“Devrim uzansak dokunabileceğimiz kadar yakın (!)” 12 Mart müdahalesiyle devrimci önderler fiziken yok edilmiş olsalar da*, devrimci hareket beklenen büyük çöküşü yaşamadı. Çıkarılan bir aftan yararlanıp bir kaç yıl yatıp çıkan devrimciler, dışarıda kalan dağınık örgütsel potansiyeli toparlama uğraşısına koyuldular. İbo, Deniz, Mahir artık yoktu ama onların -sembol demek hafif kalacaktır- ikonlaşmış kişilikleri ve rehberleşmiş […]
“Devrim uzansak dokunabileceğimiz kadar yakın (!)”
12 Mart müdahalesiyle devrimci önderler fiziken yok edilmiş olsalar da*, devrimci hareket beklenen büyük çöküşü yaşamadı. Çıkarılan bir aftan yararlanıp bir kaç yıl yatıp çıkan devrimciler, dışarıda kalan dağınık örgütsel potansiyeli toparlama uğraşısına koyuldular. İbo, Deniz, Mahir artık yoktu ama onların -sembol demek hafif kalacaktır- ikonlaşmış kişilikleri ve rehberleşmiş yaşamları ve eylemleri üzerinden yeni ve güçlü bir hareket yaratılacaktı.
Bu yeni ama referansları sağlam olan devrimci hareket, Türkiye tarihinde görülmemiş bir kitlesel güce ve politik etkiye erişecek, çeşitli sol örgütler halkın doğrudan yaşamının bir parçası haline gelecek ve 68’e doğru başlayan paramiliter faşist güçlerle girilen çatışmalar artık ülkede açıkça bir iç savaş görüntüsünü hakim kılacaktı. Devrimcilerin ve devrime gönül vermiş olan geniş yığınların gözünde “devrim” fazla sürmeden uzanılabilecek bir mutlu yarın olarak belirmişti. Devletin baskı politikaları kesifleşmiş, sıkı yönetimler almış yürümüş, kulağa belki kötü gelen bir şeyse de toplum tam anlamıyla kamplaşmış ve son büyük kavgaya bilenmekteydi. Dışarıdan bakan gözler için bile Türkiye “emperyalizmin zayıf halkası” algısı yaratabilmekteydi.
Adına “80 öncesi” denilen bu dönemde, örgütler toparlanma dönemine girmişlerdi, toparlandılar da bir bakıma ama bu toparlanma bölüne bölüne gerçekleşen bir toparlanmaydı. Dönemin siyasal ayrışmalarında belirleyen olan Çin-Sovyet kutuplaşmasında taraf olmayan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) çizgisinde ilk ayrılık kendini Kurtuluş adıyla örgütleyen çevreden geldi. Kurtuluş, Mahir Çayan’ın fikirlerini hemen hemen tümden reddedip, yeni bir akım olarak siyaset sahnesinde yerini aldı. Kürt sorunu ve Kemalizm meselelerinde solun diğer hücrelerinin pek dillendirmediği “aykırı” fikirleri gür bir sesle seslendirdi, Kürdistan’a sömürge tanısını koyan örgüt, kısa sürede kitleselleşti.
THKP-C’yi reorganize etmeyi hedef alan ana gövde ise Devrimci Yol (DY) adını aldı. Kısa sürede ülke sathında geniş bir örgütlülük ağına ve ülkenin politik ikliminde güçlü bir etkiye sahip olan DY, ne öncesinde erişilebilmiş; ne de sonrasında henüz erişilebilmiş olan büyük bir insan desteğine sahip oldu. Tıpkı DY gibi THKP-C ihyasını amaç edinen fakat silahlı mücadeleyi “öncü savaşını yürürlüğe koymak” adına kitle çalışmasından çok daha öne koyan ve legal çalışmayı tamamen reddeden aksiyoner ve önceleri THKP-C/X adıyla anılan bir grup da 74’ten sonra Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birlikleri (MLSPB), Halkın Devrimci Öncüleri (HDÖ) ve Acilciler adı altında üçe bölünüp faaliyete başladı. (Daha sonra çok daha lokal ve etkisiz bir kaç yapı daha MLSPB’den ayrıldı.) Bu yapılar yoğun eylemlilikleriyle sık gündeme gelseler de kimi yereller dışında (örneğin Acilciler Antakya ve Ardeşen’de MLSPB Turgutlu’da) önemli bir halk desteği yakalayamadılar.
