Herkes pişkince yalan söylüyor. Ülkeler nükleer bir felaketi engellemek için çalışmıyor. Herkes olası düşmanları karşısında jeopolitik konumunu korumaya ya da geliştirmeye çalışıyor. Kimse başkalarının üzerine atmak için bir bomba istemiyor. Herkes hiç kimse kendisine atamasın diye bir bomba istiyor ABD 1945’te Japonya’ya iki nükleer bomba attığından bu yana dünyada bir nükleer kıyamet endişesi var. Öte […]
Herkes pişkince yalan söylüyor. Ülkeler nükleer bir felaketi engellemek için çalışmıyor. Herkes olası düşmanları karşısında jeopolitik konumunu korumaya ya da geliştirmeye çalışıyor. Kimse başkalarının üzerine atmak için bir bomba istemiyor. Herkes hiç kimse kendisine atamasın diye bir bomba istiyor
ABD 1945’te Japonya’ya iki nükleer bomba attığından bu yana dünyada bir nükleer kıyamet endişesi var. Öte yandan, gerçek bir savaşta bu ikisinden başka nükleer bomba kullanılmadı.
ABD’nin atom bombasına sahip olması, elbette ki ona muazzam bir askeri avantaj sağladı. ABD bu silah üzerindeki tekelini korumak isterken diğer ülkeler de bu tekeli kırmak istedi. Birincisi ve en önemlisi, Sovyetler Birliği buna niyetlendi ve 1949’da muradına erdi. Büyük bir felaket endişesi yaratan bu durum muhteşem bir avantaja dönüştü. Bu noktadan sonra, iki “süper güç,” bombayı “ilk” kullanan taraf olmamak üzere konuşulmamış bir mutabakata vardılar. Karşılıklı şüpheler baki kalsa da, zımni barış bugüne kadar bozulmadı.
Ne var ki, bu kulübün bir parçası olmayı hak ettiklerini düşünen başkaları da vardı. Büyük Britanya, kulübe ABD’nin davetiyle katıldı. Ve hem Fransa hem de Çin nükleersiz kalmaları konusundaki bütün talep ve baskıları geri çevirdiler. Böylece 1970’ler itibariyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin tamamı nükleer güç haline geldi.
ABD işte tam da bu zamanda, kulübün daha fazla üyeye kapatılması için girişimde bulundu. Esas itibariyle bir sözleşme teklifi olan Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı desteklediler. Eğer söz konusu beşli dışında herhangi bir ülke nükleer silah geliştirmeyeceğini açıklarsa, bunun karşılığında iki şey elde edecekti: (1) barışçıl amaçlarla atom enerjisi geliştirme hakkı ve (2) nükleer beşlinin, en sonunda bütünüyle bu silahları yok etmek üzere nükleer cephaneliklerinden arınma sözü vermesi.
Bütün dünya bu anlaşmayı imzaladı, üç ülke hariç: İsrail, Hindistan ve Pakistan. Üçü de nükleer silah geliştirme çalışmalarını sürdürdü. Başlangıçtaki çeşitli ikazlara rağmen, kulübün davetsiz üyeleri fiili üyeler haline geldi.
Anlaşmayla ilgili iki sorun vardı. Birincisi, nükleer beşlinin hiçbiri (ve daha negatif bir pozisyondaki diğer üçü de) nükleer cephaneliklerini azaltmak yönünde bir niyete sahip değildi ve zaten öyle bir şey de yapmadılar. Son olarak Başkan Obama, anlaşmada öngörülen 25 yıllık süre geçince Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nın süresinin uzatılmasını ABD Kongresi’nde onaylatmak için, ABD silahlarının iyileştirileceğini ilan etti. Şüphe yok ki diğer bütün nükleer güçler de aynısını yapmak isteyecektir.
İkincisi, muazzam siyasi sonuçlara yol açabilecek teknik bir sorundu. Sözüm ona barışçıl amaçlı nükleer enerji kullanabilmek için bir ülke teknik yeterlilik bakımından birtakım aşamaları geçmek zorunda, ki bundan sonra bir adım ileri gidip nükleer silah elde etmek çok kolay oluyor. Ne var ki, bu hak, nükleer olmayan güçlere, nükleer silah elde etmemeleri karşılığında bir ödül olarak öneriliyor.
Bu da bizi bugünkü bulunduğumuz yere getiriyor. Nükleer beşli (ve şüphesiz nükleer sekizli) silahlarını geliştiriyor. Eşzamanlı olarak ABD (ve bazı diğerleri) nükleer olmayan güçleri anlaşmada kendilerine tanınan haktan vazgeçmeye zorluyor. İran’la tartışılan mesele bu. ABD ve İsrail’in yaygara kopararak savunduğu şey şu: İran anlaşmada kendisine tanınan hakkı kullanması için güvenilir bir durumda değil, çünkü İran daha sonra bir adım ileri gidecektir. Ve İran bombayı İsrail’e saldırmak için kullanacaktır.
Kuzey Kore, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’ndan (her ne kadar belirsiz bir biçimde de olsa) çekildi ve şu anda dokuzuncu nükleer güç. Nitekim, bir dizi ülke İran’la aynı yolda ilerleyerek nükleer kapasitelerinin teknik düzeyini artırıyorlar. Ancak anlaşılan ABD onların daha “güvenilir” olduğunu düşünüyor ki bu konuyu açıktan bir vakaya dönüştürmüyor.
Herkes pişkince yalan söylüyor. Ülkeler nükleer bir felaketi engellemek için çalışmıyor. Herkes olası düşmanları karşısında jeopolitik konumunu korumaya ya da geliştirmeye çalışıyor. Kimse başkalarının üzerine atmak için bir bomba istemiyor. Herkes hiç kimse kendisine atamasın diye bir bomba istiyor.
Bu topyekûn bir açmaz ve böyle de kalacak. Tavizde bulunmak hiçbir ülkenin kendi çıkarnıa değil. Bu nedenle de dünya baştan aşağı nükleer yayılmaya doğru ilerliyor. Bu tehlikeli mi? Elbette. Peki bu, garanti bir felaket anlamına mı geliyor? Böylesi bir ihtimal çok düşük. Hatta binde bir ihtimal ama bu bir de çok fazla. Ancak hiçbir şey değişmeyeceği için, bu binde bir olasılığın hepimizin aklı başına gelmeden önce gerçekleşmemesini umut etmekten başka bir şansımız da olmayacak. Fiili bir zımni barış ABD ve Sovyetler Birliği’ni birbirine saldırmaktan alıkoydu. Aynı şey Hindistan ve Pakistan için de işe yaradı. Peki, yalnızca jeopolitik üstünlük arayışıyla sınırlı olmayıp prestij ve onur meselesi de olan bu oyun neden daha fazla nükleer oyuncuyla devam etmesin?
29 Haziran 2012
[Immanuel Wallerstein’in kişisel sitesindeki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]