Büyüme rakamları siyasal iktidar için en azından iktisadi anlamda göreli olarak sıkıntılı bir dönemin başladığını ortaya koyuyor Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) bültenine göre (1) Türkiye ekonomisi 2012 yılının ilk üç ayında %3,2 oranında büyüdü ve 772,3 milyar lira oldu. Ancak mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış büyüme oranı 2012’in birinci çeyreğinde […]
Büyüme rakamları siyasal iktidar için en azından iktisadi anlamda göreli olarak sıkıntılı bir dönemin başladığını ortaya koyuyor
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) bültenine göre (1) Türkiye ekonomisi 2012 yılının ilk üç ayında %3,2 oranında büyüdü ve 772,3 milyar lira oldu.
Ancak mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış büyüme oranı 2012’in birinci çeyreğinde geçen yılın son çeyreğine kıyasla % -0,4 oldu. Geçen yılın son çeyreğinde ise ekonomi bir önceki çeyreğe göre % 0,4 büyümüştü. Böylece Türkiye ekonomisi geçen yılın üçüncü çeyreğinden beri hiç büyümemiş oldu. (2) Nitekim nüfus artışı dikkate alındığında net büyümenin temel göstergesi olarak kabul edilen “kişi başına düşen milli gelir” 2011’de 10.444 dolardan, 129 dolar gerileyerek, 10.315 dolara indi.
Veriler son 2,5 yıldır kesintisiz büyüyen Türkiye ekonomisinin büyüme hızının 2011 yılının ikinci çeyreğinden itibaren yavaşladığını, hatta ekonominin bir daralma eğilimine girerek bu yılın ilk çeyreğinde küçülmeye başladığını ve diğer ekonomilerden ayrıştığı iddiasının da boşa çıktığını gösteriyor. Bazı iktisatçılarca “keskin düşüş/sert iniş” ya da “yumuşak iniş” olarak da adlandırılan bu durum aslında uzunca bir zamandır başarısını yüksek büyüme oranlarına endekslemiş ve kısmen bununla toplumu idare edebilmiş olan siyasal iktidar için en azından iktisadi anlamda göreli olarak sıkıntılı bir dönemin başladığını ortaya koymaktadır. (3) Bu bağlamda “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumu ile karşı karşıya olan sermaye çevreleri ve siyasal iktidar bununla yetinecek midir? (4) Zira bir yandan ekonomi iç talepsiz büyüyemiyor. Diğer yandan iç talebe dayalı büyüme hem cari açığı arttırıp (5), ekonomiyi dış şoklara daha duyarlı hale getiriyor, hem de emekçilerin daha fazla tüketebilmelerini sağlayabilmek için ücret ve maaşların ve tarıma verilen gelir desteklerinin artırılmasını gerektiriyor. Bu, kârlarından fedakârlığa rıza göstermeyen büyük sermayenin ve neoliberal politikaları benimsemiş olan yeni muhafazakâr AKP iktidarının yakınından bile geçmeyeceği bir şeydir.
Büyüme yanılsaması- Büyüme fetişizmi
“Büyüme oranı %10’larda olsaydı emekçiler için ya da toplumun bütünü için ne değişirdi?” Örneğin yıllık büyümesi hala % 8-10’larda olan Çin’de emekçiler artan bu refahtan ne kadar pay alabiliyorlar? Yeterli pay alabiliyorlarsa neden bu ülkede son yıllarda büyük çaplı grevler, fabrika işgalleri ya da diğer işçi direnişleri yaşanabiliyor? (6)
İktisatçılar büyümeyi “bir ülkedeki bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin parasal ifadesi olan GSYH’de görülen artış” olarak tanımlarlar. Böylece büyüme milli gelirdeki yüzdesel artışla ölçülür. Bunu o ülkede yaşayan insan sayısı ile ilişkilendirdiğimizde, büyüme kişi başına düşen gelirin artması, genelde yaşam standardının yükselmesi, mutlak yoksulluğun azalması anlamına gelir.
Diğer taraftan bu kavram ülkelerin performansları ile ilgili bilgi vermesi anlamında işlevsel bir kavram olsa da tek başına, kişi başına düşen gelirin yüksekliği bir ülkenin iktisadi ve sosyal kalkınmışlığının göstergesi olamaz. Öyle olsaydı, bu gelirin nasıl bölüşüldüğü bir yana, örneğin kişi başına düşen geliri 35.000 doların üstünde olan Suudi Arabistan’ın dünyanın sosyal ve ekonomik olarak en gelişmiş ülkelerinden biri olması gerekirdi. Bu bağlamda tek başına iktisadi büyüme hızının ya da kişi başına düşen gelirin yüksekliği bir ülkenin çalışan sınıfları ve işsizlerince alkışlanacak ya da gurur duyulacak bir şey değildir.
1. Günümüzde “kapitalist büyüme” bir yanılsamadır, sömürü ilişkilerini ve ekonomideki büyümenin ve zenginliklerin ne pahasına ve kimler tarafından yaratıldığını gizlemeye hizmet etmektedir.
GSYH büyümesi yanılsaması, standart iktisadi verilerin inşası ve yorumu sırasında ortaya çıkan bir algı yanlışlığıdır. Resmi kurumların dönemsel olarak açıkladıkları büyümenin kaynaklarına bakıldığında, asıl kaynağın emek gücü ve onun üzerinden yaratılmış olan “artık değer”olduğunu görebilmek mümkün değildir. Hükümet, ilgili bakanlar ve medya büyümenin kahramanları olarak örneğin ihracatçı şirketleri göklere çıkartırlar. Bu kesimler adeta büyük fedakârlıklara katlanan vatan kurtarıcılarıdır. Kendilerine madalyalar, plaketler verilir, yazılı medyanın önde gelen yazarları tarafından kendileriyle başarı öyküleri üzerinden söyleşiler yapılır. Bu tabloda fiilen o üretimi gerçekleştiren işçiler yer almadığından bunlara verilecek bir ödül de yoktur. Onların payına düşen büyüme sırasında en ağır, en kötü koşullarda, çok uzun saatler çalıştırıldıklarından ve iş güvenliği önlemleri alınmadığından iş kazasına (!) uğrayarak büyüme şehidi olmaktır . (7) Bu tıpkı savaşlar sonucu elde edilen zaferler gibidir: Savaşı büyük komutanlar kazandığından, savaşan askerlerden söz edilmez.
