“Bizim gelişmemizi önleyebilecek bir tek tehlike vardı: Hasmımızın [işçi sınıfı hareketi kastediliyor] bu gelişmenin ilkesini, özünü kavraması ve daha ilk günden itibaren en gaddar şekilde hareketimizin çekirdeğini kırması.” (A. Hitler) “Eğer rakibimiz [işçi sınıfı kastediliyor], ne kadar zayıf olduğumuzu bilebilseydi, bizi muhtemelen un ufak ederdi. Çalışmalarımızı daha başından kana boğup ezerdi.(J. Goebbels, Nazi Almanyası Propaganda Bakanı) […]
“Bizim gelişmemizi önleyebilecek bir tek tehlike vardı: Hasmımızın [işçi sınıfı hareketi kastediliyor] bu gelişmenin ilkesini, özünü kavraması ve daha ilk günden itibaren en gaddar şekilde hareketimizin çekirdeğini kırması.” (A. Hitler)
“Eğer rakibimiz [işçi sınıfı kastediliyor], ne kadar zayıf olduğumuzu bilebilseydi, bizi muhtemelen un ufak ederdi. Çalışmalarımızı daha başından kana boğup ezerdi.(J. Goebbels, Nazi Almanyası Propaganda Bakanı)
Aşırı sağın yükselişi ile mi karşı karşıyayız? Avrupa’nın güneyinde sınıf mücadelesi açısından “olumlu” bir hava varken kuzeyde aşırı sağın yükselişi kıtadaki enternasyonalizmin parçalanmışlığı anlamında mı okunmalı? Zira İsviçre, Avusturya gibi ülkelerde aşırı sağın işçi sınıfını kendi saflarına çekmekte olduğu görülüyor. Finlandiya’da işçilerin aşırı sağcı bir partiyi desteklemesi; benzer şekilde Norveç’te işçi partili olan bir grubun katledilmesi ve seçimlerde ikinci olan partinin göçmen karşıtı, Nazileri cezp eden ve İslamofobik bir parti olması; Fransa’da Le Pen’in Ulusal Cephe’si ile Yunanistan’daki Altın Şafak’ın son seçimlerden güçlenerek çıkmaları basit bir rastlantı olmasa gerek.
Dünya ekonomisinin derin ve uzun soluklu bir krizden geçtiği böylesi bir dönemde faşizm tehdidinden dem vuruluyorsa eğer; bu biraz da sözüm ona “sol” denen partilerdeki çürüme, sistemle bütünleşme ve sistemin söylemlerini içselleştirmelerinde; dahası uyguladıkları siyaset yönünden de sağ partilerle aralarında pek bir farklılık bulunmamalarında yatıyor!
1929 Büyük Buhranı’ndan sonra yaşananlardan gereken dersleri çıkarmak bugün her zamankinden daha yakıcı bir önemde değil mi? “İktisadî kriz” ile o zamanki dünya solunun (Stalinci Komintern ve onlara bağlı seksiyonlar) içinde bulunduğu derin “politik kriz”in birleşmesinin faşizmin yükselişini hazırladığı bugün artık görmezlikten gelinebilir mi?*
Bu makalede faşizmin yükselişi ve o dönemde dünya solunun bu tehdide karşı izlediği siyaset açıklanmaya çalışılacak. Bugünü anlamanın ve gelecek için bir ufuk belirlemenin yegâne yolu bu tür “geriye bakışlar”dan geçiyor zira…
I
Faşizm, burjuvazinin “demokratik” sınırlar içerisinde çözemediği ekonomik ve toplumsal krizinin bir sonucu ve bu krizi aşmanın da en barbar, en insanlık dışı yöntemidir. İşçi sınıfına ve onun devrimci örgütlenmelerine topyekûn bir saldırıyı ifade eden faşizm, krizdeki bir kapitalizmin ne gibi felaketlere yol açabileceğinin de somut bir örneğidir. Kapitalizmin krizinden kasıt, temelde artık değerin üretilme olanağının yok edilmesi ya da bunun büyük oranda elimine edilmesidir. Faşizmin iktidara el koymasının “tarihsel misyonu”, artık değerin üretilme şartlarını, kapitalizmin lehine, şiddet kullanılarak değiştirmesidir. Unutulmamalıdır ki faşizmin ortaya çıkışının bir diğer nedeni de proletarya önderliğinin içine düştüğü “politik” krizdi!
Emperyalizm çağında burjuvazi, politik egemenliğini en az “maliyetle” yani burjuva demokrasisi yoluyla sürdürmeye çalışır. Fakat büyük burjuvazinin egemenliğinin bu biçimi, ekonomik ve toplumsal güçlerin bir hayli değişken ve istikrarsız dengesine bağlıdır. Nesnel gelişmeler bu dengeyi bozunca, tarihsel çıkarlarını gerçekleştirmek için büyük burjuvazi, devletin yürütme gücünü merkezileştirmeye çalışır. Faşizm, işte bu eğilimin gerçekleşmesidir. Eğer faşizm, işçi hareketini ezmeyi başarırsa, kapitalizm açısından görevini yapmış demektir. Bundan sonra faşizmin kitle hareketi bürokratlaştırılır ve burjuva devlet aygıtı içinde eritilir.
