Bu dizi yazı, ilgililere pratik ve olabildiğince özet bir kaynak yaratma gayesiyle hazırlandı girizgah Türkiye’de sosyalist düşünce tarihi yaklaşık bir asırlık bir arka plana sahip. Osmanlı’nın son evresi ve genç cumhuriyet döneminde Balkanlardaki -özellikle Selanik’teki- sol yapılanmalarla ve Ermeni devrimci hareketiyle bağlar tamamen koptuğu için bu tarih, Türkiye Komünist Partisi’yle (TKP) ve onun küçük ölçekli […]
Bu dizi yazı, ilgililere pratik ve olabildiğince özet bir kaynak yaratma gayesiyle hazırlandı
girizgah
Türkiye’de sosyalist düşünce tarihi yaklaşık bir asırlık bir arka plana sahip. Osmanlı’nın son evresi ve genç cumhuriyet döneminde Balkanlardaki -özellikle Selanik’teki- sol yapılanmalarla ve Ermeni devrimci hareketiyle bağlar tamamen koptuğu için bu tarih, Türkiye Komünist Partisi’yle (TKP) ve onun küçük ölçekli bir kaç önceliyle (Kurtuluş dergisi, TİÇSF (Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası), Anadolu’daki ve SSCB’deki unsurlar) başlar. Oldukça genellemeci bir ifade olacak ama bugün Türkiye’deki tüm sol örgütlerin kökeni aynı yere, yani TKP’ye dayanıyor(1). Şöyle ki, memlekette, 60 sonlarında yaşanan ve bugünkü sol örgütlerin de belirleyicisi olan önemli kopuşlar Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda (FKF) örgütlü devrimci gençler üzerinden gerçekleşmişti. FKF de bilindiği üzere Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) gençlik örgütlenmesiydi. TİP de ama öyle, ama böyle TKP’yle bağlantılıydı. (Zaten başka da pek bir şansı yoktu. TİP ve TKP’nin arasındaki uçurum sonraları bir hayli açılacak, fakat daha sonra, 80 sonu, 90 başında iki parti TBKP (Türkiye Birleşik Komünist Partisi) adıyla tekrar bütünleşme yoluna gidecekti.)
Uzun süren ilk kıpırdanmalar ve TKP
Türkiye’de solun tarihi uzun süre TKP’nin tarihi oldu ve ülkede TKP’ye rağmen bir sol yapı hemen hemen hiç gelişmedi. Burada sadece, Türkiye Sosyalist Fırkası (1918), Türkiye Sosyalist Partisi (40’lı yıllar) ve Vatan Partisi (1954), bir de “sol” sayılamayacak ama Kadro’nun devamı sayılabilecek Yön-Devrim dergileri birer istisnadır. Milli Mücadele dönemindeki Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (THİF) ve 40’lı yıllardaki Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) ise daha çok, TKP’nin bir yasal kolu görünümündeydi. Bir de tabii Mustafa Kemal’in direktifiyle kurulan resmi T”K”P de tarih sahnesinden geçip gitmişti.
TKP bu dönemde daha çok kendi muhalefetini, kendi imal etmekle meşguldü. Parti fikirlerine en ufak bir itirazda bulunan “Troçkist”,”gizli polis”,”hizipçi” vs. diye ilan ediliyor ve örgütten tasfiye ediliyordu (2). TKP, kuruluş yıllarına denk gelen Kurtuluş Savaşı’nı destekledi, hatta cepheye savaşmaya giden kadrolar dahi çıkmıştı partiden. Bu dönem, TBMM’de Halk Zümresi’ni, savaş meydanlarında, yapısı bugün bile tam olarak çözülememiş olan Yeşil Ordu’yu doğurdu. TKP’nin Kurtuluş Savaşı’na verdiği desteğe, Mustafa Kemal’in layık gördüğü “ödül”se Mustafa Suphi ve on dört arkadaşının, Yahya Kahya’nın çetesi tarafından Karadeniz’de boğdurulması oldu. Bu da memleket solunun ajandasına ilk “unutmayacağız!” etiketli olay olarak geçti.
TKP’nin uzun yılları Kemalizm’e karşı zigzaglı (3) bir tavırla, genellikle bu tavırdan kaynaklanan kopmalarla, büyük ve sık tevkifatlarla -partinin tarihi bir tevkifatlar tarihidir- “yer altına” çekilip sessizleşmelerle geçti. Bu süreçte TKP’yle ilişkili isimlerin görülen en büyük başarısı, 46 sendikacılığı diye anılan ve Haziran’dan Aralık’a dek süren İzmit ve İstanbul illerinde etkili olmuş olan ani ve güçlü işçi hareketidir. Bu hareketin başında TSP ve TSEKP vardı. Ancak bu hareket sert ve hızlı şekilde bastırıldı ve TSEKP’den 43 yönetici tutuklandı. TKP’nin o dönemlerde belirgin tek eylemliliği budur ve partinin suskunluğu ta 70’li yılların başına ve 73’teki “atılım” dönemine dek sürecektir. Bu suskunluktaki asıl belirleyense, Komintern’in 1936’da aldığı “seperat” kararıydı.