THKP-C geleneğindeki bölünmelerden ortaya çıkan ve bu çizgide DY ve Kurtuluş ayrışmaları dışında özel bir öneme sahip olan bir diğer ayrılıksa 1978’deki Devrimci Sol (DS) ayrılığıdır. Özetle, DY’yi Çayan’ın mirasının “sinsice” reddi, yatay örgütlenme ve pasifizmle eleştiren DY’nin İstanbul kanadı olan Dursun Karataş önderliğindeki grup, “ilişkileri askıya almak” diye adlandırılan kısa bir dönemden sonra DY’den kopup, “gerçek THKP-C”yi yeniden organize etmek için çalışmalara başladı. Ülkenin en büyük kenti olan İstanbul’da ve özellikle Bursa, Tekirdağ, Edirne ve Elazığ gibi illerde büyük bir güce erişen örgüt, solda yaşanan diğer ayrılıklardakinin aksine etkili bir güç olarak sıcak savaşa atıldı.
THKP-C’den doğan bir diğer grupsa, özellikle Parti Cephe (P-C) taraftarı subayların oluşturduğu ve DY-DS ayrılığında iki tarafı da reddeden Üçüncü Yol oldu. Üçüncü Yol, Kocaeli dışında pek bir varlık gösteremedi. Yine THKP-C kökenli olan ancak P-C güzergahından ayrılan başka bir grup da THKP¬C/ML idi. Bu klik de yıllar sonra birleşeceği Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist Hareketi (TKP/ML Hareketi) gibi, önce Maocu, sonra AEP’çi (Arnavutluk Emek Partisi) olmuştu. THKP/C-ML gibi P-C kökenli olup da geleneği reddeden farklı bir ekip de subay Sarp Kuray önderliğinde Kıvılcımcı fikirleri benimseyip, Partizan Yolu/16 Haziran Hareketi adını aldı.
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) saflarındaysa işler P-C çizgisindeki kadar karmaşık değildi. Bu yapı iki ana gruba ayrıldı: Halkın Kurtuluşu -HK (sonra Türkiye Devrimci Komünist Partisi – TDKP) ve Mücadelede Birlik -MB (sonra Türkiye Komünist Emek Partisi – TKEP). THKO’nun ana gövdesini oluşturan HK, büyük bir kitle gücüne erişti. (Burada belirtelim, 80 öncesinin sol örgütleri içinde “dört büyükler” şunlardı: DY, TKP, HK ve Kurtuluş). HK, bazı eleştirileri olsa da önce Maoculuğu, sonra da AEP çizgisini benimsedi. THKO-MB ise Teslim Töre önderliğinde kendini “Leninist” diye tanımlayan “Sovyetik” bir örgüttü, ama Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) taraftarı da değildi. Daha çok Antep, Malatya ve Adıyaman’da köylü kesimlerinden oluşan tabanıyla dikkat çeken MB’nin bir de Kürdistan Özerk Örgütü adında bir seksiyonu vardı (1982’de Kürdistan Komünist Partisi-KKP adıyla örgütten ayrıldı. Günümüzde Özgürlük ve Sosyalizm Partisi adıyla legalde faaliyet gösteriyor.)
THKO’yu geçmeden önce sıklıkla THKO kökenli bir örgüt olarak bilinen Türkiye İhtilalci Komünsitler Birliği’ni (TİKB) de analım. TİKB’nin THKO kökenli sayılmasının sebebi bir dönem THKO-HK’yla beraber yürümelerinden kaynaklanıyor. Halbuki bu örgüt, 12 Mart öncesinde Aktan İnce önderliğinde hareket eden ve “Basın Yayın Komünü” adıyla bilinen hücredir. 75’te HK’ya katılan ekip, daha sonra 77’de HK’yı “sağ oportunist” diye mahkum ederek bu örgütten ayrıldı ve TİKB’yi oluşturdu. Memleketin ilk AEP’çi örgütü olan TİKB, hiçbir zaman yüksek bir kitle desteği kazanamadı. (örgüt kendini “küçük ama bolşevik/Leninist, çelikten bir müfreze/çekirdek!” diye tanımlar.)
Tüm bu yapılar içinde en bütünlüklü grup, TKP/ML idi. TKP/ML’de tek ayrılık 1976 yılında Koordinasyon Komitesi döneminde gerçekleşti. İbrahim Kaypakkaya’nın politikasını hatalı bulanlar Devrimci Halkın Birliği (DHB) ya da TKP/ML Hareketi adıyla ayrıldılar. TKP/ML-TİKKO ise özelikle Dersim ve çevresinde askeri örgütlenme ve eylemlere yoğunlaştı. TKP/ML’deki ayrılıklar yoğun olarak 80 ve 90’dan sonra yaşanacaktı.