Bu illüzyonun bir de uluslararası boyutu var. Bu, ABD, Japonya ya da AB gibi emperyalist ülke ekonomilerinin büyümesinin ardında, yarı sömürge ülke işçilerinin acımasız sömürüsüyle sağlanan katkının varlığının gizlenmesi gerçekliğiyle ilgilidir. Yani metropol ülkelerde büyüme rakamları açıklandığında Güneyin düşük ücretli işçilerinin küresel zenginliklere olan katkısı sistematik bir şekilde hafife alınır, buna karşılık metropol ülkelerin yerli katkıları abartılır. Bu saptırılmış algı GSYH, dış ticaret ve verimlilik istatistiklerinin tasarlanması ve yorumlanmasına temel teşkil eden Neoklasik fiyat, değer ve katma değer kavramlarından kaynaklanır. Bunun kaçınılmaz sonucu ise küresel değer ve kârın gerçek kaynaklarının gizlenmesi ya da saptırılmasıdır.
Bir başka anlatımla uluslararası kuruluşların sistematik olarak sundukları iktisadi veriler ve onların standart yorumları emperyalist Kuzeyli firmalar ile Güneyli üreticiler arasındaki sömürü ilişkilerini gizlemeye hizmet eder. Böylece bu çok uluslu şirketlerin el koydukları yarı sömürge ülke işçilerinin yaratmış olduğu ‘artık değer’, neoklasik iktisadın bir ustalığıyla milli muhasebe hesaplarında ‘katma değer’ olarak gösterilir ve böylece hem zenginliği yaratan gerçek kaynaklar hem de acımasız bir sömürü ilişkisi gizlenmiş olur. (8)
2. Büyüme sorunu daha ziyade gelişmiş ülkelerin bir sorunudur ve yatırım, talep, tüketim, kâr oranları gibi faktörlerden etkilenir.
Özellikle 2008 krizine kadarki 30-40 yıllık süreç gözlemlendiğinde gelişmiş ülkelerin büyüme hızlarının ortalama %2-3 gibi seyrettiği ve azgelişmiş ülkelerden daha yavaş büyüdükleri görülür. Bunun nedenlerinin başında bu ülkelerdeki aşırı sermaye birikimi yığılması ve bunun sonucunda kâr oranlarının düşme eğilimine girmesiyle yeni yatırımların azalması ve eksik tüketim gibi olgular gelir. Diğer taraftan azgelişmişler için büyümeden daha önemli bir sorun kalkınma ve sanayileşmedir. Çünkü bu ülkeler genelde gelişmişlerden daha hızlı büyüseler de (örneğin Türkiye) kapitalist bir üretim tarzı içinde kalkınamamakta ya da sanayileşememektedir. Ya da Güney Kore örneğinde (9) olduğu gibi en fazla “yarı-sanayileşmiş” bir ülke konumuna gelebilmekte ve ABD ve Japonya’nın terk ettiği sanayilere yönelebilmektedirler.
İktisadi büyüme ve kalkınma kavramları bilinçli bir biçimde birbirine karıştırılmaktad
ır. Oysa iki kavram arasında ciddi nitelik farklılıkları var. Örneğin kalkınma; insanın doğa karşısında egemenliğinin artması, üretici güçlerde kesintisiz bir gelişme ve dinamizm, sanayileşme, ekonomik, sosyal, toplumsal ve siyasal yapıların değişerek insan yaşamının maddi ve manevi alanlarda ilerlemesi, dönüşmesi, birey ve toplum refahının artması demektir. İktisadi büyüme ise böyle bir dönüşüm sürecinin lokomotifidir . Büyüme olmadan kalkınmanın gerçekleşmesi mümkün olmasa da, kalkınmaksızın bir ekonomiyi büyütebilmek mümkündür . (11)
Kalkınma iktisatçısı Goulet kalkınmış bir ülkenin üç olmazsa olmazından söz eder (12): Zorunlu ihtiyaçların karşılanması, özgüven-bağımsızlık ve özgürlük. Buna göre; (i) Yurttaşlarının konut-barınma, gıda, eğitim, sağlık gibi zorunlu ihtiyaçlarını bedelsiz olarak karşılayamayan; (ii) Emperyalistlerce kaynakları sömürülen ve diğer ülkelerle ilişkilerini eşit bir zeminde sürdüremeyen ve (iii) Halklarının, insanlarının kendi geleceklerini özgürce belirleyebilme hak ve özgürlüklerine sahip olmadığı bir ülke, bir toplum ve bir ekonomi gerçek anlamda kalkınmış sayılamaz.
Kısaca son 10 yıldır ortalama %7’lerde büyümesine rağmen Türkiye’nin kalkınmakta ve sanayileşmekte olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Daha ziyade emperyalizme bağımlı bir yarı sömürge, yarı-sanayileşmiş ülke ve ekonomi konumunda olup yukarıdaki sosyal kalkınmışlık özelliklerine de sahip olmayan bir ülkedir. Bu nedenle de özellikle AKP iktidarının hızlı büyüme oranlarının arkasına sığınarak yaptığı “gelişme” ya da “refah artışı” iddiaları gerçekçi değildir.
3. İktisadi büyüme tek başına ne toplumsal refahın, ne yaşam standardının ölçüsü olabilir, ne de emekçilerin refah düzeylerinin yükselmesini sağlayabilir.
Hem ana akım iktisadın hem de burjuva siyasetçilerin ekonomiye bakışları sakatlıklarla ve yanlışlarla doludur. Gerçekle ilgisi olmayan varsayımların (görünmez el, etkinlik, istikrar ve rasyonalite gibi) üzerine kurulan teoriler aslında kapitalizmin sonsuza kadar var olacağını, bu anlamda alternatif bir düzene gerek olmadığını ispatlamaya dönük ve statükoya ve onun egemenlerine hizmet eden ideolojilerdir.
Yani burjuva iktisadının bilimsel olduğu iddia edilse de bu iktisat anlayışı temelde bir sermaye ideolojidir. Öyle bir ideolojidir ki zengin ve güçlünün çıkarlarını savunur ve süreç içinde uygulamacılara prestij, etki ve para gibi imkanlar bahşeder .
Böyle bir amaca hizmet eden burjuva iktisadı bu tutumunu iktisadi büyüme konusunda da sürdürür. Yanlış şeyleri yanlış yollarla hesaba katarak GSYH kavramını “toplumun iyilik durumunun bir göstergesi” olarak sunar ve GSYH’nin sonsuza kadar büyütülmesi gibi gerçekleşmesi imkânsız bir amaca kilitlenir. Oysa böyle bir durum gezegene zarar vereceği gibi küresel sanayi toplumunun tümden çöküşünü de beraberinde getirebilecektir.
Bu bağlamdaki bir iktisadi büyüme kavramı pratikte bir ülkedeki sınıfsal eşitsizlikleri açıklayamadığı gibi bu tür eşitsizlikleri gizlemek, perdelemek için kullanılır. Örneğin birkaç banka ya da sınai tekel kâr ettiğinde ortalama, kişi başına düşen gelir de büyür, iktisadi büyüme de hızlanır .(14) Ama bu emekçilerin gelirinin ve refahının arttığı anlamına gelmez. Gelir ve servet adaletsiz dağıldığı sürece büyüme temelde servet zenginlerini ve sermaye sahiplerini daha iyi duruma getirir.
