“Dindar ve kindar neslimizin başarısını gördünüz, en çok madalyayı bizim dindar ve kindarlarımız aldı.” Ne çok isterdi Tayyip, Londra Olimpiyatları sona erdiğinde, bu cümleyi kurmayı. Ama kader işte! Zaten bu yabancılar takmıştı bu ülkeye. Ne diyordu Tayyip, 2020 olimpiyatları için kulis yaparken: ”Halkının büyük bir çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede bugüne kadar bir olimpiyat düzenlenmedi. […]
“Dindar ve kindar neslimizin başarısını gördünüz, en çok madalyayı bizim dindar ve kindarlarımız aldı.” Ne çok isterdi Tayyip, Londra Olimpiyatları sona erdiğinde, bu cümleyi kurmayı. Ama kader işte! Zaten bu yabancılar takmıştı bu ülkeye. Ne diyordu Tayyip, 2020 olimpiyatları için kulis yaparken: ”Halkının büyük bir çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede bugüne kadar bir olimpiyat düzenlenmedi. Sorarlar insana niçin? Ne eksik de yapmıyorsunuz?” 114 sporcuyla katılıp toplam 5 (2+2+1) madalya aldıktan sonra neyi eksik yaptığını anlamış mıdır? Elbette ki hayır! Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, hala “2020’de madalyaları toplayan ülke olmayı arzuluyoruz” demekte.
Oysa her şey ne güzel başlamıştı. Tayyip, 114 sporcuya hitaben; “Sizler, Londra’da, bir yandan ülkeniz, bir yandan arkanızdaki milletiniz için yarışırken, aynı zamanda 2020’nin de yolunu orada yapacak, kilidini orada açacaksınız” deyip ekliyordu: “Bu, 1936’dan beri değerlendirdiğimiz zaman ulaştığımız en yüksek sayı”. Ve hepsine tek tek hediye çeki ve iPad dağıtıyordu. Ancak ne gazın gücü ne paranın gücü ne devşirme gücü ne de imanın gücü bir işe yaradı. AKP, iktidarı dönemindeki en başarısız olimpiyatı yaşadı (2004 Atina olimpiyatlarında 10 madalya, 2008 Pekin olimpiyatlarında 8 madalya alınmıştı). Oysa bu ülke 1948’de yine Londra’daki olimpiyatta 12 madalya (6+4+2) kazanabilmişti.
Şimdi yanıtlanması gereken iki soru var: Bir; bu ülkenin çocukları sporda niye başarısız oluyor? İki; AKP, özellikle Tayyip, spordaki başarıyı neden bu kadar önemsiyor?
İlk soruya yanıtı Atletizm Federasyonu Başkanı Mehmet Terzi veriyor zaten: “Milli Eğitim Bakanlığı’nın sistemi, sporcu yetiştirmeye engel bir sistem”. Bu saptamaya ek yapmak gerek; MEB’in sistemi, uzmanlık gerektiren her türlü “iş”in altyapısını kurmaya engel bir sistem. Ama haklarını yememek gerek, 4+4+4 ile en azından dini eğitimin altyapısını mükemmel(!?) kuracaklar. Böylece sosyal bilimler, fen bilimleri, sanat ve sporda en üst düzey başarılara akılları sıra ulaşacaklar. Dinin yetmediği yerde de kinlenecek ve bu motivasyonla başarıdan başarıya koşacaklar!
Bu arada 2016 ve 2020 olimpiyatlarında da hezimetin yaşanacağını şimdiden söylemek kehanet olmayacak. Çünkü sporda başarı, (devşirmeleri ya da istisnai kişisel emeği saymazsak) uzun zamana yayılan, sistemli çalışmayı ve büyük özveriyi gerektiriyor. AKP’nin Milli Eğitim Bakanlarının, yani Hüseyin Çelik ve Nimet Baş’ın yarattığı ucubeler olan SBS’ler sayesinde, yani 6’ncı sınıftan itibaren her yıl sonu yapılan sınavlar sayesinde, o kuşakta yer alan yüzbinlerce çocuk her türlü sosyal, sanatsal ve sportif faaliyetini terk etmek zorunda bırakıldı. Bu kuşağın seyirci olmanın dışında bir seçeneği kaldı; milli sporumuz haline gelen “halı sahada futbol oynamak”, spotların altında…
Yeni eğitim bakanı Dinçer’in de asıl önceliğinin sanat, kültür, spor ve bilim olduğunu, bu ülkede söyleyebilecek (tarafsız) tek bir kişi bulunabilir mi? 4+4+4’e karşı çıkmak için ileri sürülen onlarca nedene bir de bunları eklemek gerek.
