üç saatlik çalışma karşılığı, anımsadığım kadarıyla 800-900 lira civarı. Bizim krizde olmayan cennet vatanımızdaysa haftanın altı günü, sabah 6-7-8-9’dan, akşam 6-7-8-9, hatta daha ötesine dek 700-750 lira için çalışırsınız!
Ancak bu ülkede her zaman milliyetçilikle, dinle, imanla, vatanseverlik mavralarıyla
kandırılabilecek milyonlar bulunur. Türk bayrağına sarılmış cenazeler de genelde sıvasız evlerin, kiracıların avlularına konur. Cenazenin geldiği bütün kent sokağa dökülür. Bozkurt ya da şahadet işaretli eller havada “şehitler ölmez, vatan bölünmez!”, “hepimiz askeriz, PKK’ya yeteriz!” sloganlarıyla yer gök inletilir, Allahuekber nidalarıyla en yakındaki Kürtlere taşlı sopalı saldırılır,
sanki Kürtlerinki aynı Allah değilmiş gibi!
Bin bir yalanla, dolanla, propagandayla Türkiye’nin en diri muhalefet odağı olan Kürt siyasal hareketi bastırılmaya çalışılır. Ona karşı girişilen bastırma hareketinde ülkenin diğer devrimcileri de “Kahrolsun PKK!” gümbürtüsünde linçlerle nasibini alır. Ve bu linç zihniyeti öyle bir körleşir ve gürleşir ki, Alevilere, Çingenelere, gayri Müslimlere, farklı olan herkese ve hatta bazen CHP’ye, İzmir’deki yerli Afrikalıların derneklerine dek uzanır. Egemenler daha ne istesin! Bir taşla, bütün düşmanlar…
Savaşa sürülür işsiz gençler, ölenleri yoksullardan mürekkep kocaman bir ordudur buradaki. Kahtalı, Arsinli, Anamurlu, Niksarlı, Ödemişli, Siverekli, Gemlikli, bilmem nereli… Ortak noktaları kıt ekmekle büyümek olan, kışlada gün sayan, ana baba, sevgili, kardeş, arkadaş, köy, kasaba, kent, uyku, yemek, sevişme, yürüme, sohbet, gülme hasreti çeken, alt devresi üst devresiyle on binlerce erkek çocuk. Ve bölgedeki savaş bu kadar kritik hale gelmişken, daha sert önlemlerden bahseden, kendi dokunulmazlıkları ve yolsuzluk davalarını hiç ağza almadan BDP’li vekillerin
dokunulmazlıklarının kaldırılması için bağırıp çağıran, gerillaya “arkadaşlar” dediği için bir mebusa yönelik linç örgütleyen büyükler… Gözleri ne “bu arkadaşları”; ne de “o arkadaşları” görüyor. Kimsenin de görmesine izin vermiyorlar üstelik. Tüm gözlerin önüne al bayrak çekiliyor ve denilebilecek belli
başlı sözler bırakılıyor acılı yüreklere:
Vatan Sağ Olsun!..
Gerekirse içinde vatandaş kalmasın ama o vatan yine de sağ olsun…
Vatan Sağ Olsun!
“Bir evladım daha var, onu da göndereceğim!”
Filan…