Aslında 1970’li yıllarda daha popüler olan, Türkiye’de kapitalizmin emperyalizme bağımlı, dolayısıyla da “çarpık” bir gelişme gösterdiği, bunun da burjuva demokrasisinin kurumsallaşmasına imkân tanıyacak güçte (yani “ulusal” ve “demokratik”) bir kapitalist sınıfın gelişmesine izin vermemesi sonucu faşizmin devlete “içsel” bir mahiyet kazandığı tezleri son zamanlarda yeniden gündeme geliyor. AKP faşizmini “sömürge tipi faşizmin” aktüel bir rehabilitasyonu […]
Aslında 1970’li yıllarda daha popüler olan, Türkiye’de kapitalizmin emperyalizme bağımlı, dolayısıyla da “çarpık” bir gelişme gösterdiği, bunun da burjuva demokrasisinin kurumsallaşmasına imkân tanıyacak güçte (yani “ulusal” ve “demokratik”) bir kapitalist sınıfın gelişmesine izin vermemesi sonucu faşizmin devlete “içsel” bir mahiyet kazandığı tezleri son zamanlarda yeniden gündeme geliyor. AKP faşizmini “sömürge tipi faşizmin” aktüel bir rehabilitasyonu ya da uyarlaması addeden bu yaklaşım, faşizmi saf bir siyasal görüngüden ibaret saymaması itibariyle ayrıksı bir yerde duruyor elbette. Bu yüzden de bilhassa ele alınması, tartışılması gerekiyor.
Esasında bu yaklaşımın temel bir sorunu (kabaca özetlemek gerekirse), Türkiye’deki kapitalizmi “çarpık” benzeri sıfatlarla neredeyse “gerçek” olmayan bir (montaj) kapitalizm sayması ve dolayısıyla da burjuvaziyi hegemonik olamayacak bir zayıflıkta görmesidir. Buna göre Türkiye’de burjuva demokratik devrim tamamlanmamış, yeni-sömürgecilik bağlamında yarıda kalmıştır. Bu nedenle Türkiye’de bir “burjuva demokrasisi” değil, ancak onun bir karikatürü söz konusu olmuştur. (“Burjuva devriminin” tamamlanmamış olmasını demokrasinin gelişkinliğinin temel kıstası olarak ele almanın “otantik”, yani emperyalizmce çarpıtılmamış -ulusal- bir sermayeyle demokrasi arasında bir özdeşlik ima ettiğini geçerken not edelim).
Bu görüşe göre Türkiye kapitalist sınıfı, güçlü bir hegemonik projeyle ortaya çıkabilecek, yani bütün ulusa politik, moral ve entelektüel düzeyde liderlik edebilecek kudrette değil. Olmadığı için de sürekli olarak baskı aygıtını seferber ederek (faşizm) ayakta durmaktadır. İkna değil korku, Türkiye hâkim sınıfının temel yönetme metodudur. Dolayısıyla tabi sınıflar üzerinde hâkimiyet ya temsili demokrasi vitrini ardında söz konusu olan “gizli faşizm” yoluyla ya da daha kritik durumlarda bu vitrine dahi gerek duymaksızın “açık faşizm” yoluyla icra edilir. Böylece Türkiye’de (ve elbette Türkiye’nin konumunda bulunan tüm ülkelerde, yani dünyanın hemen hemen üçte ikisinde) “sömürge tipi” faşizmin açık ya da gizli türleri dışında bir yönetim biçimi yoktur. Yani faşizm her yerdedir; azgelişmiş ülkelerde varolan ve varolabilecek yönetimlerin tümü faşizmin çeşitli varyantlarından ibarettir.
Bu görüş, aslında tam da AKP iktidarının gücünü oluşturan temel karakteristiklerini talileştirmekle malul. “Emperyalizme göbekten bağımlı olduğu için” zayıf ve dolayısıyla hegemonik olamayacak, daima ancak gizli ya da açık zor yoluyla domine edebilecek bir sermaye sınıfı tanımı, AKP’nin neoliberal-muhafazakârlaştırıcı hegemonik projesinin popüler talepleri nasıl kapsamına alarak yeniden içeriklendirdiğini, AKP’nin popülist siyasetinin “alnı secde görmüş millet” ile “gayrimilli, vesayetçi elitler” saflaşmasını seferber ederek burjuvazinin 1990’lı yıllardaki temsil krizini nasıl çözdüğünü atlıyor. Mesele basitçe sömürge tipi faşizmin asker değil, daha sivil bir görünümlü bir varyantına geçiş olarak ifade edilmiş oluyor. Oysa günümüzde Türkiye’deki neoliberal hegemonyayı gizli ya da açık, derinleşen, koyulaşan vs. bir faşizmin eseri, yani “suni” bir dengenin ürünü saymak siyaseten cidden sorunlu.