Gelelim ikinci soruya! Tayyip spora, daha doğrusu uluslararası arenadaki sportif başarıya neden bu kadar önem veriyor? Aslında AKP, iktidara geldiği günden itibaren, yani Abdullah Gül’den itibaren, uluslararası sahnelerde rol kapmaya hep önem verdi. Bu rol ister sahte isterse de sadece bir iddiadan ibaret olsun, biliyordu ki Türkiye toplumunun ortalaması üzerinde önemli bir etkisi olacaktı. İktidarını devam ettirebilmek için çok iyi bir propaganda malzemesi idi (one minute’nin yarattığı etki!) Ayrıca kendinden öncekilerden farkını kanıtlamak için bu konuyu da bolca işleyebilirdi. (Gül, Sezer’den bilmem kaç km daha fazla dış gezi yaptı, bilmem kaç tane daha fazla dış konsolosluk açtı.) Bunlarla birlikte uluslararası pazardaki girişkenliğinin, emperyalistlerin özellikle ABD’nin dikkatini çekeceği ve özel görevlendirmeler için değerlendirileceğinin de beklentisi içindeydi. (Bu beklenti kısmen de karşılık buldu; Afganistan, Somalili korsanlar, biraz İran, biraz da Libya.) Tüm bunlara rağmen AKP, uluslararası arenadaki ezikliği bir türlü üzerinden atamadı.
Uluslararası ekonomik değer yaratma konusunda elinde sadece müteahhitler vardı ve on yıl geçmesine rağmen elinde, biraz palazlanmış olsa da hala müteahhitler var. Spor da bu konuda çok işe yarayabilirdi. Çeşitli spor organizasyonları için (Formula 1, Avrupa Basketbol Şampiyonası, v.b.) çok uğraşıldı, çok para döküldü. Ama olimpiyatların yeri bir başka elbette. Erzurum’da yapılan üniversiteler arası kış olimpiyatları ile ya da kendin çal kendin oyna misali Türkçe Olimpiyatları ile karıştırılmasın! Söz konusu olan Yaz Olimpiyatları. Onca uğraşa rağmen olimpiyatların Türkiye’de yapılması da becerilemedi, madalya başarısı da sağlanamadı. AKP, uluslararası alanda hala tüm ezikliği ile ortada duruyor. Bu konuda AKP’nin, özellikle Erdoğan ve Davutoğlu’nun tek bir çıkış yolu olduğu konusunda uzlaştığı aşikar; emperyalizmin aktif taşeronluğuna daha aktif bir şekilde devam etmek.
Normal şartlar altında (NŞA) Davutoğlu’nun çoktan istifa etmesi ya da görevden alınmış olması gerekirdi. Göreve getirildiği günden beri koyduğu hedeflerin hepsinde çuvalladı. Ermenistan ile sorunları çözme iddiasından Yunanistan ile olan sorunlara, İran ile arabuluculuk iddiasından Irak merkezi yönetimi ile olan sorunlara, Tunus-Libya-Mısır müdahale sürecindeki saçmalamalarına kadar neye el attıysa hepsi yeni krizler doğurdu. Avrupa konusunda hiçbir uzmanlığı olmadığından, AKP orasını Davutoğlu’na değil, Egemen Bağış’a (onun da ne yeteneği varsa) bağışlamıştı. Suriye konusunu ise tam bir “Arap saçına” döndürme konusundaki yeteneği tartışılmaz. Suriye konusundaki beceriksizliğe Tayyip ve Hillary bile müdahale etme ihtiyacı duyuyor.