Faşizm, sosyal demokrat örgütler de dâhil olmak üzere bütün işçi örgütlerinin, en ılımlı olanlarının bile, tamamen yıkılmasını hedefler. Faşizm sadece zorbalık ve polis terörü rejimi değil; burjuva toplumu içindeki bütün proleter demokrasisi öğelerinin köklerinin kazınmasına dayanan bir “hükümet” sistemidir. Faşizmin görevi, sadece komünist öncüyü yok etmek değil, bütün işçi sınıfını bölünmüşlük hali içinde tutmaktır. Onun “tarihsel misyonu” üç aşağı beş yukarı özünde budur.
Bir de “orta sınıf” gerçeği var tabii… Her ne kadar faşizm için “tekelci sermayenin en acımasız diktatörlüğüdür” dense de şurası bir gerçek ki tarih, sadece “cebirsel” yöntemlerle proletaryanın zincire vurulamayacağını gösteriyor. Faşizm, kendisine meşruiyet sağlayacak bir “taban” yaratmak zorunda. Bu taban, proletarya olamayacağına göre “orta sınıf”lardan başkası olamaz! Troçki, “Nasyonal Sosyalizm Nedir?” (10 Haziran 1933) başlıklı makalesinde şunları yazar:
“Alman faşizmi, İtalyan faşizmi gibi işçi sınıfına ve demokratik kurumlara karşı bir koçbaşı gibi kullandığı küçük-burjuvazinin sırtından iktidara yükselmiştir. Ama iktidardaki faşizm hiç de küçük-burjuvazinin hükümeti değildir. Tam tersine, tekelci sermayenin en acımasız diktatörlüğüdür.” Alıntılamaya devam edelim: “Mussolini haklıdır: [A]ra sınıflar bağımsız bir politika izlemekten acizdirler. Bunalım dönemlerinde bu sınıflar temel sınıflardan birinin politikasını en akıl almaz sınırına kadar götürmek zorundadırlar. Faşizm, bunları sermayenin hizmetine sokmayı başarmıştır.”(1) (vurgular bize ait).
Faşizm, “modern zamanların” bir ürünü müdür peki? Mandel, Troçki’nin Faşizme Karşı Mücadele adlı eserine yazdığı Giriş’te şunları söyler:
“Yeni bir toplumsal olgunun ortaya çıkışıyla onu anlama çabasının aynı zamana rastlaması, modern tarihin hiçbir olayında faşizmde olduğu kadar belirgin değildir.”
II
Birinci Dünya Savaşı; siperlerde cehennem hayatına, cephe gerisinde büyük bir yoksulluk ve açlığa, 10 milyon insanın ölümüne, milyonlarcasının ağır yaralanmasına ve ömür boyu sakat kalmasına, ek olarak da Avrupa’nın ekonomik yönden harap olmasına yol açmıştı. Kadınlar erkek çocuklarını, eşlerini; genç kızlar da sevgililerini kaybetmişti bu emperyalistler arası paylaşım savaşında. Savaştan dönenler, geride bıraktıkları yaşama ayak uydurmakta bir hayli zorluk çektiler. ** Savaş, insanlardan çok şeyler almıştı. Vatanları için savaştıklarını, öldüklerini zannedenler yanıldıklarını kısa sürede anladılar…
Savaş sonrası Almanya’nın tüm sömürgeleri ve 8 milyonluk nüfusu elinden gitmiş, yüzölçümü de büyük oranda küçülmüştü. Bunlara ek olarak ordusu dağıtılmış, silahları alınmış ve ağır savaş tazminatları ile köşeye sıkıştırılmıştı. Peşinden gelen Büyük Buhran tüm bunların tuzu biberi oldu.
Ekonomik kriz Almanya’yı çok sert vurmuştu. 1932’de işsiz sayısı 6 milyon civarındaydı. Reel ücretler ise 1928’dekine kıyasla üçte bir oranında azalmıştı! Savaş sonrası Alman markı ani değer kayıpları yaşadı. 1921’de 1 dolar 70 mark iken, Kasım 1923’te yine aynı 1 dolar 840.000.000.000 marka fırlamıştı!
Benzer şekilde, Şubat 1923’te Berlin’de 1 kg etin fiyatı 3.400 marktı. Kasım 1923’te ise aynı etin fiyatı 280.000.000.000 mark oldu! Anna Seghers, Ölüler Genç Kalır adlı romanında bunu şöyle anlatır:
“Ete ayrılan parayla en son kura göre, çorba için kaynatılmaktan başka [bir] şeye yaramayan biraz kemik alınabiliyordu. Kâğıt paraların üstünde yazılı sayılardan kimse bir şey anlamaz olmuştu: [Y]üce tanrının göklerindeki sayısız yıldız kadar milyonlar ve milyonlar yazılıydı paralarda.”
Köylüler borç batağında yüzüyordu. İnsanlar hem birbirlerine hem bankalara borçlanıyor; zamanında ödenmeyen borçlar yüzünden köylüler topraklarını satmak zorunda kalıyordu.
Yoksulluk ve toplumsal huzursuzluk git gide büyüyordu.