Kısaca iktisadi büyüme sermayenin, servetin büyümesidir. Nitekim iktisadi büyümenin hızlandığı yıllarda servet ve sermaye sahiplerinin varlık stoklarının da çok hızlı büyürken, ücretlilerin ya da küçük üretici, esnaf ve köylünün gelirlerinin yerinde saydığı ya da çok az arttığı görülmektedir. Bu sonuca yol açan faktörlerden biri de hükümetlerin emek aleyhine uyguladıkları, ücret, gelir ve vergi politikalarıdır.
4. Büyüme yeterince ve güvenceli istihdam yaratmıyor.
Kapitalizm sadece kriz dönemlerinde değil, kriz de olmadığı dönemlerde de yeterince iş ya da istihdam yaratan bir sistem değildir. Son dönemlerde görüldüğü gibi yarattığı istihdam istikrarsız, geçici, düşük ücretli, yarı zamanlı ve güvencesiz istihdam niteliğindedir. Bu anlamda kapitalizm bir yandan vahşi bir emek sömürüsü sürdürürken, diğer yandan milyonlarca insanı işsiz bırakmakta ve potansiyel emeği israf etmektedir.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) küresel istihdam verilerine göre (15), 2010 yılında dünyadaki toplam işsiz sayısı 205 milyon ve ortalama işsizlik oranı %6,2, istihdam / nüfus oranı %61 ve işgücüne katılım oranı %65’tir (azgelişmiş ülkelerde %50’lerin altına düşüyor). Yani kapitalist ekonomiler insanlar için yeterli istihdam yaratmıyor, iş olanağı sunmuyorlar. 6 milyarın üzerindeki toplam nüfusun içindeki 3 milyar çalışan işçinin yarısı (1,5 milyar işçi) ise güvencesiz, her an işten çıkartılabilir konumda ve çok düşük ücretlerle çalışabiliyor. Öyle ki günde 1.25 dolar ve altında bir ücretle yetinmek durumunda kalan “çalışan yoksul istihdamı” toplam istihdamın %21’ini oluşturuyor. Ebeveynleri ile birlikte toplamda günlük 2 dolar ile geçinmek zorunda kalan işçilerin oranı ise %39 (1,2 milyar işçi).
Türkiye’de de durum çok farklı değil. Nüfusun %20’si çok yoksul ve 16 milyon insan sosyal yardımlarla yaşamını sürdürebiliyor (16); çalışan yoksul oranı tarım sektöründe %35’in üzerinde, sanayi sektöründe %30’a yakın ve en yoksul çalışanların %46’sını yevmiyeli işçiler ve %34’ünü ücretsiz aile işçileri (ev kadınları) oluşturuyor. (17)
Kriz dönemlerinde bu tablo daha da kötüleşmekte, işsiz sayısı hızla artarken, esnek istihdam adı altında (sözüm ona işsizliği azaltmak için) emek sömürüsü daha da yoğunlaşmaktadır.
İktisat teorisinde işsizlik oranı %1-3 arasında ise bu tam istihdam olarak kabul edilir. Bunu aşan oranlar söz konusu olduğunda işsizlikten bahsedilir. Bugün itibariyle 2008 kapitalist krizinin de etkisiyle resmi işsizlik oranları metropol ülkelerde dahi ortalama %10’un üzerine çıktı. Triad’ın bir ayağı olan ABD’ de bu oran % 8,2 (18) ; diğer ayak olan Japonya’da %5 (genç işsizliği % 10,5) (19) ve beklendiği gibi Avrupa ülkelerinde ortalama %10’un üzerinde. 2011 yılı sonu itibariyle Avro Bölgesinde ortalama işsizlik oranı %10,4 ve genç işsizliği oranı %21’dir. (20)
Türkiye’de 2011 yılı için işsizlik oranı TÜİK tarafından (21) Türkiye genelinde %10,8 olarak açıklandı. Kentlerde bu oran ortalama %12,6, tarım dışında %13,4 ve kent genç nüfusu arasında %21 olarak ilan edildi. Ancak açıklanan bu oranları ihtiyatla karşılamak gerekir. Zira Türkiye’de işgücüne katılım oranı %48,6 (AB ülkelerinde %65-70 civarında). Bu durum gerçek işsizlik oranının açıklanan resmi işsizlik oranının çok üstünde olmasını gerekli kılıyor. Yani Türkiye çalışabilir nüfusuna oranla, insanlarının çok düşük oranda emek gücü piyasasına girebildiği ya da iş aradığı bir ülkedir. Ayrıca TÜİK işsizlik oranını tespit ederken haftada 1 saat çalışanı dahi işsiz saymamaktadır. Eğer haftada 1 saat değil de 15 saat kıstas alınsaydı resmi işsizlik oranı yaklaşık üç puan daha yüksek çıkacaktı. Bu nedenlerden dolayı gerçekte işsizlik oranının %20’nin üzerinde olması beklenir.
Kapitalizm toparlanma dönemlerinde de yeni istihdam ya da ücret artışı yaratmamakta, büyümeyi daha çok emek gücü verimliliğini artırarak, dolayısıyla da kârları artırarak sağlamaktadır. Yani, günümüzde üretim artışı
, kârlılık ve ekonomik büyüme emek gücünün daha verimli çalıştırılmasıyla sağlanıyor. İmalat sanayindeki sermaye yoğunluğundaki (sermayenin organik bileşimi) artış bir yandan büyümeyi sağlarken, diğer yandan çalışan işçi sayısını azaltmakta, ya da sermaye artışı kadar yeni istihdam yaratılmasını mümkün olmamaktadır. İşçilerin daha az kullanılmasının yaratacağı kâr azalması ise emek gücü verimliliğinin artırılması (nispi artık değer sömürüsü) ya da mevcut sanayileri düşük ücretli az gelişmiş ülkelere kaydırarak önleniyor. (22) Özellikle de kriz dönemlerinde işçiler işlerinden olma korkusuyla daha sıkı ve verimli çalışıyorlar. Nitekim yine ILO verilerine göre (23), dünya genelinde emek gücü verimliliği 2010 yılında %3,1 arttı. Buna karşılık reel ücretler ya çok az arttı ya da geriledi ve dünya genelinde %0,5 artarken gelişmiş ülkelerde %0,5-0,6 arasında düştü.
