Ortadoğu’nun kendisi gibi değişimi de karmaşık bir süreç olarak ilerliyor. Tek tek ülkelerde politik reform talepleri olarak gelişen toplumsal hareketler zamanla geri çekilerek yerlerini emperyalist güçlerle irtibatlı militarist topluluklara terk etti. Bu kırılmada esas etken hareketlenen güçlerin programsızlığıdır. Bu yetersizlik, inisiyatifin egemen çevrelere geçmesinde alan açmıştır. Ortadoğu’nun değişimini sosyal dinamiklere bırakmanın risklerini fark eden emperyalist […]
Ortadoğu’nun kendisi gibi değişimi de karmaşık bir süreç olarak ilerliyor. Tek tek ülkelerde politik reform talepleri olarak gelişen toplumsal hareketler zamanla geri çekilerek yerlerini emperyalist güçlerle irtibatlı militarist topluluklara terk etti. Bu kırılmada esas etken hareketlenen güçlerin programsızlığıdır. Bu yetersizlik, inisiyatifin egemen çevrelere geçmesinde alan açmıştır. Ortadoğu’nun değişimini sosyal dinamiklere bırakmanın risklerini fark eden emperyalist güçler, olayların yönünü kendi istedikleri değişime doğru çevirmişlerdir. ‘Arap baharı’ ile ’emperyalist plan’ arasındaki bu yer değişimini Tahrir ‘muharebesinde’ izlemek mümkündür.
Bu planlanmış Ortadoğu değişiminin iki ayrı gerçekleşme biçimi var. Birincisi mevcut ‘demokratik’ nizamı bozmadan onun yarışmacı kuralları içinde iktidarı elde etmek. Bu seçeneğin uygulanabilir olması için bazı asgari şartlar gerekiyor. En başta seçimlerin olanaklı olduğu ve seçilmişlerin hükümet edebildiği bir siyasal sisteme ihtiyaç var. Sonrasında da Ortadoğu ülkelerindeki ‘gelenekseli’ neoliberal politikalara yedekleyebilecek sadık bir partner gerekiyor. Bunun için kullanım ömrü tamamlanmış yönetici klikleri tasfiye etmek ve oluşan boşluğu ‘geleneksel güçleri’ dönüştürerek doldurmak, emperyalizm için en akılcı yol. Üstelik bu değişimi güçlü bir ideolojik hegemonya tesis ederek yürütebilmek de işin bonusu. “Apertura” operasyonlarıyla Müslüman Kardeşlerden tutun cümle liberalin ve solcunun nerelere savruldukları ortada.
Libya ve bugün Suriye’nin içinde olduğu şartlar da, değişimin diğer veçhesini gösteriyor. Libya’da kabile yapısına dayanarak yürüttükleri iç savaş stratejisi, etnik ve mezhepsel eksende Suriye’de uygulamaya konuldu. Mevcut sitemin güçlü yandaşlar geliştirmeye müsait olmadığı dikta rejimlerinde önce mevcut devleti sonlandırıp sonra yeni düzenekler geliştirmek emperyalistler açısından diğer bir değişim metodu. Ancak bu yöntem beraberinde bazı kontrolsüzlükleri de getiriyor. Özellikle bu ülkelerdeki ulusal kimliklerin içinde oldukları tarihsel cendere ortaya çok da istenmeyen parçalı bir yapı çıkarıyor. Her yeni irade beraberinde diğer bölge ülkelerini de içine alan gerginlikler ve yeni pazarlık mecburiyetleri yaratıyor.
Bu çerçeveyle bağlantılı olarak birkaç tartışma başlığı oluşturmanın faydalı olacağını düşünüyorum.