Burjuvazi, işçi sınıfına küçük tavizler (kırıntılar) vererek herhangi bir kargaşanın çıkmaması için çaba gösterdi; fakat krizin ağırlaşması endişeleri artırmaya başladı. İşçi sınıfına verilen tavizlerin geri alınması, krizin faturasının işçilere ödettirilmesi ve dünyanın yeniden paylaşımının gündeme getirilmesini istiyordu büyük sermaye. Faşizm, başka çıkış yolu bulamayan sermaye için olabilecek “yegâne” yöntemdi.
Böyle bir ortamda hem sermaye birikimi sürecini eski temposuna geri getirmek hem de işçi sınıfı üzerinde baskı kurmak için öncelikle işçi sınıfına karşı olan örgütlerin, milislerin, çetelerin desteklenmesi gerekiyordu. Savaştan ağır kayıplarla çıkan Almanya’nın ne doğru dürüst bir ordusu ne de silahları vardı. Dolayısıyla yükselen işçi hareketlerini sadece silah zoruyla bastırmak yeterli olmayabilirdi. Bunun farkında olan burjuvazi, Nazilerin “orta sınıflar” içerisinden devşirdiği; grevleri dağıtan, işçi mahallelerine saldırılar düzenleyen SS ve SA milislerini mali yönden destekledi.
Bu ortamda Hitler, kazanan emperyalist güçlerin dayattığı şartları ve aşağılayıcı davranışları kullanarak kitlelerde var olan öfkeyi körükledi. Alman milletinin ve ırkının itibarını iade edeceğini, güçlü bir ordu, güçlü bir ekonomi inşa edeceğini ve Almanya’yı yeniden süper bir güç haline getireceğini vaat etti.
Naziler iktidara gelmeden önce büyük sermaye tarafından finanse edildi. Nazi milisleri, bu mali destek ile örgütlendi; 1929 kriziyle birlikte iflas eden binlerce küçük esnafı ve toplumdaki “serseri takımını” peşinden sürükledi.
İtalya’da 1920’lerde iktidara gelen faşizm, yoksullaşan orta sınıflara dayanarak, hatta serseri gençlikten saldırgan çetelerini oluşturarak ve dahası burjuvaziden mali destek alarak iktidara gelmişti. 1933’te Almanya’da iktidara gelen Naziler, İtalya’nın yaşadığı deneyimlerden dersler çıkararak iktidarını en az hatayla tesis etmeye çalıştı.
1930 Eylülünde Almanya’da yapılan seçimlerde Komünist Parti, 1928 genel seçimlerinde alınan 3.300.000 oyu 4.600.000’e yükseltti. Nasyonal Sosyalistler ise oylarını, 800.000’den 6.400.000’e çıkardı! Oylarını yüzde 700 artıran (!) Nasyonal Sosyalistler “orta sınıfları” ve bunlarla beraber proleterlerin bir kısmını da saflarına çekmeyi başarmış oldular! O dönemde böylesi kabaran bir faşizm dalgası karşısında Komintern basını, Almanya’daki seçim sonuçlarını, “komünizmin bir zaferi” olarak lanse etmiştir.
Nasyonal Sosyalistlerin bu başarısı aslında, Komintern’e bağlı Alman Komünist Partisi’nin izlediği politikada yatmaktaydı. Troçki, 1931’de olur da Almanya’da Hitler iktidara gelirse bundan ilk önce Alman proletaryasının daha sonra da SSCB’nin etkileneceğini söylüyordu. Böyle bir durumda da dünya burjuvazisi SSCB karşısında Hitler’den yana çıkacaktı. Komintern liderliğinin suskunluğu karşısında Troçki o dönemde şunu yazıyordu:
“Faşistler tarafından Alman proletaryasının ezilmesi, Sovyetler cumhuriyetinin en azından yarı yarıya ezilmesine imkân sağlayacaktır.”
III
Komünist Enternasyonal nasıl bir siyaset önerdi?
Daha 1924’te ilk önce Zinovyev ardından da Stalin tarafından Sosyal Demokrasi, “faşizmin bir kanadı” olarak adlandırıldı. Stalin 1924’te ortaya atılan “sosyal-faşizm” tezini şöyle açıklıyor:
“Faşizm sadece askerî bir kategori değildir. Faşizm, burjuvazinin savaş örgütüdür, Sosyal Demokrasinin aktif desteğine dayanmaktadır. Sosyal Demokrasi nesnel olarak, faşizmin ılımlı kanadıdır. (…) Bu örgütlenmeler birbirlerini dıştalamıyor, aksine tamamlıyorlar. Bunlar karşıt değil ikiz kardeştirler.”(2) (vurgu bize ait).
Ortaya atılan bu “sosyal-faşizm” tezi, yükselen faşizm dalgası karşısında işçi sınıfını bölünmüşlük içinde bıraktı; birleşik mücadele ertelendi ve hep şu söylendi: “Sosyal Demokrasiyi alt etmeden faşizme karşı mücadele edilemez!”
1929 yılına gelindiğinde Komintern dümenini “aşırı-sol”a doğru kırdı. Bu 1924’te ortaya atılan “sosyal-faşizm” tezinin muhatabı olan Sosyal Demokratlara karşı yürütülen mücadelenin daha da sertleşmesi anlamına geliyordu.
