Krizi gerçek anlamda fırsata çeviren Türk orta sınıfı (aslında “orta sınıf” hayli sorunlu bir tabir) Yunan adalarını istila ede dursun Yunan devleti, kendi “barbar istilasına” karşı savaşı iyiden iyiye kızıştırmış durumda. Hayır, söz konusu “barbarlar” ülkenin ana akım medyası tarafından adeta bir “model” olarak sunulan (krizden neoliberal acı reçeteyi yutup “güçlü devlet” olarak çıkan Türkiye), […]
Krizi gerçek anlamda fırsata çeviren Türk orta sınıfı (aslında “orta sınıf” hayli sorunlu bir tabir) Yunan adalarını istila ede dursun Yunan devleti, kendi “barbar istilasına” karşı savaşı iyiden iyiye kızıştırmış durumda. Hayır, söz konusu “barbarlar” ülkenin ana akım medyası tarafından adeta bir “model” olarak sunulan (krizden neoliberal acı reçeteyi yutup “güçlü devlet” olarak çıkan Türkiye), günün hemen her saatinde televizyonda boy gösteren dizilerdeki Türkler değil, göçmenler. Zincirleme yapısal uyum programlarının ülkeyi bir sosyal haklar mezbahasına dönüştürmesi ve bunun karşısında gelişen muazzam ölçekteki toplumsal tepkiler karşısında afallayan Yunan hâkim sınıfı, çareyi dikkatleri yeni bir “savaşa”, her daim hazır ve nazır günah keçisi göçmenlere karşı savaşa yöneltmeye çalışıyor. Turist akınının zirve yaptığı ağustos ayında Yunan polisi (unutmayalım, Atina’da son seçimlerde yarıya yakını Nazi partisi Altın Şafak’a oy veren Yunan polisi) “göçmen akınına” karşı ülke tarihinin en büyük “süpürge operasyonunu” yürütüyor. Göçmenler kitleler halinde gözaltına alınıyor ve ülkede sayısı hızla artan göçmen gözetim merkezlerine, yani bir tür rezervasyon ya da toplama kamplarına yollanıyor. Operasyonun adı da Orwell’in “yeni-konuş”unu aratmıyor: “Xenios Dias”. Dias, bizde daha çok Zeus olarak bilinen baştanrı, Xenios ise onun “misafirperver” anlamına gelen sıfatlarından biri. Binlerce (evet binlerce) insanın baskınlarla toplandığı, dayak yediği, gözaltında tutulduğu, toplama kamplarına (pardon, gözetim merkezlerine) gönderildiği “misafirperver” bir pogromla karşı karşıyayız yani.
Toplama kampı dendiğinde aklımıza ister istemez Aushwitz ya da Dachau gelir, dolayısıyla yukarıdaki ifade abartılı gelebilir. Oysa aslında toplama kampları Nazi barbarlığının bir icadı değil ve söz konusu kampların tarihi çok daha eskilere gider. Toplama kampları, muharip olmasa da şu ya da bu nedenle bir “tehdit” olarak algılanan bir nüfusun toplu olarak kontrolü ve kapatılması için kullanılır. “Totalitarizmin kaynakları”nı ararken nasıl emperyalizme geri dönmek elzemse toplama kampları için de aynı şey kaçınılmaz: “Toplama kampı” (concentration camp) tabiri ilk defa, İkinci Boer Savaşı sırasında (1899-1902) Britanya kuvvetlerince Güney Afrika’da oluşturulan kamplar için kullanılmıştı. 19. yüzyılın ikinci yarısında İspanyollar Küba ve Filipinler’deki “ayrılıkçılara” karşı bu yöntemi kullanmıştı. Keza bugün ABD olarak anılan toprakların “fethi” sırasında Birleşik Devletler yerli toplulukları rezervasyon kamplarına kapatmıştı.
Kızılderililerin kamplara sürülmesiyle göçmenlerin kapatılmasının ne alakası var demeyin. Bundan seneler önce bir arkadaş, İtalya’da göçmen karşıtlığının bayraktarlarından Kuzey Ligi’nin seçim spotlarından birini aktarmıştı. Reklamda bir Kızılderili, “geçmişte keşke katı bir göçmen karşıtı politikası izleseydik; kendi topraklarımızda azınlıkta kalmaz, sonumuz da rezervasyon kamplarına tıkılmak olmazdı” diye hayıflanıyormuş. Kesinlikle bir reklamcılık başarısı sayılması gereken seçim spotunun mesajı açık değil mi? Göçmen akınına son verilmezse bizim de sonumuz kendi memleketimizde azınlıkta kalmak, hatta bir toplama kampına kapatılmak olacak; dolayısıyla en iyisi onlar kurmadan biz toplama kampları kuralım. Gerçekten de Kuzey Ligi’ne ve onun o zamanki partneri Berlusconi’ye göre yapılması gereken, ülkeye göçmen girişine son verecek katı bir tutum izlemekti. İtalya zaten göçmen akışını engellemek amacıyla, başında müteveffa Kaddafi’nin bulunduğu Libya’yı bir toplama kampı merkezi olarak kullanmaktaydı. Evet, bizde yakın zamanda kimilerinin neredeyse antiemperyalist bir ikona dönüştürdüğü Kaddafi, AB’nin göçmen karşıtı “Avrupa Kalesi” politikalarının iştahlı bir işbirlikçisiydi; İtalyan karasularında “avlanan” göçmenler Libya’daki kamplara teslim ediliyordu. Kaddafi sonrasında da bu hususta değişen bir şey yok elbette. Libya’daki kamplarda göçmenler belirsiz bir süre için insanlık dışı koşullarda tutuluyor; hasılı beyaz “medeniyetin” renkli “bedeviyete” karşı savaşı tüm hızıyla sürüyor. İşte Yunanistan, adeta Perslere karşı Thermopyles geçidini savunan 300 Spartalı misali, bugün de Avrupa medeniyetini “Asyatik barbarlığa”, yani “göçmen sürülerine” karşı müdafaa etme misyonunu üstlenmiş durumda.