Esnek istihdam ‘Avrupa İstihdam Politikası‘nın önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bu, standart olmayan istihdam koşulları, kısmi zamanlı çalışma, evden çalışma ve sabit ücretli çalışma gibi konuları içermektedir. Uluslararası emek gücü istatistiklerine göre Avrupalı her beş işçiden ikisi esnek istihdam koşullarında çalıştırılmaktadır . (24)
5. İktisadi büyüme sonucunda gelir ve servet dağılımındaki adaletsizlik azalmıyor daha da artıyor.
Kapitalist ekonomilerin büyümesinin ve gelişmiş dünyadaki yaşam standardının hızla artışının sanayi devrimiyle birlikte; sermaye birikimi, sanayileşme ve teknolojik ilerlemenin hızlanmasıyla son 160 yıldan bu yana sağlandığı bilinmektedir. Bir yazara göre (25), eğer 1850 tarihine kadar ki 6000 yıllık insan ömrü 1 gün ile ifade edilirse geçtiğimiz yüz yıl ½ saatten biraz fazla eder. Ancak bu son ½ saatte toplam 1 günden çok daha fazla üretim yapılmış ve gelir yaratılmıştır. Ülkeler arasındaki gelir düzeyi farklılıklarının sadece sanayi devriminden bu yana ortaya çıkması, öncesinde hemen hemen bütün ülkelerin asgari geçimlik düzeyine sahip oldukları ve aralarında temel farklılıkların bulunmadığı gerçeği bu savı desteklemektedir. Yakın dönemde örneğin, 1970-1990 döneminde küresel sanayiler yılda ortalama %3 oranında büyüdü. Bu oranda bir büyüme sanayinin 25 yılda iki katına çıkması demektir.
Keza son 30 yıldır finansal sermaye ve finans sektörü çok daha hızlı büyüdü. Finansal işlemlerin hem ölçeği hem de önemi, finansal piyasaların ve ajanların genel ekonomi içindeki payı ciddi biçimde arttı. Türev araçlar gibi yeni finansal araçlar ortaya çıktı ve bu araçlar belirleyici hale geldi. Finansal sektörün ölçeği ve kârlılığı arttı. Finansal sektör gelirleri, finans dışı sektör gelirlerine göre çok daha hızlı arttı.
Kapitalist ekonomiler ve servet zenginliği bütün olarak bu denli artarken, bu refah ve zenginliklerin dağılımı hem servet hem de gelir dağılımı bağlamında son derece adaletsiz oldu ve 160 yıl öncesine göre yaşam standardı iyileşmiş olan emekçi sınıflar ile sermaye sınıfı arasındaki uçurum daha da büyüdü. Son krizle beraber emekçi sınıfların sadece nispi yoksulluğu değil, mutlak yoksulluğu da hızla arttı, giderek mülksüzleştiler, yoksullaştılar ve yaşam standartları hızla düştü.
Öyle ki günümüzde dünyada insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir ölçüde servet dağılımı adaletsizliği mevcuttur. Örneğin en tepedeki 9,5 milyon zengin, dünya nüfusunun binde 14’ünü oluşturmasına rağmen toplam servetin %25’ine sahiptir. Dahası en zengin %10’luk nüfus küresel servetin ya da kaynakların %85’ini elinde tutarken nüfusun %90’ı geriye kalan %15’lik bir kaynakla idare etmek zorunda. En alttaki %50’lik nüfus ise toplam servetin sadece %1’ine sahiptir. Diğer taraftan 2,5 milyar insan günde 2,5 dolardan az bir gelir tüketebiliyor. Dünyada kişi başına günde 2 kg’lık bir gıda üretilirken toplamda 1,4 milyar insan aç yaşıyor. (26) Dünyadaki en büyük 147 çok uluslu şirket küresel sermayenin %40’ını kontrol ederken, bunların çoğunluğunu bankalar ve sigorta şirketleri gibi finans kapital kuruluşları oluşturuyor. (27)
Kriz sonrasında, 2011 yılına ait veriler krizden kimlerin kârlı çıktığını da ortaya koymaktadır. 2011 yılı itibariyle dünyadaki dolar milyarderi sayısı 1000’i aşıyor. (28) Diğer taraftan dünyanın en zengin ülkesi ABD’ de son kriz öncesinde dahi yaklaşık 50 milyon insanın sağlık sigortası yoktu. (29) 2010 yılında 4,4 milyon saat başı çalışan ücretli (diğer ücretli istihdam türlerindekiler de dâhil edildiğinde10 milyonun üzerinde insan) haftalık 290 dolar olan asgari ücret ve onun altında bir ücretle geçinmek zorunda (30) ve nüfusun %15’i, yani 46 milyon insan ise yoksul. (31)
Tek başına bu veriler bile kapitalist dünya ekonomisinin ne denli asimetrik olduğunu göstermektedir: Milyarlarca insan yoksulluk içindeyken az sayıda insan dünyadaki zenginliklerin çok büyük bir kısmına el koymaktadır. Diğer taraftan mevcut adaletsizliğin insanlığın kalıcı bir özelliği olduğu ileri sürülebilir. Araştırmalar bu yüksek dereceli eşitsizliğin nispeten yeni olduğunu ortaya koyuyor. Var oluşumuzun %90’ında, tarımın geliştirilmesine kadar ki dönemde insanlar bir hayli eşitlikçi toplumlarda yaşamıştır.
Muhtemelen dünyadaki zenginlik bölüşümü geçmişte bugünkü kadar eşitsiz olmamıştır. Dolayısıyla da ana akım iktisadın varsaydığı gibi hepimizin eşit bir alanda oynadığımız ya da tarihin önemsiz olduğu varsayımı doğru bir varsayım değildir. (32)
Türkiye‘de öncelikle servet dağılımı son derece adaletsiz ve bu adaletsizlik son yıllarda izlenmekte olan neoliberal politikalarla daha da arttı. Öyle ki 2008 krizi dünyada olduğu gibi Türkiye’nde servet zenginlerinin sayısını artırdı. Forbes Dergisi’ne göre Türkiye’nin en zenginleri listesinde (Forbes 100) yer alan Türk dolar milyarderlerinin sayısı son üç yılda giderek artarak 2011 yılında 39 oldu. Geçen yıl bu sayı 28 ve 2009 yılında ise 13 idi. 39 dolar milyarderinin bilinen servetlerinin toplamı 100 milyar doları aşıyor. (33) Bu durum son yıllarda uygulanan ekonomi politikalarından asıl olarak kimlerin fayda sağladığını ve gurur duyulan büyümenin ne anlama geldiğini, büyümenin istihdam ve emekçi sınıfların gelirlerini artırmadığını, yeni servet zengini sermayedarlar yarattığını ortaya koyuyor.