1931’e gelindiğinde, ekonomik krizin de derinleşmesiyle beraber, Komintern faşizm dalgası karşısında izlediği siyasette bir değişiklik yapmadı ve asıl düşman olarak hep Sosyal Demokrasiyi gösterdi! Faşizm tehlikesine karşı birlik cephesi engelledi. O dönemde Komintern üst düzey görüşmeleri reddediyor ve sözüm ona “aşağıdan birlik” çağrısı yapıyordu. Kısaca söylemek gerekirse, Sosyal Demokrat işçilere hep şu söylendi: “Liderleriniz terk edin ve bütün partilerin dışında bizim birleşik cephemize katılın!”
Almanya’da Nasyonal Sosyalistlerin güçlü yükselişi karşısında Komintern 1932’de de aynı çizgisini korudu. Sosyal Demokratlar hâlâ baş düşmandı! Hitler’in iktidara gelişinden dört ay önce Alman Komünist Partisi’nin görevi “Sovyetler Almanya’sının” yaratılması olarak belirlenmişti!
Hitler iktidara gelip Alman Komünist Partisi’ne darbelerini vurmaya başladığı sıralarda Komintern çizgisini yine değiştirmedi, ta ki 19 Şubat 1933’te Sosyal Demokrat Sosyalist İşçi Enternasyonali (II. Enternasyonal) Hitler’e karşı bir birlik cephesi çağrısı yapana dek! Komintern bu birlik cephesinden yana olduğunu söyledi; ne var ki Komintern hâlâ Sosyalist İşçi Enternasyonali ile üst düzey görüşmeler yapılmasına karşı çıkıyordu! Komintern bu birlik çağrısına ancak Mart ayında cevap verdiği için Sosyalist İşçi Enternasyonali tarafından eleştirildi. Bunun üzerine Komintern eski çizgisine geri dönüş yaptı. Sözüm ona “aşağıdan birlik” çağrıları yaparak üst düzey görüşmeleri reddetti!
1933 sonlarında Komintern hâlâ (!) Hitler’in zaferinin işçi hareketinin yenilgisi olmadığını söylüyordu! On binlerce Alman komünisti Hitler’e karşı savaşırken; binlercesi tutuklanır ve öldürülürken Komintern bu gerçeklerin dile getirilmesini “sosyal-faşist şamata” diye adlandırıyordu!***
Uluslararası “Sol Muhalefet” nasıl bir siyaset önerdi?
Bu konuda en özlü açıklama Troçki’nin 8 Aralık 1931’de kaleme aldığı, “Alman Komünist Partisi’nin Politikası Nerede Hatalıdır?” başlıklı makalesinde var.(3)
29 Kasım 1931’de Alman Komünist Partisi Merkez Komitesi, “Birleşik Kızıl Cephe” çağrısı yayınlar. Bu çağrıda, “Alman Sosyal Demokrasisi alt edilmeden faşizmin alt edilmesi mümkün değildir!” fikri savunulur. Troçki, “Bu fikir doğru mudur?” diye sorar ve şöyle cevap verir:
“Tarihsel ölçekte tamamen doğrudur [!]. Ama [buraya dikkat] bu hiç de ‘gündemdeki sorunların’ bu fikir sayesinde (…) çözülebileceği anlamına gelmez.” Alıntılamaya devam edelim: “Devrimci ‘stratejinin’ bütünü içinde doğru olan bu fikir [!], taktiğin diline çevrildiği [zaman] bir yalan, hatta gerici bir yalan haline gelir.” (s.149).
Peki, izlenmesi gereken “taktik” ne olmalıydı? Sosyal Demokrat işçilere, “Liderlerinizi terk edin ve bizlere katılın” mı denmeliydi? Troçki, “[Bu] dendiğinde binlerce boş cümleye bir tanesini daha eklemekten başka bir şey yapılmış olmaz.” der ve devam eder: “İşçileri liderlerinden eylem içinde koparmayı denemek gerekir. Ve şimdi eylem faşizme karşı mücadeledir.” (s.152-153).
Alıntılamaya devam edelim: “Devrimci partiyle Sosyal Demokrasi arasında yapılan seçim ittifakları ve parlamento pazarlıkları genel kural olarak Sosyal Demokrasiye hizmet eder [!]. Yığın eylemleri için, militan amaçlar için bir pratik ittifak ise her zaman devrimci partinin lehine olur.” (s.153).
(…)”Sosyal Demokrasi veya Alman sendikalarının yöneticileriyle hiçbir ortak platformda birleşilmemeli, hiçbir ortak yayın, ortak bayrak, ortak afiş kabul edilmemeli! Ayrı ayrı yürüyüp birlikte vurmalı! Yalnızca kime, ne zaman ve nasıl vurulacağı konusunda anlaşılmalı! Bu hususta şeytanla, şeytanın büyük annesiyle (…) bile anlaşılabilir. Tek şartla: Elimizi kolumuzu bağlatmamak.”**** (s.154), (vurgu bize ait).