“73 Atılımı”yla yükselen TKP cephesinde ise SBKP yörüngesinde siyaset sürgit devam etti. DİSK’i de elinde bulunduran örgüt, muazzam bir kitle desteğine ulaştı. Ancak,TKP tabanının temel sloganının TKP’nin legal alanda faaliyetine serbestlik isteyen “işçi sınıfı partisine özgürlük” olması da dikkat çekiciydi. TKP kökenli diğer iki hareket, 1974’te kurulan ve daha çok teori ağırlıklı çalışan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) ve Türkiye İşçi Partisi (TİP) idi. Bu üç parti, Türkiye’deki Sovyetçi bloğu oluşturuyordu ve Maocularla müthiş bir kavga halindeydi. “Maocu bozkurt”,”sosyal faşist” gibi aşağılayıcı sıfatlar da bu dönemin imalidir. Burada bilinmesi gereken asıl nokta, SBKP’ci grupların,kavgasının asıl olarak -zaten sonradan Maoculuktan rücu eden- Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği ve Halkın Yolu (THKP/C¬ML, 80 sonrası Türkiye Komünist İşçi Hareketi-TKİH) ile değil de, Çin’in “uydu parti” politikası olmasa da Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) Tür
kiye ayağı gibi davranan Aydınlık’la olduğudur. Fakat biz bu yazıda, Aydınlık’ı sol olarak görmediğimiz için bu fraksiyona pek değinmiyoruz. Bu mesele çerçevesinde TKP/ML’ye bakarsak, onun da kentlerde pek örgütlü olmadığı için, SBKP’cilerle “sıcak kavga”dan hayli uzak kaldığını söyleyebiliriz.
TKP kökenli diğer yapıları da sayalım: Genellikle yayın faaliyetleriyle uğraşan Sorun-Polemik çevresi; Kıvılcımlı geleneğinden gelen iki yapı olan Sosyalist Vatan Partisi (bugün iki ayrı yapı: Toplumsal Özgürlük Platformu ve TKP-Kıvılcım) ve Devrimci Derleniş (bugün HKP); 70’lerin sonuna doğru Yürükoğlu’nun “Türkiye’de devrimci durum” tespiti sebebiyle TKP’den maceracılık suçlamasıyla tasfiye edilen partinin Londra kolu (TKP/İşçinin Sesi adını aldılar). Ve son olarak memleket solunun tarihinde enteresan bir örnek olay: TSİP’in “illegal kolu” olarak faaliyete başlayan fakat kısa bir süre sonra TSİP’ten ayrılan TKP-Birlik (90’dan sonra Türkiye Devrim Partisi). Adları geçen bu örgütlerin tümü zayıf ve etkisiz fraksiyonlardı.
72-80 arası dönemin fraksiyonlarının adlarını anmaya çalıştık, yine de muhakkak eksiğimiz vardır, bir ihtimal hata da yapmış olabiliriz. Ancak 12 Eylül öncesi solda görünüm yaklaşık ve özetle bu şekildeydi. Pek çok gelenekten, çok sayıda örgüt ortaya çıkmış, sol kitleselleşip, gündem belirler hale gelmişse de müthiş bir dağınıklığın da pençesine düşmüştü. Bundan daha kötüsü, dağınıklıktan ötesi olarak -fikri bir akımın pek çok parçaya bölünmesi ne olursa olsun anlaşılabilirdir- Kızıldere’den yadigar siper yoldaşlığı ve devrimci dayanışma geleneğinin ruhuna bir fatiha çekilip, devrimcilerin dostça rekabet kültürünü koyun bir kenara, örgütler arası çekişmenin, fiziki saldırı ve öldürme olaylarına varabilecek denli şiddetlenmesiydi.
Adına “sol içi şiddet” denilen kavram, ne yazık ki bu dönem tamamen doğallaşmış ve solu içten içe yiyip bitirerek, enerjisini -hiç olmaması gereken bir yere- kanalize etmesine sebep olmuştur. Bugün dönekler ve solun tescilli düşmanları,77 1 Mayıs katliamı gibi olaylarda dahi suçu sola atabiliyorlarsa,bunda solun seksen öncesinde yaşadığı iç gerilimlerin vardığı noktaları da göz önünde bulundurmak elzem.