Aslında bu ve benzeri argümanlar yoluyla sadece faşizm değil, AKP’nin hegemonik gücü küçümsenmiş oluyor. Oysa AKP, 1980 sonrasında ve özellikle 1990’larda başarısız ya da ancak kısmen başarılı olan neoliberal hegemonya girişimlerini, özgün bir biçimde başarıya ulaştırmış durumdadır denebilir. Türkiye’de sermaye düzenini adeta dışarıdan monte edilmiş yapaylıkta gören, kapitalist sınıfı ise hegemonik olamayacak ölçüde cılız olarak değerlendiren bu tür yaklaşımlar, ismi ve cismiyle bir neoliberal hegemonya (elbette Gramsci’nin deyimiyle “zor ile kuşanmış bir hegemonya”) karşısında olduğumuzu atlıyor. AKP’nin toplumsal muhalefete pervasızca saldırırken aynı zamanda kendisini nasıl bir demokratikleştirici güç olarak sunabiliyor ve üstelik onay alabiliyor oluşunu es geçiyor. AKP iktidarı gücünü baskı ya da tahakkümden ziyade ya da onunla birlikte esas olarak etrafında kenetlenen geniş bir toplumsal koalisyona ideolojik ve moral önderlik yapabilmesinden alıyor. AKP’yi güçlü kılan, işçi sınıfı örgütlerinin karşısına çıkardığı paramiliter gruplar, ya da grevleri ya da direnişleri basan “şok birlikleri” değil, işçi sınıfının sosyal ve siyasal gücünü kırarken aynı zamanda rıza üretebiliyor oluşudur. AKP’nin “başarısı”, faşizan bir demagojik “sosyalist” dil kullanması değil, sosyal-sınıfsal meseleyi depolitize ederken kendisini gayrimilli elitlere karşı mücadele eden milletin otantik temsilcisi olarak sunabilmesidir. Yani sınıfsal sorunları talileştirip onları kültürelleştiren bir sağ-otoriter popülizmin başarılı bir örneği olmasıdır. Bu durumu atlayıp emekçi sınıfların günümüzde yaşadığı atomizasyonun ardında faşist terör olduğunu söylersek yalnızca kendimizi kandırmış oluruz. Tam da bu bağlamda, ister istemez siyasal baskı ve sindirme çerçevesinde şekillenen, bu yönde bir vurguyu öne çıkartan “faşizm” argümanı, siyasal saflaşmaları ekonomi dışı alana kaydıran AKP’nin hegemonik söylemini bu kez tersinden yeniden üretme riskini ihtiva ediyor.
Netice itibarıyla AKP faşizmine dair belirlemeler, “sömürge tipi faşizm” tezlerinin yeniden güncelleştirilmiş versiyonuna dayansın dayanmasın, AKP iktidarının özgün karakterini gözardı ediyor, AKP’nin tesis ettiği neoliberal hegemonyayı küçümsüyor. (Hemen eklemek ve unutmamak gerek: Bir hegemonyanın tesis edilmiş olması sermaye düzeni açısından bütünüyle sorunsuzluk anlamına gelmez elbette. Tam aksine hegemonya devamlı suretle kırılgandır, sürekli olarak sınıfların karşılıklı ilişkilerinin ekonomik, siyasal ve ideolojik bütünselliğinin yeniden dengelenmesi gerekir.) Bu tip bir argüman, mevcut iktidarı kapitalist küreselleşmenin ya da BOP misali emperyalist projeksiyonların basit bir taşeronu, bir aracısı seviyesine indirgiyor. Böylece de AKP’nin farklı sınıfsal ya da sınıf-bağlantılı güçleri hâkim sınıfın siyasi, entelektüel ve moral liderliği altında nasıl örgütleyebildiği meselesini, özel sınıfsal çıkarları ayrıcalıklı kılan ulusal-popüler projesinin başarısını talileştiriyor. Dahası, G20 üyesi olan, Ortadoğu, Afrika, hatta Latin Amerika’da “iş çeviren” Türkiye’yi basitçe bir “taşeron” addetmek, Türkiye hâkim sınıfının emperyalist “zincir” içerisinde yeni konumlanma denemelerini ve bu denemelerle bağlantılı olarak sermayenin yapılanmasındaki dönüşümleri anlamamızı imkânsız kılıyor. Oysa bir “rejim” tartışması tam da bu dönüşümlerle bağlantılı değil midir? Önümüzdeki dönemde AKP iktidarının “stres yönetiminin ve çağdaş güvenlik mühendisliğinin” başka emsallleriyle daha da sık karşılaşmamız kuvvetle muhtemel olduğundan bu küçümseme, mevcut iktidarı adeta “monte edilmiş”, “suni” bir güç sayma hali siyaseten etkisizleştirici bir hal alıyor. Unutmayalım; kısa erimli ajitatif amaçlarla da olsa düşmanı küçümseme lüksümüz yok.