İşçi sınıfının bir bütün olarak bir cephe etrafında bir araya gelmesinin neden önemli olduğunu bir örnek üzerinden anlatmaya çalışalım.
Bir Alman demiryolu işçisi, Amerikalı yazar William Allen’in Küçük Bir Nazi Şehri adlı belgesel nitelikli kitabında, çalıştığı işyerinde Nazilerin nasıl ilerlediklerini şöyle anlatır:
“Müdürler, teknik servis ve büro personeli arasında daha önceden çok sayıda Nazi vardı. Parti öncelikle yüksek dereceli memurları kazanmaya başlamış, daha sonra da daha alt basamaklara yönelmişti. 1931’den beri ayrıcalıklı davranılmasından zevk duyan kahverengi gömlekliler grubundan işçileri kayıran servis şefleri bulunuyordu. Sıkça şiddetli tartışmalar, hatta kavgalar oluyordu. Diğer işçilerle yaptığımız tartışma ve konuşma sırasında Naziler hakkında kötü bir şey söylediğimde yönetime hemen rapor ediliyordu ve bana çalışma saatleri boyunca konuşmam yasaklanıyordu… 1932 baharının sonunda bütün sosyalist işçilere, Sosyalist Parti’ye üyeliklerini iptal eden birer belge imzalatıldı. Personelin çoğu işlerini ve mevkilerini kaybetmemek için bu belgeyi imzaladı (…) Alman Sosyalist Partisi’nde kalmak için açıkça direnen tek kişi ben oldum.”(4)
Rus deneyine dönmek bu bağlamda iyi bir karşılaştırma olabilir. 26 Ağustos 1917’de General Kornilov, bir Kazak müfrezesiyle vahşi bir tümeni Petrograd üzerine saldığında, yani karşı devrimci bir hareket baş gösterdiğinde Bolşeviklerin tutumu ne olmuştu? “Lenin’den güzel bir alıntı” yaparak bunu açıklamaya çalışalım şimdi de…
Lenin, 1917 Eylülünde Merkez Komitesi’ne yazdığı bir mektubunda şunları söyler:
“… Kornilov ayaklanmasından sonra yaptığımız taktik değişikliği nedir? Şu: Kerenski’ye karşı mücadele biçimimizi değiştiriyoruz. Ona karşı düşmanlığımızı hiç azaltmadan, ona karşı söylemiş olduğumuz sözleri geri almadan, onu devirme görevinden vazgeçmeden şöyle diyoruz: İçinde bulunduğumuz anı tartmamız gerekir; onu şu anda devirmeyeceğiz. Ona karşı mücadele sorununa başka türlü yaklaşacağız: Kerenski’nin zayıflığını ve bocalamalarını (Kornilov’a karşı savaşan halka) açıklayacağız.”
Ezcümle, o dönemki Komintern’in “Birleşik Cephe” siyaseti Lenin’in önerdiği siyasetle acaba ne kadar çakışıyordu, sorulmaya değer bir soru? Lenin’den az önce yapılan aktarmadan sonra Troçki şöyle diyor:
“Sosyal Demokrasi eleştirimizden bir adım bile gerilemek yok [!]. Geçmişte olanların bir tekini bile unutmak yok [!]. Nasıl Rus Bolşevikleri olarak sonunda Menşeviklerden ve Sosyalist Devrimcilerden; yaptıkları zulümler, iftiralar, tutuklamalar, işçi, asker ve köylü kıyımları için toplu bir hesap sorduysak, zamanı gelince Sosyal Demokrasiyle de hesaplaşmamızı yapacak, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in de hesabını soracağız.” (s.156). (…) “[Komünist işçiler] yalnız Sosyal Demokrat işçilerle gireceğiniz bir mücadele birliği zaferi getirebilir. (…) [A]cele edin, çok az zamanınız kaldı!” (s.157).
Burada aslında “orijinal” bir şey savunulmuyor. Yapılan tek şey Lenin döneminde Komünist Enternasyonal’de “Birleşik Cephe” mücadelesi konusunda alınan kararları hatırlatmak. 1922’de toplanan Komintern Dördüncü Dünya Kongresi’nde birleşik cephe konusuna şöyle yaklaşılıyordu:
“Birleşik cephe taktiğini kullanmak, komünist öncünün, geniş kitlelerin en yaşamsal çıkarları için verdikleri gündelik mücadelelerin en ön safında yer alması demektir. Komünistler, bu mücadele uğruna, sosyal demokratların ve Amsterdam Enternasyonali’nin hain liderleriyle bile görüşmeye hazırdırlar.”(5) (vurgu bize ait). Ama, “[B]u liderlerle yapılan görüşmelerde, komünist partinin bağımsızlığı ve ajitasyonu kısıtlanmamalıdır.”(6)
…
Proletaryanın “Birleşik Cephesi”nin kurulmasını Hitler’in iktidarı almasından sonraya havale eden***** Komintern’in bu basiretsiz siyaseti, Alman proletaryasını faşizm karşısında bölünmüş bir hâlde tuttu ve faşizmin güçlenmesini sağladı!