Bu uzun “ilk kıpırdanmalar” sürecinden, 70’lere dek olan zaman dilimindeki en önemli olay TİP’in seçim usulündeki kolaylıklardan da yararlanarak 1965’te parlamentoya on beş vekil sokmasıyla gerçekleşti. 70’lere doğru Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kurulması ise sosyalist bir temelde işçi hareketinin kurulmasına ön ayak oldu. 15-16 Haziran 1970 işçi ayaklanmaları ise Türkiye proletaryasının gelmiş geçmiş en büyük eylemlilikleri olarak tarihe geçti. Artık baş kaldıran sadece “68 hareketi” diye anılan öğrenci gençlik değil, işçi sınıfıydı da. Kendini, iktidarı hedefleyen bir işçi hareketi olarak tanıtan DİSK, TKP doğrultusunda politika yapan bir sendika olarak Türkiye sosyalist hareketindeki yerini aldı. Bu durum aynı zamanda, yukarıda belirttiğimiz, TKP’nin “beklediği” yükselişle ilgili bir durumdu da.
“Devrimciye görev devrim yapmaktır!”
Türkiye solu tarihinde en önemli kırılma 68 sonrasında, “48’li” devrimci gençlerin sol harekete kazandırdığı ivmeyle gerçekleşti. Başta TİP’in gençlik örgütü olan FKF’de -daha sonra Dev-Genç’te¬örgütlenen bu gençler, TİP’in “pasifizm”ini eleştirip, ayrı örgütlenme arayışlarına koyuldular. İlk olarak “eski tüfekler”den Mihri Belli’nin MDD (Milli Demokratik Devrim) görüşlerinden etkilenen devrimci gençlik, çok sürmeden, Belli’nin devrimde seyfiye sınıfına atfettiği başat önemi mahkum edip, kendi ayrı yollarına düştüler.
70 sonrası dönem, Türkiye solu tarihi açısından mühim yeniliklerin ve bugünkü solun da ana parçalarının oluşumunu sağlayan başlangıçların rahmidir. İlk kez, bu süreçte, silahlı mücadele solun gündemine girmiş, ilk kez devletle şiddetli çatışmalara girişilmiş ve ilk kez ülke solu algılardaki bir “hayalet”ten, hayata akan bir hakikate dönüşüp kitleselleşmiştir.
Sola hakim olan pasifizm hantallaşmasını kırıp, müsebbiplerini tasfiyeye yönelen Mahir Çayan’ın öncülüğünde Tükiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C), Deniz Gezmiş’in önderliğindeyse Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) kuruldu. Maocu fikirleri benimseyen İbrahim Kaypakkaya ise, önce Doğu Perinçek’in liderliğindeki Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’ne (TİİKP) katıldı, fakat İbo çok sürmeden bu yapıyı burjuva milliyetçiliğiyle mahkum edip, kendi önderliğindeki Doğu Anadolu Bölge Komitesi (DABK) ile birlikte TKP/ML’yi yarattı.
Lenin, Guevara, Mao, Mustafa Kemal, Giap, Charu Mazumdar gibi farklı isimlerden etkilenen ve teorinin düş bahçelerinde oyalanmaktansa, pratiğin cehennemi karanlık tünelinde savaşıp insanlığı aydınlığa erdirmeyi tercih eden bu önderlerin hepsi daha yirmili yaşlarının ilk yarısı bitmeden yaşama veda etti -biri çatışmada, diğeri sehpada, öteki işkencede-. Bu arada bu sözlerimizden bizim teoriyi küçümsediğimiz gibi bir anlam çıkarılmasın, burada “teorinin düş bahçelerinde oyalanmak”tan kastımız sadece bu devrimci önderlerin kuru bir teorik çalışmayla yetinmeyi değil sıcak savaşa atılmayı göze almalarına vurgu yapma isteğimizdir.
Zaten bu öncülerden Mahir Çayan, örgütsel takipçilerine oldukça kapsamlı, yer yer özgün, sağlam, tutarlı ve bir de son derece ajitatif bir teorik miras bıraktı. Deniz Gezmiş’in ise bu noktada eksik kaldığı gerçekliğini teslim edelim. Onun ardında bıraktıklarına ve kendinden sonra gelecek olanlara yadigarı devrimci bir mücadele anısı oldu. Karizmatik, ajitatör, zeki bir örgütleyici ve kesinlikle diğer önderlere göre daha popüler olan Deniz’in siyasi mirasçısı olan THKO’nun devamının ve THKO geleneğinden gelenlerin sık teorik ve stratejik depresyonlara düşmeleri ve göze batacak şekilde çok politik evrim geçirmeleri belki de en çok bu yüzdendir.