Elbette bu savaş, devletin kolluk güçlerine bırakılamayacak kadar önemli bir mesele. Neoliberal devirde şiddet de özelleşiyor ve göçmen “istilasına” karşı savaşa “özel” aktörler de dahil oluyor. Son iki seçimde ciddi bir oy alan, giderek toplumsal desteğini konsolide eden Altın Şafak çeteleri doğrudan doğruya bu savaşın parçası oluyor. Altın Şafak’ın paramiliter müfrezeleri, Yunan halkını korumak adına çeşitli mahallelerde göçmen karşıtı temizlik harekatları yütüyor ve göçmenlere karşı cinai saldırılar düzenliyor. Atina’da “kimliği belirsiz” kişilerce öldürülmüş göçmen naaşlarının bulunması artık haber değerini dahi yitirdi. Faşistlerin etkin olduğu bazı semtlerde göçmenlerin hava karardıktan sonra sokağa çıkamadığı söyleniyor. Parlamentoya dahil olunca “medenileşeceğini”, mutedilleşeceğini sananların aksine Altın Şafak, göçmen karşıtı açık şiddeti, sola ya da anarşistlere karşı sokakta hakimiyetini sağlamlaştırmanın bir aracı haline getiriyor. Medya ve ana akım siyasi partiler de göçmen karşıtlığını gündemlerinin merkezine yerleştirerek aşırı sağın politik ajandasını benimsiyor, meşrulaştırıyorlar. Dünün “demokratları”, çoğulculuğu, konsensüsü ve itidali vurgulayan medya ve siyaset erbabı, sistemin dikişleri çözüldükçe, gündelik faşizmin aklayıcılarına, faşist paramiliterlerin özürcülerine dönüşüyor. Irkçılık ve göçmen karşıtlığı, kapitalist krizin yarattığı sosyal ve hatta psikolojik tahribatın bir antidotu olarak sunuluyor.
Aslında faşist hareketler Avrupa’da 1970’lerin sonlarına kadar, esas itibariyle karanlık bir geçmişin silik bir izi olarak gerçek anlamda marjinal konumdaydılar. 1970’lerin ortasında İngiltere’de National Front’un ani yükseliş ve düşüşü “kuralı kural yapan” bir istisnadan ibaretti. Her şey, 1984’teki Avrupa seçimlerinde, Fransa’daki Front National’in %11 gibi bir oy almasıyla değişmeye başladı. FN ve lideri Jean-Marie Le Pen, kısa zamanda ulusal düzeyde tanınan meşru siyasal aktörler haline geldiler. 1990’larla birlikte Fransız örneği genellik kazanmaya başladı. Avusturya’da Haider önderliğindeki Özgürlük Partisi ve İtalya’da Fini önderliğindeki MSI seçim başarılarıyla ülkelerinin ana akım siyasi hayatının meşru birer parçası olarak bu eğilimin takipçisi oldular. 1994’te MSI’nin Berlusconi’nin koalisyon hükümetine katılmasıyla II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da hâkim olmuş bir siyasal tabu da kırılmış oldu. Kendisini açıkça faşist olarak tanımlayan bir parti (lideri Fini, “biz faşistiz, faşizmin varisleriyiz, 2000’li yılların faşizmiyiz” diyordu), ilk defa bir koalisyon hükümetine katılıyordu. O günden bu yana Fransa’dan Yunanistan’a, Macaristan’dan Hollanda’ya birçok Avrupa ülkesinde faşist ya da neo-faşist partiler memleketlerinin büyük siyasal güçler sahnesinden eksik olmadılar. Dahası, politik talep, slogan ve gündemleri giderek sağcılaşan ya da “radikalleşen” merkez sağ tarafından özümsendi (Sarkozy ya da Berlusconi mesela), hatta merkez sola sirayet etti (Fransa’da yeni başkan Hollande, Sarkozy’nin Roma karşıtı deportasyon politikasını sürdürüyor, Yunanistan’da Papandreu önderliğindeki
PASOK hükümeti Yunan tarihinin en göçmen karşıtı iktidarlarındandı).
Kısacası, kibarca “aşırı sağ” denilen faşist siyasal oluşumlar Avrupa siyasal sahnesine hemen gitmek için gelmediler. Gitmek bir yana ulusal ölçekte siyasal gündemi, devlet politikalarını belirler oldular. Son Fransız ve Yunan seçimleri, kriz bağlamında bu partilerin daha da güçleneceğinin açık bir işaretiydi maalesef. Açıkçası, bugün Avrupa’nın üzerinde bir değil, iki “hayalet” dolaşıyor; Avrupa’nın kaderini de bu iki hayaletin birbiriyle mücadelesi, “ölümüne” kavgası belirleyecek bir kez daha. Göç politikalarının bu iki hayaletin kapışmasında merkezi bir muharebe meydanı olacağı aşikâr. Yunanistan, şimdiden başlamış olan bu kavganın belli ki ön cephesi olacak…