Faşizm, Sosyal Demokrat olsun, Komünist olsun işçi sınıfının bütününü tehdit eden bir hareket olduğu için buna karşı işçilerin birleşik bir cephe etrafında örgütlenmesi hayati bir önem taşıyordu. Ama Komintern bu uyarıları kulak ardı etti! Dahası kendi siyasetini eleştirenleri de “karşı-devrimci”, “emperyalist ajanı” gibi şeylerle suçladı.******
Resmi Stalinci görüşte faşizmin yükselişinin sebebi olarak Sosyal Demokrasi gösterilir. Oklar hep Sosyal Demokrasi’ye yöneltilir. 1933 yılında toplanan Komintern Yürütme Kurulu’nun XIII. Plenumu’na sunulan bir raporda bu “resmi” görüş teorileştirildi. “Komintern’in Faşizm Teorisi” olarak bilinen bu değerlendirme o günden bu yana klasik faşizm tanımı olarak kabul edilir. Rapordan birkaç alıntı yapmak açıklayıcı olabilir.
Raporun “Faşizm ve Devrimci Bunalımın Olgunlaşması” bölümünde Sosyal Demokrasiye dair şunlar söylenmektedir:
“Faşizmin püskürtülmesi imkânı, mücadele eden proletaryanın gücüne bağlıdır ki, bu güçler genellikle sosyal-demokrasinin parçalayıcı etkileri sonucunda felç edilmektedir.”(7)
“Almanya’da faşist diktatörlüğün kurulması, Alman sosyal-demokrasisinin yüzünü bütün dünya önünde açığa çıkarttı.” (…) “Proletaryanın devrimci birliğine ve Sovyetler Birliği’ne karşı mücadele etmekle ve işçi sınıfını bölerek, kapitalizmin ömrünü uzatmada burjuvaziye yardımcı olmakla, sosyal-demokrasi, faşist diktatörlük ülkelerinde de burjuvazinin temel toplumsal dayanağı olma rolünü oynamayı sürdürüyor.”(8) vs. vs.
Bu resmi görüş o zamanın dünya sol’u tarafından maalesef büyük ölçüde kabul görmüştür. Nâzım bile bir şiirinde Balcı Remzi Efendi adlı karakteri şu sözlerle konuşturur:
… Diyorlar ki, harbi Hitler çıkardı.
Peki, Hitler’i kim çıkarmış?
Alaman bankaları ve tröstleri kendilerini tehlikede görmeseydiler
ve desteklenmeseydiler komünistlere karşı kavgalarında
İngiliz, Fıransız, Amerikan
ortakları tarafından
ve hep beraber
Nazileri tutup yükseltmeseydiler,
ve Alaman orta sınıfları geçenki harbin sonunda darmadağın olmasaydı
ve bir çift çizmeye
bir kangal sucuğa satılmaya hazır,
ümitsiz, aç, perişan
yığınlarla serseri dolaşmasaydı kaldırımlarda
ve ihanet etmeseydi sosyal-demokratlar
Hitler, bugünkü Hitler olabilir miydi?(9)
…
Çok açık görülüyor ki burada da eleştiri okları “resmi” güzergâhı takip ediyor: “ve ihanet etmeseydi sosyal-demokratlar”
IV
Proletarya, ulusun kaderini tayin edecek bir sınıf olarak toplumdaki diğer sınıfları etrafında toplayamayınca -ki bu tamamen az önce de söylediğimiz gibi komünist öncünün izlediği politikayla ilgiliydi- kitleler ister istemez faşizme sürüklendi. Faşizm de bu ortamda, kapitalizm karşıtı söylemler kullanarak ezilen orta sınıfların, yoksulların ve gençlerin duygularına, zihinlerine dayanarak*******, kendisine toplumsal bir taban yarattı. İşçilere, üretim araçlarının toplumsallaştırılması; köylülere de toprakların paylaştırılmasını vaat etti.
Her ne kadar faşizm, orta sınıflar üzerinde yükselse de mali yönden büyük sermayeye göbekten bağlıydı. Burjuvazinin parasal yardımları ile ayakta durabiliyor, propaganda yapabiliyor, kitleler üzerinde etkileyici olabiliyordu.
Faşizmin kullandığı kapitalizm karşıtı söylem, milliyetçilikle sunulup orta sınıfların bilincine vatan savunması şeklinde zerk edildi. Bu söylem süreç içerisinde Yahudi düşmanlığına dönüştü. 1938’de Almanya, Alman vatandaşlarının Yahudileri serbestçe yok etmesine, mallarına el koymasına izin vermişti.
İktidara gelen faşizm ilk önce devlet aygıtını tam anlamıyla denetimine geçirdi. İşçi direnişini felce uğratıp sendikaları yok etti. İşçi ücretlerini un ufak ederek kapitalistlerin kârlarını garantiledi. Kâr etmeyen şirketler canlandırıldı, burjuvaziye vergi indirimleri ve hatta vergi muafiyetleri getirildi. Savaş ekonomisi devreye sokuldu ve büyük tekellere verilen silah siparişleri ile devlet sanayinin baş müşteriliğine soyundu.