Keza TÜİK’in %20’lik hane halkı gruplarına göre yapılan gelir dağılımı araştırmasına göre (34) Türkiye’de 2010 yılında en yüksek gelire sahip son gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay %46,4 iken, en düşük gelire sahip ilk gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay %5,8’dir. En tepedeki yüzde 20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay, ilk yüzde 20’lik grubun payının 8 katıdır. Bir başka anlatımla Türkiye’de en tepede yer alan %20’lik bir grup toplam gelirin neredeyse yarısına el koyarken, kalan yarısı Türkiye nüfusunun %80’i tarafından paylaşılmak zorundadır. Ya da en tepedeki üçte birlik bir nüfus gelirin üçte ikisine el koyarken, en alttaki %60’lık nüfus kalan üçte bir ile yetinmek durumundadır. Gelir dağılımı adaletsizliğini gösteren kavramlardan biri olan Gini Katsayısı 0.40 olup, Türkiye Meksika’dan sonra en OECD ülkeleri içinde en yüksek Gini Katsayısına sahip ülkedir. (35)
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından yıllık olarak hazırlanan İnsani gelişme Endeksi (36) Türkiye’deki insani gelişmişlik düzeyinin ne denli geri olduğunu da ortaya koymaktadır. 2010 yılı verilerine göre, gelişmiş OECD ülkelerinin endeks ortalaması 0.88 iken, Güney Asya ülkelerininki 0.5
1 ve en alttaki Sahra altı Afrika ülkelerininki 0.39’dur. Norveç’in 0.94 ile en tepede (1.) ve Zimbabwe’nin 0.14 ile sonuncu (169.) olduğu sıralamada Türkiye 0.68 ile 83. sırada yer almaktadır. Daha önceleri Türkiye 70’li sıralarda yer almaktaydı. İran, Ermenistan, Gürcistan, Yemen, Fas, Suriye, Mısır, Ürdün, Libya ve Tunus gibi ülkeler Türkiye’nin üstünde sıralanmaktadır.
Son olarak, OECD’nin sosyal adalet göstergeleri açısından Türkiye’nin durumu çok daha kötüdür. Öyle ki 31 OECD ülkesinde 6 sosyal adalet göstergesinin ağırlıklı ortalaması OECD genelinde 6.67 iken Türkiye 6 göstergenin hepsinde 5 puanın altında kalarak 4.19 ile son sırada (31.sırada) yer almaktadır. Böylece Türkiye OECD’nin en sosyal adaletsiz ülkesi olarak tescillenmiştir. (37) Türkiye’nin 10 üzerinden aldığı bu puanlar 6 gösterge için şöyledir: Yoksullukla mücadele: 4.26; eğitimde eşitlik: 3.67; istihdam imkânı: 4.86; sosyal uyum: 3.22; sağlık: 3.79 ve kuşaklararası adalet: 5.05. Genel olarak yoksulluk oranı OECD ortalaması %10,8 ve çocuk yoksulluğu oranı OECD ortalaması %12,3. Genel yoksulluk oranının en yüksek olduğu ülkeler G. Kore, Türkiye, Avustralya ve ABD. Bu ülkelerde nüfusun %17,3’ü %50’lik medyan gelirin altında gelir elde ediyor. Diğer taraftan çocuklar arasında yoksulluk oranları Danimarka için %3,7; Şili için %23,9; Meksika için %25,8; ABD için %21,6 ve Türkiye için %23,5’tir. (38)
Gelir ve servet dağılımında adaletsizlik ve yoksulluk bu denli yüksek olmasına ve kamu bütçe politikaları ile bu adaletsizlikleri bir miktar azaltmak mümkün olmasına rağmen, Türkiye’de bütçeler bu amaçla kullanılmamış, tam tersine gelir ve servetin zenginler ve sermaye grupları lehine yeniden bölüştürülmesine hizmet etmiştir. Örneğin 2012 Bütçesi’nin harcamalarının üçte birine yakın kısmı personel, üçte birinden biraz fazlası sosyal güvenlik kuruluşları ve yerel yönetimlere, altıda biri faizciye/rantiyeye ve sadece on ikide biri çoğu yenileme niteliğindeki kamusal yatırımlara ayrılmıştır. %37’lik pay ile (130 milyar TL) bütçenin en büyük kalemini teşkil eden cari transferler içinde; tarımsal desteklemeye (köylü ve küçük üreticiye) ayrılan pay sadece binde 7’dir (2,6 milyon TL). Sosyal Yardım Dayanışma Fonu için 3 milyar TL’lik bir pay ayrılmış durumda. Yani bütçenin yoksullara dönük ödenekleri sadece binde 8 civarındadır (bu yardımlar iddia edildiği gibi AKP hükümetleri döneminde yılda hiçbir zaman ortalama 1-1,5 milyar TL’yi aşmadı). Diğer taraftan sermaye için cömert vergi indirimleri, istisna ve muafiyetleri ve diğer teşvikler mevcuttur. Örneğin 103 adet vergi harcaması kalemi altında sermayeden alınması gereken 18 milyar TL’lik vergiden vazgeçiliyor (bütçenin %5’i). Sermaye için ayrıca; işveren primindeki 5 puanlık indirim için 5,5 milyar TL, kredi faiz desteği için 11 milyar TL ve KOBİ desteği için 2,8 milyar TL olmak üzere ilave bir %5 tutarında sübvansiyon söz konusu. Vergi harcamaları ile birlikte bu oran bütçenin %11’ine denk düşüyor. (39) Son olarak Nisan 2012’de kabul edilen ve 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren uygulanacak olan yeni teşvik yasası ile sermaye çevrelerine çok geniş kapsamlı teşvikler sunuluyor. Kabaca, katma değer vergisi (KDV) istisnası, gümrük vergisi muafiyeti, vergi indirimi, sigorta primi işveren hissesi desteği, faiz desteği, yatırım yeri tahsisi, gelir vergisi stopajı desteği ve KDV iadesi öngörülüyor.
Diğer taraftan, dünya ve Türkiye’ye ilişkin bu eşitsizlik ve adaletsizlik göstergeleri kapitalist üretim tarzının artık değer sömürüsü üzerinden sınıfsal bölünmüşlüğünün sadece can yakıcı sonuçlarıdır. 250 yıllık kapitalizmin insanlara iddia edilenin aksine sınıfsal sömürü, yoksulluk, eşitsizlik ve adaletsizlik ve krizler dışında pek de bir şey vermediğinin göstergeleridir. Bu sonuçları doğuran şey, toplumdaki diğer sömürü ve ezme biçimlerinin üzerinde, artık değer sömürüsüne, kâr maksimizasyonu için üretime ve çevreyi tahrip eden, işçi ve emekçi sınıfları baskılamaya dayalı kapitalizmin bizzat kendisidir.