1- Tunus’ta başlayan ve Tahrir’de popülerleşen Arap Baharıyla, evveliyatı daha eskiye dayanan ‘planlı’ Ortadoğu değişimini bir ve aynı süreçler olarak değerlendirmek kafa karışıklıklarının esas kaynağı olarak gözüküyor. Birbiriyle örtüşmesi veya birbiri tarafından içerilmesi bu farklılığı değiştirmiyor. ‘Başka’ dinamiklerle başlayan halk ayaklanması emperyalist ve yerel müttefiklerince içerilmiş ve sonraki tüm adımlar (Libya, Suriye) toplumsal girişimlere fırsat vermeden güdümlenmiş bir çerçevede ve hızlandırılarak atılmıştır. Bu içerme operasyonunun belirlediği bakış açısından uzaklaşmak gerekiyor. Aynı kafa karışıklığını solda da görmek mümkün. Ortadoğu da olup bitenleri emperyalizmin oyunundan ibaret gören bir anlayış ağırlık kazanmaya başladı. Bu karmaşa içinde geleceğe dair ögeler görmenin ve umutlanmanın emperyalist müdahalelere alkış tutmak olduğu zannedilerek solda ayrıklığı perçinleyen bir ‘azarlama’ tavrı gelişti. Oysa ki çoğunluk sol çevre için, kirli bir iç savaşın tarafı olan ‘muhalif’ güçler de, kadim dikta rejimleri de aynı uzaklıktadır. Üstelik Ortadoğu’yu emperyalizmin ‘inşaat sahası’ olarak değerlendirmek, coğrafyadaki tüm devrimci dinamikleri de aynı kirliliğe dahleden bir sonuç yaratmaktadır. Bu durumda, örneğin, kanlı sürecin dışında durarak kendi bağımsız hamlelerini yapan Suriyeli Kürtlerle, solun pozisyonu arasındaki benzerliğin hiçbir siyasal kıymeti kalmamaktadır.
2- Emperyalizm eliyle uygulamaya sokulan Ortadoğu planının ilk ve en sorunsuz ayağı Türkiye olmuştur. AKP iktidarı eliyle başlatılan tasfiye ve neoliberal düzenlemeler emperyalizmin talep ettiklerini ustaca karşılayan mahiyettedir Bu’tamamlanmışlık’ durumu, AKP ve Türkiye’ye yakıştırılan ‘devrimcilik’, ‘model ülke’, ‘bölgesel lider’ sıfatlarının da dayanağıdır. Oluşturulmuş bu rol model üzerinden devrim ihracına çalışılmış, yıllarca siyasal İslam’ın mağduriyetini yaşamış, bugünün muktediri AKP örnek gösterilerek Ortadoğu’nun geleneksel İslami aktörleri iştahlandırılıp yeni ittifaklar kurulmuştur. Dolayısıyla, Arap Baharı denilen şey emperyalizmin Ortadoğu planından ibaretse, ‘bahar’ Türkiye’ye gelmiş ve hatta geçmiştir bile.
3- Bugün ‘Lübnanlaştırma’ olarak tartıştığımız müdahalenin müsebbibi emperyalizmdir ancak bu yöntemin emperyalizm açısından ‘ideal’, dolayısıyla ilk tercih olduğu söylenemez. Türkiye gibi gelenekseli dönüştürerek yarattıkları değişim, egemenler açısından en az maliyetli olanıdır. Gerek dikta rejimlerinin hiçbir muhalefete izin vermeyen yönetimleri, gerekse de müdahale aktörü olarak belirlediği geleneksel unsurların mezhepçi orijinleri Lübnanlaştırmayı bir zaruret haline getirmiştir. Soy liberal çevrelerin kendi etnik ve mezhep sorunlarını ‘barışçıl’ bir şekilde çözmüş model ülke vizyonuna karşı, Türklük ve Sünnilikle kodlanmış Türkiye tavrı, ‘AKP devrimciliği’nin de tamamına erdiğini göstermektedir. Bu boşluk karşısında, özellikle CHP’nin ‘açılımcılık’ hamleleri siyasette yeni pozisyonların ve buna bağlı yeni kırılmaların yaşanacağı bir döneme girdiğimizi gösteriyor. Yeni adaylar yanında, kanlı iç savaşlar ardından emperyalizmin çizeceği sahte ‘barış süreçleri’ne, AKP pragmatizminin uyumu ve ‘açılımcı’ söyleme geri dönüş de pekala mümkündür. Bu nedenle AKP siyasetini, “Türkiye’de iç savaş istemek” gibi ‘özel bir tercihle’ bağlantılandırmak için henüz erkendir.
4- Bölgede yaşananlar bir sınıf olarak burjuvazinin ‘devrimciliğini’ de deşifre etmiştir. Burjuvazinin Ortadoğu’daki ‘nesnel’ ihtiyacı tarihsel manasıyla gerçek bir burjuva devrimidir. Ama elbette ki kapitalizmin geldiği aşamanın burjuvaziye kattığı gerici karakter ve devrimi toplumsal bir devrim olarak gerçekleştirmeme yönündeki ‘tarihsel tecrübesi’ bunun önünde engeldir. Toplumsal devrimi ikame etmeye dönük politik düzenlemeler insanlığa yeni düşmanlıklar ve kanlı savaşlardan başka bir şey getirmemektedir. Toplumsal devrimlerin gerçek taşıyıcıları sahne almadıkça da bu döngü değişmeyecektir.