İktidara gelmeden önce işçi sınıfına ve köylülere, özellikle de küçük köylülere verilen vaatlerin kısa sürede yalan olduğu ortaya çıktı. Faşizm, tarımda büyük mülkleri paylaştırmadı, aksine büyük ve orta mülkiyetin yeniden tahsis edilmesi için çaba gösterdi; dahası kapitalist ilişkilerin kır alanlarına girmesine de ön ayak oldu. Böylelikle büyük toprak sahiplerinin, tarım emekçilerini yeniden köleleştirilmesinin önü açıldı.
1933’te Naziler, iktidara geldikten sonra binlerce militan emekçiyi, komünisti, sosyalisti, sendikacıları, kısaca kendilerine muhalefet eden, karşı olan herkesi tutuklayıp toplama kamplarına gönderdi. On milyona yakın insan bu kamplarda katledildi.********
V
İktidara gelen faşizmin dış politikası emperyalist bir yayılma oldu haliyle. 1934-36 yılları arası İtalya, Mussolini liderliğinde silah zoruyla Etiyopya’ya el koydu. Ardından Almanya ve İtalya askerî bir anlaşma imzalayarak güçlerini birleştirdi. Hitler, Versay’ın öcünü alırcasına, Avusturya ve Çekoslovakya’yı işgal etti; İtalya da Arnavutluğu. Ardından SSCB ile Almanya arasında Polonya’nın “ortaklaşa” işgal edilmesi için bir anlaşma imzalandı. Hitler Almanya’sı ile Stalin’in Sovyetler Birliği arasında 23 Ağustos 1939 yılında imzalanan “Saldırmazlık ve Dostluk Anlaşması”, 1935’ten beri Hitler’e karşı birlik cephesi öneren dünya komünistleri arasında ilk başta bir şok etkisi yarattı. Bu anlaşmayla birlikte, anlaşmayı geçerli kılmak için anlaşmanın imzalanmasından yaklaşık bir hafta sonra Komintern önderlerinden Molotov, Sovyetler Birliği’nin “yeni” stratejisini açıklıyordu. Strateji özünde şuydu: “Anti-faşist” çizgiden kopuş!
Molotov’un, Moskova Yüksek Sovyeti’nin 31 Ekim 1939’daki V. Toplantısı’nda yaptığı konuşmadan küçük bir aktarma yapmak çarpıcı olabilir:
“… Saldırmazlık Paktı’nın imzalanmasından sonra, Sovyetler Birliği ile Almanya arasında yıllardır süren normal-olmayan ilişkilere bir son verildi. Avrupalı güçlerce her yoldan kışkırtılan düşmanlığın yerini, bir yakınlaşma, Sovyetler Birliği ile Almanya arasında dostluk ilişkilerinin kurulması aldı.”(10) vs. vs.
1939 yılında Almanya’daki Fransız Büyükelçisi ile Hitler arasında tuhaf bir diyalog geçer. Büyükelçi, Alman-Sovyet anlaşması hakkında Hitler’e şöyle der: “Stalin müthiş bir ikili oyun oynadı. Eğer savaş [patlak verirse] bundan muzaffer çıkacak Troçki’dir [proletarya devrimi kastediliyor]. Bunu hiç düşündünüz mü?”
Hitler buna şöyle cevap verir: “Biliyorum.”(11)
…
Hitler ordularının batı Polonya’ya girmesi ile Fransa ve İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilan etmesi ile İkinci Dünya Savaşı başlamış olur. Dikkat edilirse, Fransa ve İngiltere ancak sömürgelerinin tehlikeye girmesinin ardından Almanya’ya savaş ilan ettiler. Hitler Almanya’da işçi sınıfını katlederken bu iki devletten nedense hiçbir karşı çıkma gelmemişti! Çünkü başlangıçta Hitler onlar için tümüyle “saygıdeğer” biriydi. Hitler kapitalizmi tehdit eden “tehlikeye” yani işçi sınıfına ve onun devrimci örgütlenmelerine karşı topyekûn bir saldırıyı simgeliyordu. Almanya’da işçi sınıfının zaferi hepsinin en büyük korkusuydu. Çünkü işçi sınıfının zaferi diğer ülkelerdeki işçilere de moral verecek ve kapitalizm için bu, adeta kendi sonunun başlangıcı olacaktı.
1940 yazı Almanya; Danimarka, Norveç, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’u işgal etti. Hatta Fransa’nın başkenti Paris kapılarına dek geldi. İtalya da, Almanya ile yapılan anlaşma gereği, İngiltere ve Fransa’ya savaş ilan etti. 1941 Haziranı Hitler, “SSCB’nin 8 haftada haritadan silineceği” planıyla bu sefer Rusya’ya saldırıya hazırlandı. Böylece Hitler ve SSCB arasında imzalanan anlaşma çöpe gitti!