Tayyip’in Moskova ziyareti (sonradan anlaşıldı ki) Rusya ve Çin inisiyatifinde gelişen yeni süreçlere müdahil olma amacını taşıyordu. İddialara göre bir süre önce Rusya, Çin ile birlikte hatta ABD ve İran’ın da dahil edildiği ama Türkiye’nin çağrılmadığı bir toplantı (Şangay’da) organize etti. Suriye gündemli bu toplantıdan 25 maddelik bir sonuç-plan çıktı. Buna göre Suriye, 5 federasyondan oluşacak olan “Demokratik Suriye Birliği”ne dönüşecekti. Rusya, Çin ve İran’ın Suriye üzerindeki var olan ve olacak olan tüm çıkarları korunacaktı. Türkiye ise sadece isteğe bağlı tampon bölge kurabilecekti. Şangay’da oluşan bu durum bile tek başına, Türkiye’nin nasıl konumlandırıldığına ilişkin açık bir kanıttır. Söz konusu aktörler Tahran, Moskova, Şangay merkezli açık ve gizli çeşitli inisiyatifler oluşturmakta, Türkiye bu süreçte kenarda kalmaktadır. Tayyip’in Davutoğlu’nun yapamadığını yapma girişimi yani Moskova’ya gitmesi bir işe yaradı mı? Elbette yaramadı! Medyaya yansıyanlara göre sadece “sitem edip” gelmiş.
Beş ay içinde üçüncü kez Türkiye’ye gelen ABD Dışişleri Bakanı Hillary ise hem Erdoğan ile Gül’e hem de Davutoğlu’na ayar verdi. AKP’nin özellikle mezhep ayrışması konusundaki kontrolsüzlüğünü ima eden Hillary, Davutoğlu’nu tampon bölge oluşturulması talebi karşısında verdiği yanıt da ayarsızlığa işaretti: “Olası adımları konuşabilirsiniz ama yoğunluklu bir analiz ve operasyonel bir planlama yapmadan mantıklı ve makul kararlar alamazsınız”. Ama son gelişmeler gösteriyor ki AKP hala “dersini” iyi öğrenemedi. Hillary daha çok gelir, gider.
Emperyalist taşeronlukta kendini kanıtlama ihtiyacı içinde olan, “başarıya aç” AKP hükümeti, “yoğunluklu bir anali
z ve operasyonel bir planlama yapmadan” her yolu kullanacak.
Bölgede öldürülen her insandan AKP sorumludur
AKP, El-Kaide’nin Suriye’ye geçişinin ve oradaki faaliyetlerinin önünü açmıştır. Suriye’de öldürülen (veya hala savaşan) El-Kaideciler Türkiye’de faaliyet gösteren ve MİT’çe bilinmemesi imkansız olan şahıslardır. Bunlar Suriye’deki muhaliflerden bile bağımsız hareket eden, vahşet uygulamalarında sınır tanımayan, Sünni mezhebinin fanatik yorumu olan Selefiliği ideoloji edinmiş katillerdir. AKP, bunlardan medet ummaktadır.
Antep’te patlayan bombanın ve oradaki ölen insanların sorumlusu, AKP’nin Suriye politikaları ve oradaki icraatlarıdır. AKP milletvekili Şamil Tayyar bile Antep’teki bombanın “Şam’daki patlamanın rövanşı olduğunu” söylüyor. Benzer bir bağlantıyı Antep Belediye Başkanı kuruyor; “Antep ile Halep birbirini kardeş şehir ilan etmişti”.
AKP’nin Suriye politikası böyle devam ettikçe -ki bundan vazgeçme konusunda hiçbir emare gözükmemektedir- olacak olanın benzeri şu an Lübnan’da yaşanmaya başlamıştır. Lübnan’da Sünni-Alevi çatışmaları nedeniyle çok sayıda ölüm yaşanmaktadır. Benzerinin Türkiye’de yaşanmıyor (ya da yaşanmayacak) olmasının nedeni Alevilerin barışçıl tercihleridir.