Bir başka anlatıma, işsizlikte olduğu gibi, yoksulluk, gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin nedeni burjuva iktisatçıların ileri sürdüğü gibi kaynak yetersizliği değil, kapitalist sistemin kaynakları dağıtma biçimidir. Çünkü kaynaklar piyasalar tarafından ihtiyaçların karşılanması için değil, kâr elde etmek için dağıtılmakta ve kapitalist devlet izlediği sosyo-ekonomi politikaları bunu kolaylaştırmaktadır.
Piyasa mekanizmasıyla gerçekleştirilen ve devlet eliyle de perçinlenen işçi sınıfının bu sömürülmüşlük ve ezilmişlik durumu kendisini sosyo-ekonomik alanda servet, gelir, eğitim, sağlık, konut gibi konularda ciddi farklılaşma, eşitsizlik ve adaletsizlik biçiminde ortaya çıkartmaktadır. Keza bu bir kerelik bir olarak kalmamakta, piyasalar ve kapitalist devlet bu eşitsizlikleri hem yeniden üretmekte hem daha da derinleştirmektedir. İktisadi krizlerse bu eşitsizlik ve adaletsizliği daha da artırmaktadır. (40)
6. Kapitalist büyüme, daha fazla üretim ve tüketim doğayı tahrip ediyor.
Kapitalist üretimin doğrudan amacı insan ihtiyaçlarının ya da toplumsal ihtiyaçların karşılanması değil, kâr, daha fazla kâr ve en fazla kâr elde etmektir. Daha fazla kâr için daha fazla üretim ve tüketim yapılır ve bunu sonucunda ekonomi büyür, ancak böyle bir büyüme sırasında hem emek hem de çevre sömürülür, tahrip edilir. (41)
Doğal çevrenin hafife alınması kapitalizmin başından bu yana temel bir karakteristiğidir. Marx’ın da vurguladığı gibi sermaye işçiyi sömürdüğü gibi doğaya da zarar vermektedir. Bu nedenle de ekolojik tahribat kapitalizmin genetiğinde mevcuttur: Doğal kaynaklar kesintisiz bir şekilde tüketilerek azaltılır. (42)
Tarihçi Howard Zinn bu durumu şöyle anlatır : “Kâr güdüsünün insanlık için ne denli tahrip edici olduğu yönündeki Marx’ın algısı bugün çok daha önemli bir hale geldi. Para kazanma ve kâr güdüsü bugün kimyasallar üreten firmaların havayı, suyu kirletmesine ve silah firmalarının kimlere karşı kullanılacağı dahi bilinmeyen devasa silah üretimine neden olmaktadır. Dolayısıyla toplumların gerçek anlamda demokratikleşmesi kâr motifinin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür.” (43)
Diğer taraftan hem emek üzerinde (işsiz kalma, yabancılaşma ve itibarsızlaşma, iş kazalarına maruz kalma gibi) hem de çevre üzerinde (küresel ısınma, hava ve su kirliliği gibi) yaratılan bu tahribat burjuva politikacılar tarafından görmezden gelinirken ya da metafizik güçlere ve doğal felaketlere bağlanırken, burjuva iktisatçılarınca ya hiç önemsenmez (dolayısıyla da iktisat ders kitaplarında yer verilmez) ya da en iyisinden “dışsallıklar” (44) kavramı altında geçiştirilir. Bir başka anlatımla, ” iktisadi büyüme fetişizmi devasa ekolojik sorunlara neden olurken iktisatçıların bugüne kadar üretebildikleri çözümler büyük çaplı sosyal maliyetlere neden olan bu faaliyetleri sadece meşrulaştırmaktadır.” (45)
Kapitalizmin, çevre sömürüsü ve çevre yıkımı ilişkisi açıklanabilmesi için kâr sürümlü iktisadi büyümenin her gün devasa enerji ve hammadde kaynaklarının kullanılmasını gerektirdiğini ve bu kaynakların tamamının “biyosfer”den elde edildiği gerçeğini bilmek gerekir. Biyosfer, gezegenimizin ekolojik sistemidir ve insanlar dâhil tüm canlıların litosfer, hidrosfer ve atmosfer ile olan karşılıklı etkileşimini anlatan bir kavramdır. İhtiyacımız olanı biyosferden alırız ve emek aracılığıyl
a onu ihtiyaçlarımız için dönüştürürüz. Örneğin üretim sırasında okyanuslardan atmosfere düzenli olarak, aralarındaki doğal değişimin %7′ si oranında karbon salıyoruz. (46) Bu salınım gezegenimizin ısınmasına neden oluyor. Son dönemlerde küresel sanayilerin devasa büyümesi göz önüne alındığında ortaya çıkan karbon salınımının ve bu büyümeyi sağlamak için gerekli olan enerji ve hammaddenin büyüklüğü kendisini gösterir. Bu büyümeyi sağlayan tüm enerji ve hammadde biyosferden gelmiştir. Bu çapta bir kullanım, daha fazla üretim ve daha fazla kâr için gerekiyor. Ancak bu durum kaçınılmaz olarak ekolojik sorunlara yol açıyor.
Kapitalist büyümenin neden olduğu ekolojik sorunların en önemlileri şöyle sıralanabilir: Küresel Isınma, ozon tabakasının incelmesi, hava kirliliği ve asit yağmurları, su kirliliği, tehlikeli atıkların yarattığı tahribat, biyoçeşitliliğin azalması (ekolojik çeşitlilik, tür biyo çeşitliliği ve gen çeşitliliği), ormanların bozulması (yağmur ormanlarının tahrip edilmesi), çölleşme ve toprak kalitesinde azalma ve gıda krizleri.
Bu etkilerin içinde en sıcak hissedilenlerin başında kuşkusuz küresel ısınma gelir. Türkiye’de de son yıllarda Ayamama, Zonguldak, Rize ve en son Samsun Canik’te yaşanan ve çok sayıda insanın ölümüyle sonuçlanan sel felaketlerinin nedeni, bir kısmında her ne kadar rant için dere yataklarına devlet eliyle toplu konut yapılması nedeniyle bu ölümler gerçekleşmiş olsa da, son tahlilde küresel ısınma sonucunda ortaya çıkan iklim değişimleri ve bunun neden olduğu aşırı yağışlardır.