Çayan’ın bıraktığı zengin politik miras ise, 12 Mart sonrası dönemde Parti Cephe (P-C )geleneğinden örgütlerin Türkiye’de hep en kitlesel yapılar olmasını sağladı -ki 12 Eylül’den sonra da aynı şeyi göreceğiz-. Bu önemli ölçüde özgün olan teorik birikim ve onunla tutarlı pratik hatıralar P-C çizgisine
bir ölçüde “ana akım” görünümü kazandırırken, aynı zamanda bu fikriyatın farklı okumaları da söz konusu çizgiyi bitmek tükenmek bilmez bölünmelere de sevk etti- Türkiye’de en çok parçalanan gelenek THKP-C’dir. Zaten örgüt daha ilk kurulduğu dönemde merkezinde “Kıvılcımlı’nın görüşlerinden etkilenmiş” bir grubun ayrılığını da tecrübe etmişti.
Kaypakkaya da tıpkı Mahir gibi, kendi güzergahını takip eden yoldaşlarına önemli bir teorik mirası emanet etti.TKP/ML her dönem lokal bir hareket olarak görünse ve dönemin belli başlı politik örgütleri kadar etkili bir örgüt olamadıysa da Türkiye devrimci hareketinde her daim özel bir yere oturdu. Bunu sağlayan yalnızca Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nun (TİKKO) ısrarlı halk savaşı örgütleme çabaları ya da en çok kır gerillasına sahip sol örgüt olması değil, aynı zamanda İbo’nun Kemalizm’i “faşist diktatörlük”, Kürt sorununu da net bir şekilde ulusal bir sorun olarak tanımlayan “radikal” ve “cesur” fikirleriydi. Yakın zamana dek Kıvılcımlı’nın “Yol” adlı çalışması pek bilinmediği için Kaypakkaya’nın bu fikirleri Türkiye sol hareketi için hep bir “ilk” olarak değerlendirildi. (Kıvılcımlı’nın bu konulardaki görüşlerine ise üçüncü dipnotta değiniliyor).
12 Mart’a giden yolda geçerken değinilmesi gereken bir diğer önemli mefhumsa 38 katliamından beri sessiz kalan Kürt ulusal hareketinin yükselişidir. Önceleri TİP’e bağlı Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nda (DDKO) faaliyet gösteren Kürt devrimcileri daha sonra Türkiyeli devrimci örgütlere katılmaya, sonrasındaysa ayrı örgütlenme sürecine geçişe bu dönemde başladılar. Kuzey Kürdistan’da ve kentli öğrenci Kürt gençliğinde ulusal devrimci hareketin önlenemez yükselişi, Türkiye soluyla Kürt solunu koparsa da, Kürt örgütlerinin kendi içlerindeki ayrışmalarında söz konusu örgütleri Türkiye solundan farklılaştırmadı. Kürt solu da Türkiye soluyla aynı gündemlerle ve tartışma konularıyla birbirleriyle ayrıştılar. Ancak bundan sonrası 70’lerin konusu.
Notlar
(1) Türkiye’nin merkez sağ, merkez sol,aşırı sağ ve İslami diye adlandırılan siyasetleri de dönüp dolaşıp CHP’ye dayanıyor -DP’nin de CHP’den kopması sebebiyle-. Bu kök oradan da İttihat Terakki’ye dek uzanıyor. Aynı İttihatçı kökler, sosyalist sol için de geçerli.
(2) Bu tasfiye politikaları öyle büyük bir kin birikimi sağlamıştı ki, Dr. Kıvılcımlı 12 Mart sonrasında hakkında tutukluluk kararı çıkmasından sonra yurt dışına kaçış macerasında bile bu devam eden garezle karşı karşıya kalacaktır. Kıvılcımlı’nın SBKP çizgisindeki sosyalist ülkelere ilticası bizzat TKP genel sekreteri Laz İsmail’in çabalarıyla engellenmişti. Doktor, en son Yugoslavya’da başını sokabilecek bir yer bulabildi ve kısa süre sonra burada hayata gözlerini yumdu.
(3) Kıvılcımlı’nın 20’li yılların sonu, 30’lu yılların başında cezaevinde yazdığı Yol kitabı, aynı zamanda o zamanki TKP’nin fikirlerini yansıtıyordu. Bu açıdan bu eser bir parti manifestosu olarak da okunabilir. Kıvılcımlı bu kitabında Kemalizm’i “Bonapartizm”, Kürdistanı da “müstemleke” olarak değerlendiriyordu -ki İbo Kürdistanı sömürge olarak değerlendirmemişti.- Ancak Komintern’in desantralizasyon ve seperat politikaları, yani kabaca TKP’nin T.C.’deki mevcut hükümeti desteklemesi ve CHP içinde örgütlenip, partiyi görünmezleştirme kararı almasıyla bu yazılanlar TKP açısından boşa düştü. Zaten daha sonra on iki yıl hapis yattıktan sonra özgürlüğüne kavuşan Doktor, 1950 yılından sonra -geliştirdiği Tarih Tezi’ne paralel olarak- bu fikirlerine taban tabana zıt, hemen hemen “korporatist” ve milliyetçi görüşleri savunmaya başladı. Kıvılcımlı’daki bu iki farklı dönem, takipçisi olan iki örgütte cisimleşmiş gibidir: TKP-K ve HKP!