Solun bu önemli dönemde elbette ki tek işi, her mahallede birbiriyle didişmek değildi. Daha önce belirttiğimiz gibi, 60’ların sonuna doğru Türkiye siyasal hayatına giren “sağ-sol çatışması”, özellikle 75 sonrası dönemde solun da yükselişiyle paralel bir biçimde yükselmiş, ülkenin pek çok yeri iki siyasi kampın savaştığı cephelere dönüşmüştü. Devlet, kabaran halk muhalefetini bastırma gayesiyle sivil faşist unsurları silahlandırıp, mahallede, okulda, fabrikada devrimcilerin ve halkın üzerine salıyordu. Ülkenin -sivil faşistler örgütlenemediği için Kürdistan’ın büyük bölümü hariç- hemen her yerinde silahların patlaması sıradanlaştığı için, silahı reddeden unsurlar dahi kendilerini silah bulundurma zarureti içinde bulmuşlardı.
Solun silahlı mücadeleyi bir araç olarak savunan öğeleri, gerek devlet unsurlarıyla, gerekse de faşist militanlarla amansız bir mücadele içindeydiler. DY, faşizme karşı mücadeleyi daha çok silahlı MHP’lilere karşı mahallelerde oluşturulan “Direniş Komiteleri” üzerinden aktif bir direniş perspektifinden uygularken, örneğin DS, doğrudan devletin eski yeni yönetici isimlerine (Nihat Erim, Gün Sazak…) karşı giriştiği “cezalandırma” eylemleriyle de ses getiriyordu. MLSPB ise MHP’li kişi ve kurumlara karşı hızını pek yitirmeyen seri eylemleriyle sürekli gündemdeydi. Belli kırsal alanlarda direkt devletin askeri güçleriyle çatışan TKP/ML’nin yanı sıra, HK, Halkın Birliği, Halkın Yolu, TİKB gibi yapılar da daha çok etkili oldukları alanlarda faşistlerle silahlı mücadele şeklinde aktivitelerini sürdürüyordu. Acilciler ve HDÖ de bu mücadele çizgisinin aktif unsurlarıydı.
SBKP’ci gruplar ve Kurtuluş ise silahlı faaliyetlere -kendilerini doğrudan doğruya ilgilendiren anlık bir pozisyon olmadıkça- pek girişmediler. Zaten TKP ve bağlantılı hareketlerin lügatinde silahlı mücadeleye hiç rastlanmamıştı. Kurtuluş ise silahlı mücadeleyi “mücadelenin en üst aşaması” olarak savunuyor ve örgütün/devrimci durumun gelişkinliği üzerinden yorumluyordu, ki ardılları da halen öyle.
12 Eylül öncesi dönem, aynı zamanda Maraş, Çorum, Şavşat, 1 Mayıs,16 Mart, Bahçelievler gibi büyük katliamların da dönemiydi. Sivil faşistler veya doğrudan asker/polis eliyle geliştirilen bu katliamlarda amaç, halkı yılgınlaştırıp, umutsuzlaştırmak ve ona boyun eğdirmek, devrimcileri demoralize etmekti şüphesiz. Maraş, Çorum gibi katliamların -Çorum’da görkemli ve örgütlü bir direnişin yaşandığının da altını çizelim tabii- hedefleri arasında bunlar dışında farklı ırkçı, dini ve ekonomik amaçlar da söz konusuydu elbet.
Türkiye, sağın ve solun etkisi altında olan il, ilçe, köy ve mahallere bölünmüştü. İstanbul, Ankara gibi büyük illerde her iki grubun da potansiyeli bulunduğu için çatışmalar buralarda yoğunlaşıyordu. İzmir daha çok solun hakimiyetinde olduğu için, orası daha çatışmasız bir ortamdı. İstanbul tam anlamıyla parça parça ayrılmıştı ve özellikle de DS’nin güçlü olduğu gecekondu mahalleleri militan potansiyelleriyle dikkat çekiyordu. Daha küçük yerlerde de eğilimlere göre bölge bölge hayali “girilmez” tabelalı mekanlar söz konusuydu. Örneğin, Akçakoca’nın Türk mahallesi sağda iken, Laz mahallesi solda konumlanmıştı. Rize’de Pazar ilçesi sınırı sağ ve sol için de bir sınırdı ve sağcılar bu sınırdan doğuya, solcular da bu sınırdan batıya kolay kolay geçemiyorlardı. (Burada DY hakimiyetindeki Gündoğdu beldesi sağcı denizindeki sol adacık olarak bir istisnaydı. Ayrıca Rize merkez ilçesinde de Kurtuluş’un belli bir ağırlığının olduğunu da söyleyelim). Kars’tan Erzurum’a, Erzurum’dan da Kars’a geçmek cesaret işiydi. Fatsa belediyesi bir yerel seçimle DY’ye geçmişti ve bu devlet erkanını ürkütüyordu. (Öyle ki Kenan Evren, darbe sonrası yaptığı bir konuşmada, “biz
gelmeseydik Fatsa’dakiler gelecekti” diyebilmiştir.)