Mayıs 2012’de Kuzey Kutbu’nda yapılan düzenli ölçümlere göre küresel ısınmanın temel nedeni olan sera gazları düzeyi 800,000 yıldan bu yana ilk kez milyonda 400 düzeyine çıktı. Dünyanın diğer bölgeleri de bunu izleyecek. Bu çok önemli bir eşiğin aşıldığı anlamına geliyor. Zira Kuzey Kutbu hem karbondioksit (CO2) düzeyi hem de bunun etkileri açısından küresel ısınma için temel gösterge olarak alınıyor. Yani artık atmosferde daha çok karbon dioksit var. Bu gaz küresel ısınmaya neden olan temel faktör olarak biliniyor ve atmosferde 100 yıl kalabiliyor. Geçtiğimiz yıllarda yapılan uluslararası toplantılarda bu düzeyin 2020 yılına kadar 350’de tutulması kararı alınmıştı ki bunun gerçekleşmediği görülüyor. Sanayi devriminden önce bu düzey yaklaşık 275 idi. (47)
Ekolojik sorunlar küresel ısınmayla sınırlı değil. Tarımda kârlılığı artırmak için önce “yeşil devrim” olarak pazarlanan kimyasal zehirlerin kullanılmasının, bugünlerde ise “gen devrimi” olarak sunulan genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO’lu ürünlerin) yol açtığı ciddi boyutta çevre sorunları ve bunun neden olacağı toplumsal sorunlar (açlık, savaşlar, göçler vb) söz konusudur. Su ve toprak kirliliği sorunları, su kıtlığı, gıda krizi, doğal kaynak stoklarının azalması, biyoçeşitlilikte yaşanan kayıplar, nesli tehlikede ve yok olan türler emek ve doğa üzerinde tahakküm kuran kapitalizmin hem dünyayı ve insanlığı nasıl bir felakete sürüklediğini hem de kendi çıkmazını gözler önüne sermektedir.
Notlar:
(1) TÜİK, Gayri Safi Yurt İçi Hasıla, Haber Bülteni 1. Dönem 2012 (02.07.2012), http://www.tuik.gov.tr.
(2) Seyfettin Gürsel, Zümrüt İmamoğlu ve Barış Soybilgen, “İç talepte sert fren büyümeyi düşürdü”, Betam Araştırma Notu ( 04.07.2012), http://betam.bahcesehir.edu.tr.
(3) Nitekim bu gelişme, hali hazırda bütçe gelirlerine de yansıdı. Maliye Bakanı Şimşek 2012 yılının ilk altı ayını değerlendirirken, geçen yılın ilk altı ayında bütçenin 2,9 milyar lira fazla verdiğini, bu yıl ise geçen seneye göre bütçe performansında 9,6 milyar liralık bir düşüşle 6,7 milyar liralık açık verdiğini, vergi gelirlerinin geçen yılın aynı döneminde % 24,4 artmasına karşılık bu yıl sadece % 6,9 arttığını ve özellikle KDV’nin yerinde saydığını söyledi. Bak. “Af yok, açık var”, Radikal, http://www.radikal.com.tr, (17.07.2012).
(4) Büyümenin yavaşladığı, dolayısıyla da sermaye ve servetin daha düşük oranda büyüdüğü ya da büyüyemediği durumlarda büyümeyi bölgesel savaşlar dâhil başka çözümler üzerinden yürütmek zaman zaman sermaye çevrelerinin tercihleri arasında olmuştur. Son dönemlerde Suriye üzerinden yürütülen savaşçı dış politika söylem ve eylemleri bu açıdan da değerlendirilebilir.
(5) Türkiye’nin hali hazırda oran olarak en yüksek cari açığa sahip ülke durumunda olduğunu hatırlatalım.
(6) Au Loong Yu and Bai Ruixue, “New Signs of Hope: Resistance in China Today”, LabourWorld, http://worldlabour.org/eng), (08.05.2012).
(7) İşçiler de ‘büyüme’ şehidi mi? Evrensel Gazetesi, (07.04.2012).
(8) Bu durumu doğrulayan üç küresel üründen örnek verilebilir: Apple (İphone), H&M tişört ve kahve (Starbucks). Bu üç örneğe ait veriler ve deneyim, bu firmaların kârlarına asıl katkıyı çok uzun saatler çalışan düşük ücretli Çinli vb işçilerin yaptığını ortaya koymasına rağmen üretilmiş olan iktisadi veriler böyle bir katkıyı göstermez, tam tersine bu dev çok ulusluların kârlarının, bu ürünlerin tüketildiği metropol ülkelerde yaratıldığını, bunun da iktisadi büyümeyi hızlandırdığını ileri sürer. Bak. John Smith, “The GDP Illusion – Value Added versus Value Capture”, Monthly Review, (July-August 2012), Vol.64 No.3 s. 86-102.
(9) Mustafa Durmuş, İhracata Yönelik Sanayileşme ve Güney Kore Modeli, (Doktora Tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1988.
(10) Mustafa Durmuş, Maliye Politikaları, Teori ve Uygulamalarının Değerlendirilmesi (Doçentlik Tezi), Yaklaşım yayınları (Aralık 2003), s. 21.
(11) A.P Thirlwall, Growth and Development, 7.Edt., 2003, s.39.
(12) D. Goulet, The Cruel Choice: A New Concept on the Theory of Development, New York Atheneum, 1971, s. 17-32.
(13) Michael D. Yates, “The Emperor Has No Clothes, But Still He Rules: Three Critiques of Neoclassical Economics”, Monthly Review, www.monthlyreview.org, (14.06. 2011). Örneğin 1960’ların meşhur Arrow–Debreu Teoremi, Soğuk Savaş yıllarında kapitalizmin insani gelişmede son nokta olduğunun matematiksel modellerle kanıtlanması için kullanılmıştır. Bkz. David Orrell, Economyths, Ten Ways Economics Gets It Wrong, John Wiley & Sons Canada, Ltd., 2010, s. 52.
(14) Bu durum iki örnekle açıklanabilir: İlk örnek olarak, 2007 yılında Bermuda adlı bir küçük ada ülkesi en yüksek GSYH’ye sahip ülke olarak birinci sırada yer almıştı. Bu veriden hareketle bu ülke insanlarının dünyanın en üretken insanları olduğu fikrine kapılmak mümkündür. Oysa bu ülke ekonomisi 2001 Eylül saldırıları sonrasında ABD’ de Dünya Ticaret Merkezinin de yerle bir olması nedeniyle dünyanın en büyük hedge fonlarının ve sonrasında Katrina Kasırgası ile birlikte en büyük reassürans şirketlerinin bu ülkeye gelmesi sonucunda böyle bir büyüklüğe erişmiştir. Dünyanın bir numaralı ülkesi olsa da bu ülkedeki tek üretken faaliyet beach barlarda üretilen kokteyller ve diğer turistik hizmetlerdir. Diğer taraftan bu ülkeye 1600 km uzaktaki bir başka küçük ada ülkesi olan Dominik Cumhuriyeti‘ndeki 57 serbest üretim bölgesinde çalışan 154,000 işçi Kuzey Amerika piyasaları için ayakkabı ve hazır giysi üretmektedir. Aynı yıl bu ülke ekonomisinin büyüklüğü Bermuda ekonomisinin satın alma gücü paritesi bağlamında % 8’ini, piyasa döviz kuru üzerinden ise sadece % 3’ünü oluşturabiliyordu. CIA’ nın World Fact Book’unda bu ülke Bermuda’nın 97 sıra gerisinde yer almaktadır. Şimdi bu
ülkelerden hangisi küresel refaha daha fazla katkıda bulunmaktadır? Bak. John Smith, agm., s. 97. İkinci örnek olarak, Türk şirketlerinin 2011’deki performanslarının oldukça yüksek olduğu görülür. Bir araştırmaya göre en büyük 500 şirketin toplam cirosu 2010 yılına göre 2011’de % 22 artarak 553 milyar liraya çıktı. Keza 1 milyar liranın üzerinde satış gelirine sahip şirket sayısı 2011 yılında önemli miktarda arttı. Bkz. Fortune 500 Türkiye 2011. Bankacılık sisteminin 2011 yılı sonu itibariyle toplam kârı ise 20,1 milyar lira olarak gerçekleşti. .Bkz. http://www.tbb.org.tr.