Sonuç
Faşizm, tek başına Hitler’in çıldırması değil, bu düzeni sürdürenlerin başvurduğu bir “yönetim” biçimidir. İkinci Dünya Savaşı’nda büyük devletler, batı Avrupa’dan Uzak Doğu’ya, Afrika’dan İskandinavya’ya neredeyse tüm yer kürede; karada zırhlı araçlar, havadaysa bombardıman uçaklarıyla kentleri, bölgeleri yerle bir etti. Sonuç: 60 milyon ölü!Bu “barbarlık” kapitalist sistemin bir ürünüdür. “Normal” zamanlarda kapitalizm, “burjuva demokrasisi” yoluyla iktidarını sürdürmeye çalışır. Kitleleri “öfkelendirmeden” alınacak birkaç reformist uygulama, silahlara başvurmaktan daha ucuz ve sorun yaratmaktan da uzak olduğu için bunu tercih eder kapitalizm. Fakat toplumsal koşullar, kapitalist sınıfı uçurumun eşiğine sürüklediği ve sorunun burjuva demokrasisi yoluyla çözülemeyeceği anlaşıldığı anda kapitalist sınıf son çare olarak faşizme başvurur.*********
Notlar:
* Clara Zetkin, Haziran 1923’te Komünist Enternasyonal İcra Komitesi’nde sunduğu bir raporda şunları söyler:
“Faşizm, Rusya’da başlamış devrimi devam ettirmediği için, proletaryanın çekmek zorunda kaldığı bir cezadır.” Zetkin’in bu tespiti, İtalya için ne kadar geçerliyse, Almanya için de bir o kadar geçerlidir.
** Bu bağlamda E.M. Remarque’nin Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok ile Dönüş Yolu adlı romanları okunabilir.
*** Faşizm tehlikesi ve bu tehlike karşısında Komintern’in önerdiği siyaset konusunda daha detaylı bir okuma için bkz. III. Enternasyonal…
**** Bugün “Yetmez ama evet!” diyenler bu satırlardaki “somut durumun somut analizinden” acaba ne kadar haberdarlar!
***** Alman Komünist Partisi’nin liderlerinden Remmele, 14 Ekim 1931’de şöyle der: “…[F]aşistler bir kere iktidara gelsinler, o zaman proletaryanın birleşik cephesi kurulacak ve her şeyi peşinden sürükleyip götürecektir.” (Remmele bu konuşmayı yaptıktan sonra kendisini dinleyen komünistlerden şiddetli alkışlar aldı!)
****** Stalin 1927’de, Rus muhalefetine karşı yaptığı bir konuşmasında, kim Sovyet Rusya’nın “koşulsuz” olarak desteklenmesini onaylıyorsa, onun “enternasyonalist” ve “devrimci” olduğunu söylemişti! Emperyalizmin saldırılarına karşı SSCB’nin kayıtsız şartsız savunulması konusunda 1927’de Stalin şunları söylüyordu: “Kim (…) koşulsuz olarak, SSCB’yi desteklemeye hazırsa, o ‘devrimci’dir; çünkü SSCB, dünyada sosyalizmi inşa eden ilk devrimci proleter devletidir. Kim kayıtlar koymadan (…) SSCB’yi korumaya hazırsa, o ‘enternasyonalist’tir; çünkü SSCB, bütün dünyadaki devrimci hareketin temelidir. (…) [K]im uluslararası devrimci hareketi desteklemeyi düşünüyor ve bu sırada SSCB’yi korumak istemiyorsa ya da onun karşısına geçiyorsa, devrime karşı duruyor (…) demektir.” (Bkz. III. Enternasyonal…, s.123)
******* Örneğin İtalya’da okul öğrencilerine defterlerine geçirmeleri için Duce’nin (Mussolini) şu sözleri yazdırılıyordu: “Ey lejyonerler, askerler, kılıcınızı ve yüreklerinizi kaldırınız, on beş yüzyıl sonra Roma’nın tarihsel tepelerinde imparatorluğun yeniden kuruluşunu selamlayınız.” (E. Morante’nin Tarih Devam Ediyor… adlı romanından).
******** E.M. Remarque’nin Hayat Kıvılcımı adlı romanı bu bağlamda okunabilir.
*********1929 ekonomik bunalımı ABD’de, Avrupa’daki süreçten farklı yaşanmıştı. Çünkü ABD, krizi çözme konusunda yeterli mali olanaklara sahipti (New Deal). Avrupa’daysa kapitalizm, krizi çözebilecek mali olanaklardan yoksun olduğu için çözümü faşizmde buldu.
(1) Lev Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, Yazın Yayıncılık, 3. baskı, İstanbul / 1998, s.449-450
(2) III. Enternasyonal Belgeler 1919-1943, Der. Hermann Weber, Belge Yayınları, 1. baskı, İstanbul / 1979, s.83
(3) Bkz. Lev Troçki, Faşizme Karşı…, s.146-157. Metin içinden yapılacak alıntılarda sadece sayfa numaraları gösterilecek.
(4) Aktarım: Kapitalist Ekonominin Dünya Krizi, VS Yayınları, Çeviri: A. Selim, İstanbul / 2010, s.34
(5) Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, Cilt: 2, Maya Yayınları, Eylül / 2002, s.304
(6) Age., s.305
(7) III. Enternasyonal…, s.225
(8) Age., s.226
(9) Nâzım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları, Yapı Kredi Yayınları, 24. baskı, İstanbul / 2011, s.520
(10) III. Enternasyonal…, s.257
(11) Aktarım: 20. Yüzyılın Bir Bilançosu, Der: A. Elif, Pencere Yayınları, 1. baskı, İstanbul / 1999, s.55