Ancak diğer yandan, Suriye başbakan yardımcısı “uyarıyı” gizli falan değil açıkça söylemekte: Suriye’ye müdahale amacı olanlar “Suriye sınırlarından daha geniş bir alanda mücadele etmek zorunda kalır”. Bu açıklamaya yine Suriye tarafından birkaç ay önce yapılan “Şimdi değil ama bir dış müdahale olursa kimyasal silah kullanabiliriz” tehdidini eklemek gerek. Yani AKP, bölgede yaşayan tüm insanların hayatları üzerine çok büyük bir kumar oynamaktadır. Ve bu kumar devam ettikçe daha çok provokasyon olacak.
Suriye politikalarını iç siyaset malzemesi yapmaya çalışan AKP’nin propagandası beyhudedir
PKK’nin son dönemdeki tüm faaliyeti, iktidar tarafından “Esad’ın maşası olarak davrandığı” propagandası biçiminde yayılmaya çalışılıyor. Çakma İçişleri Bakanı İdris Naim, Antep’te patlatılan bomba için “PKK’nin üstlenmemesi onun yapmadığı anlamına gelmez” diyor. Şemdinli bölgesinde PKK karşısında uğranılan başarısızlık Esad’a bağlanıyor. Bu arada CHP milletvekili Aygün’den sonra BDP milletvekilleriyle PKK gerillalarının gerçekleştirdiği “temas”, AKP’nin “askeri başarı sağlandığı” yalanını tüm çıplaklığıyla gösterdiği gibi, PKK’nin AKP’yi “müzakerelere zorlama” taktiğini bir adım daha ileriye götürmüştür. PKK, bölgedeki siyasi varlığını, bölge güçlerinden herhangi birine asli olarak bağlamadan ancak bölgedeki dengeleri kullanarak, adım adım büyütmektedir. Ve bu süreç AKP’ye rağmen AKP’yi “masaya oturmaya” mecbur kılacak, çünkü AKP’nin bölge politikaları -böyle devam ettiği sürece- PKK’yi “dikkate almadan” ilerleyemez.
AKP’nin iktidarını koruma taktiği: Yalan, Baskı, Rüşvet
AKP, iktidarını korumak için iki hedef belirlemiş durumda; medyayı kontrol altında tutmak ve sağda olası siyasi temsiliyetleri rüşvet ve şantajla yok etmek değil, içermek. Yalana ve manipülasyona dayalı kendi medyasının gücünü arttırırken tüm aykırı sesleri her türlü yolu kullanarak yok etmeye çalışıyor. Gazetecilerin işinden attırılmasına, tehdit edilmesine en son örnek yine çakma bakan İdris Naim’den geldi. Kendisini eleştiren gazeteciye “O yazıyı alır ağzına tıkarım” dedi. (İmam-cemaat, Tayyip-Naim ilişkisi.)
AKP, sağ siyasette oluşacak temsiliyetleri içerme konusunda ise müthiş başarılı. Numan Kurtulmuş’un “iç edilmesi”nden sonra eski DP Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun iç edilmesi hamlesini gerçekleştirecek. (Bu dönemin en iyi ekonomik yatırımı “sağda parti kurma” girişimi olabilir.)
Diğer yandan Tayyip’in, 30 Eylül’deki AKP Kongresi’nden sonra eskiyen, paslanan parti ve hükümet kadrolarında ciddi değişiklikler yapması kaçınılmaz görünüyor. Zaten sayıları 70’i bulan ve üç dönem kuralı gereği yeniden milletvekili olamayacak isimlere de yeni işler bulunmak zorunda. Yeni dönem tercihleri “seçimler stratejisini” neye dayandıracağının da göstergesi olacak.
Ancak hiç kimse AKP’den, Tayyip’ten Türkiye ve bölge halklarının sorunlarını çözecek yeni bir dönem politikası beklemesin. Emperyalistler için yaptıkları, yapıyor oldukları ve halklar için yapmadıkları AKP’nin en büyük referansları!