(15) International Labour Office (ILO), Global Employment Trends 2011: The challenge of a jobs recovery, Geneva, 2011.
(16) H. Boyacıoğlu, “Türkiye’de her beş kişiden biri yardımla yaşıyor”, Radikal, (04.04.2011).
(17) Büşra Çavuşoğlu, “Türkiye’de Çalışan Yoksulluğunun Genel Durumu”, Sosyal Güvence, (Ocak-Nisan 2012), s. 28-31.
(18) Dean Baker ,” Job Growth Slows Sharply In March, Unemployment Edges Down to 8.2 Percent”, ,www.cepr.net, (April 6, 2012).
(19) International Marxist Tendency, Perspectives for world capitalism 2012 – Part One, www.marxist.com, (09 March 2012).
(20) Eurostat Eurozone’den aktaran The Guardian , www.guardian.co.uk, (31.1.2012). bir başka kaynağa göre genç işsizlik oranı İspanya’da % 49,9; Yunanistan’da % 48,1; Portekiz’de % 35,1; İtalya’da % 31,1; İrlanda’da % 29,6; Fransa’da % 23,3; İngiltere’de % 22,2 ve Almanya’da % 7,8. Bkz. Thomson Reuters Datastream,Eurostat, (03.02.2012).
(21) TÜİK, Hanehalkı İşgücü İstatistikleri Bülteni (15.06.2012). http://www.tuik.gov.tr.
(22) Yıllardır ABD’de ücretler artmaz ve Çin’de ücretler artmasına rağmen aradaki fark hala çok fazladır. Çinli bir kaynağa göre Satın alma Gücü Paritesiyle bu fark 16, cari kur üzerinden 37 kattır. Bak. John Smith, agm., s. 95.
(23) International Labour Office (ILO), agk.,
(24) Tanja Česen, agm.,
(25) A.P Thirlwall, agk., s.69.
(26) Outing the Oligarchy, A Special Report by The International Forum on Globalization (IFG), (December 2011), s. 112-113.
(27) Richard B. Du Boff , “Who Controls Capital? That Does Capital Control?” ,http://mrzine.monthlyreview.org, (26 November 2011).
(28) Tony Clarke, Sabrina Fernandes, Richard Girard, “Uncle Slim: The World’s Richest Man”, Outing the Oligarchy, A Special Report by The International Forum on Globalization (IFG), December 2011), s. 63.
(29) Mustafa Durmuş, “Obama Sağlık Reformu: Kanseri Aspirinle Tedavi Etmek”, Çalışma ve Toplum, 2011/4 (Sayı 31), http://calismatoplum.org, s. 64.
(30) U.S.Bureau of Labour Statistics, Characteristics of Minimum Wage Workers: 2010, http://www.bls.gov/cps/minwage2010.htm.
(31) U.S. Bureau of the Census, Income, Poverty, and Health Insurance Coverage in the United States: 2010, Report P60, n. 238,
(32) Orrell, agk., s. 157.
(33) Forbes ( 28 Şubat 2011).
(34) TÜİK, Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2010, Haber Bülteni, Sayı: 8661, www.tüik.gov.tr. (19.12.2011).
(35) Gulf between rich and poor widening, http://revolting-europe.com/data/wealth-inequality, (20.06.2012).
(36) United Nations Development Programme (UNDP), The Human Development Index (HDI) 2011, http://www.undp.org.bz.
(37) OECD, Social Justice in the OECD – How Do the Member States Compare? Sustainable Governance Indicators, 2011.
(38) Türkiye’de sadece çocuk yoksulluğu değil, aynı zamanda çocuk tutuklu sayısı da oldukça yüksek olup 2010 Mart ayı itibariyle 2,189’dir.
(39) Mustafa Durmuş, “2012 Bütçesi Kimin Bütçesi?”, Radikal 2, (08. 01,2012).
(40) Michael D. Yates, agm.,
(41) Kapitalizmin emek üzerindeki tahribatının en somut örnekleri son zamanlarda İstanbul Tuzla Tersane bölgelerindeki ve Esenyurt’taki iş cinayetleri ve Ankara Ostim ve Eskişehir organize sanayi bölgesindeki patlamalarla işçilerin ölümüyle yaşanmıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, iş kazalarına ilişkin bir soru önergesini yanıtlarken 2002 – 2011 döneminde meydana gelen iş kazalarında 10 bin 804 işçinin öldüğünü söyledi. SGK verilerine göre ayrıca, aynı yıllar arasında yurt genelinde 735 bin 803 kaza meydana geldi. http://www.birgun.net, (02. 06. 2012).
(42) Kapital’den aktaran, Victor Wallis, Beyond “Green Capitalism”, Monthly Review, Volume 61, Number 9, (February 2010), http://monthlyreview.org.
(43) Howard Zinn, The Future of History: Interviews with David Barsamian, Monroe, ME: Common Courage Press, 2002, 97-98.
(44) Dışsallık, ana akımda “bir kişi ya da bir firmanın yapmış olduğu üretim ya da tüketimin bu faaliyetle ilgisi olmayanlar ve çevre üzerinde yarattığı olumsuz ya da olumlu etkiler” olarak tanımlanmaktadır.
(45) J. R. McNeil, Something New Under the Sun: An environmental history of the twentieth century, New York: W. W. Norton, 2000, s. 336.
(46) Socialist Resistance (Britain), Class struggle and ecology: An ecosocialist approach, http://links.org.au, (14.07.2012).
(47) Greenhouse gas level nearing ‘significant’ level, http://www.cbc.ca/news/world/story/2012/05/31/greenhouse-gas-400-levels.html, (May 31, 2012).