Yazının 70’lerdeki hareketlere dair bölümünü Kürt ulusal hareketinde bırakmıştık, olayın o boyutuna da değinelim.70’lere doğru TİP’ten kopup, devrimci harekete yönelen Kürt ulusal kurtuluşçuları, 12 Mart’tan sonra da Kürdistan’ın “sömürge” olduğu tespitiyle Türkiye devrimci hareketinden ayrışıp, kendi öz örgütlülüklerini yaratmaya giriştiler. Kürdistan’ın bazı batı ve kuzey “sınır” illeri dışında hemen hemen her alanında örgütlü ve sağdan da soldan da neredeyse “rakipsiz” olan bu örgütler kısa sürede geliştiler.
Kürt devrimciler, Türkiye solundan ayrışsalar da, kendi içlerinde ayrılma gerekçeleri batılarındaki örgütlenmelerle çoğu kez aynı temeldeydi. Orada da SBKP ve ÇKP kopuşması söz konusuydu. Söz gelimi o dönem Kuzey Kürdistan’ın en güçlü örgütü olan ve Diyarbakır ve Ağrı belediyelerini elinde bulunduran Partîya Sosyalîsta Kurdistan (PSK) Sovyetçiyken, dar tabanlı bir örgüt olan Kawa Maocuydu. İç bölünmeler yaşayan ve zayıf olan diğer Kürt örgütleri Rızgari, Beş Parçacılar, Peşenge Karkeren Kurdistane gibi fraksiyonlarsa ya AEP’çi ya da Maocuydu. Fakat, 78’e kadar olan süreçte Kürdistani siyasetin asıl belirleyenleri PSK’yle birlikte şu örgütlerdi: Barzanici Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) ve
TİP’in Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nı (DDKO) örgüt arkadaşları tarafından idam edilen TKDP liderlerinden Dr. Şıvan’ın fikirleri ekseninde dönüştürmüş Devrimci Demokra
tik Kültür Dernekleri (DDKD). 78’den sonraysa TKDP’den sol ve radikal bir söylemle kopan Kürdistan Ulusal Kurtuluş (KUK) -Türkiye solundan kaynaklanmayan tek Kürt sol örgütü- ve Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (UKO-Apocular) partileşmiş hali olan PKK, aldıkları savaş kararıyla öne çıkıp kendi dışlarında kalan örgütleri etkisizleştirdiler. PKK, ilk mücadele yıllarında Dev-Genç içinde mücadele etmiş olan Abdullah Öcalan önderliğindeki Kürt devrimcilerinin kurduğu bir örgüttü -ancak, içinde şehir eylemleri ve legal alana ağırlık vermeyi de barındıran bir çeşit “uzun süreli halk savaşını” yürürlüğe koydular-.
Süreç içinde, daha önce de belirttiğimiz gibi, PKK’nin, kendine rakip olarak gördüğü Marksist KUK’la da yıkıcı bir savaşa girip, onu da fiziki olarak bölgeden tasfiye etmesiyle, örgüt, Kürdistan’da tek güç olarak kaldı. Diğer Kürt fraksiyonlarıysa varlıklarını ancak yurt dışında dergi çevreleri olarak sürdürebildiler. Kürdistan’ı geçerken, bölgede Kurtuluş’un Tekoşin adlı kolunun da faaliyet gösterdiğini belirtelim (Tekoşin, bir dönem ayrı mücadele de etti.)
Önceki satırlarda da söylediğimiz gibi, hayatın her alanında örgütlenmiş, şehirde ve köylerde gürleşmiş, Anadolu’nun en ücra köşelerinde dahi kitlesel eylemlere imza atan, öğrenci hareketi olmaktan çıkıp, işçi, memur ve köylüyü de büyük ölçüde kazanmış -hatta bırakın askeri, poliste bile taban bulmuş- olan sol hareketten çoğu örgüt için devrim çok yakın görünüyordu artık. Ancak, 12 Eylül 1980 sabahı, Türkiye sol örgütlerine geleceğine inandıkları aydınlık hülyasını zifir ederken, hemen hemen tüm örgütlerin taraftarlarının güvendikleri dağlara da karlar yağdıracaktı.
(*) 12 Mart’tan “sol” bir darbe uman kesimler de vardı:”9 Mart” ‘sol’ cunta girişimi