Günümüzde hayli popüler olan AKP’nin faşist bir rejim tesis etmekte olduğu ya da faşizmin AKP devresine geçtiğimiz iddiaları, AKP iktidarının sınıfsal muhtevası ve sosyal işlevine dair bir tartışmadan neşet etmiyor. İstisnalar baki (bu istisnaları tartışmak gerek), AKP’nin faşizmi söylemi sınıf ilişkilerinden, sosyal/sınıfsal güç dengelerinden, mevcut sermaye birikim rejiminin ortaya koyduğu olanak ve kısıtlardan bağımsız, ajitatif […]
Günümüzde hayli popüler olan AKP’nin faşist bir rejim tesis etmekte olduğu ya da faşizmin AKP devresine geçtiğimiz iddiaları, AKP iktidarının sınıfsal muhtevası ve sosyal işlevine dair bir tartışmadan neşet etmiyor. İstisnalar baki (bu istisnaları tartışmak gerek), AKP’nin faşizmi söylemi sınıf ilişkilerinden, sosyal/sınıfsal güç dengelerinden, mevcut sermaye birikim rejiminin ortaya koyduğu olanak ve kısıtlardan bağımsız, ajitatif amaçlarla yaygınlaştırıyor. Plehanov’un ajitasyonla propaganda arasında yaptığı “klasik” ayrımı sıklıkla gözardı ettiğimiz için bu durum daha da vahim hal alabiliyor. Hatırlanacağı gibi Plehanov’a göre, “bir propagandist çok sayıda fikri bir ya da birkaç insana sunarken bir ajitatör bir ya da birkaç fikri çok sayıda insana sunar.” Biz “birbirimize” karşı da, yani sol içinde de propaganda yapmaktan ziyade “ajitasyon çektiğimiz” için tartışma daha da içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor. Bu ajitatif çerçevede, AKP’nin otoriter, hatta faşizan kimi pratiklerini (faşizan pratiklerle faşist bir rejim tesisi arasında dağlar kadar fark var elbette) kınamak, teşhir ve telin etmek adına ortaya atılan ve çoğaltılan bir söylem bu. Yani faşizmi esas itibariyle siyasal baskı, otoriter pratikler ve milliyetçi, reaksiyoner ya da baskıcı söylemler çerçevesinde tanımlayan bir yaklaşım. Böylece AKP’nin bir faşist rejim tesis etme yolunda olduğunu iddia edenlerin büyük bir bölümü, faşizmi saf siyasal bir olgu olarak tanımlayarak (polisiye baskı, devlet kadrolarına yandaşların yerleştirilmesi, yargı üzerinde siyasal denetim vb.), onu sermaye birikim süreçleriyle bağlantılandırmayan Marksizm dışı düşünce akımlarının tipik bir eğilimini yeniden üretiyorlar.
Oysa faşizmin kapitalist üretim ilişkilerinden bağımsız “saf” bir siyasal olgu olmadığını ısrarla vurgulamak gerek. Daha önce de vurgulandığı üzere, faşizmin yükselişi genel olarak kapitalizmin şiddetli bir bunalımının, bizzat artık değer üretilme ve gerçekleşme koşullarının bir bunalımının ifadesidir.Faşist bir rejimin tesisi böylesi bir bunalım koşullarında kitle terörü yoluyla işçi sınıfının gücünün kırılması ve böylece de artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarının sermaye lehine şiddetle dönüştürülmesi anlamını taşır. Faşizmin sosyal işlevi kabaca budur. Bu arada işçi sınıfının “gücü” demişken vurgulamak gerek: Faşizm bir iktisadi buhranın “otomatik” sonucu değildir. İşçi hareketinin ve aşağıdakilerin sosyal-siyasal hareketliliğinin de belli bir seviyede olması, mevcut siyasal rejimin hareket kabiliyetini daraltan, onu zorlayan bir düzeyde olması da denklemin bir parçasıdır. Faşist bir tehlikeden dem vuranların önce Türkiye kapitalizminde yapısal ve derin bir bunalımın toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkilerinde sermaye lehine böylesi şiddetli bir müdahaleyi gerektirip gerektirmediğini sorgulaması gerekmez mi? Solun ve emek hareketinin bunca cılız oldugu bir durumda sınıfı “kıyacak” bir terör kampanyasına, böyle bir kitle seferberligine zaten ihtiyaç yok. Yani her köşede faşizm keşfetmek kendi güç ve konumumuza dair de gerçekçi bir durum değerlendirmesi yapamamayı da ima ediyor. Ne AKP otoriterizminin kaynaklarını tartışabiliyoruz böylece ne de kendi güçlerimize dair sağlıklı bir değerlendirme yapmış oluyoruz…
Neticede faşizmle sermaye birikim süreçleri arasındaki bağları göz önüne almayan her tahlil “havada” kalmaya mahkûmdur. Bu noktada, konudan biraz uzaklaşmak pahasına, belki bir parantez faydalı olabilir: Aslında halihazırda faşizme dair uluslararası akademik yazında da esas itibariyle faşizmin sosyal veçhe ve işlevinden ziyade onun söylemlerine, ideolojik kökenlerine yoğunlaşılıyor ve dolayısıyla da kapitalizmle faşizm arasında Marksist yazının daima vurguladığı rabıta talileştiriliyor. Böylece de faşizm esas olarak bir “ideoloji” olarak ele alınmış oluyor. Son yirmi yılda faşizmi bu sosyal içerikten bağımsız olarak tarif etme eğilimi giderek daha baskın oldu, bu çerçevede neredeyse bir yeni konsensüs oluştu. Belki de bir önceki döneme hâkim olmuş kimi Marksizan indirgemeci eğilimlere tepki olarak, faşizmi tıpkı diğerleri gibi “bağımsız” bir ideoloji ve siyasal akım olarak ele alma eğilimi giderek kuvvetlenmiş durumda. Buna göre faşizmin “ne yaptığına” değil, “ne dediğine” yoğunlaşmak gerekir. Yani faşizm üzerine çalışmaların üzerinde durması gereken, faşit hareketin siyasal ve sosyal pratiğinden, sermaye düzeni bakımından gördüğü işlevden ziyade, faşist akımın sözcü ya da “teorisyenlerinin” beyanatlarıdır. Buna göre faşist squadristi’lerin ya da SA’ların grevlere, kent ve kır emekçilerine saldırılarını değil, Mussolini ya da Strasser’in milli sosyalizm üzerine beyanatlarını esas almak gerekir.
Kapitalizmden bağımsız böyle bir faşizm analizinin vahim sonuçları da oluyor elbette: Kapitalizmle faşizm arasında içsel illiyet yok sayılınca faşizmin basitçe (aslında tıpkı “komünizm” gibi) bir “totalitarizm” tipi olarak değerlendirilmesi mümkün oluyor. Böylece tıpkı “kızıl totalitarizm” gibi faşizm de totalitarizmin bir rengine indirgenebiliyor (kahverengi totalitarizm). Bu izleği takip edince mesela Stalin döneminde SSCB’nin Nazi Almanyası’ndan daha “totaliter” olduğunu öne sürmek bile mümkün hale geliyor. Dahası da var: Faşizm bir ideolojiden ibaretse, onun pratiği değil de kendi kendini adlandırma ve anlamdırma biçimleri önemliyse, o zaman faşizm de rahatlıkla bir “sosyalizm” tipi olarak tasnif edilebilir. Şaka değil, böylesi bir eğilim giderek yaygınlık kazanıyor, faşizmi liberal parlamenter nizama ve “piyasa ekonomisine” karşı bir tür devletçi sosyalizm türü saymak genelleşiyor.
Bu kısa yazıda bu meseleleri hakkıyla ele almak mümkün değil elbette. Ancak şu husus kabaca da olsa vurgulanmalı: Faşizmin düşünsel kaynakları aslında bizzat kapitalist modernlikte temellenir. 19. yüzyılın sonunda faşizmi belirleyecek düşünsel temalar büyük ölçüde şekillenmişti aslında: Saldırgan milliyetçilik, insan toplumlarını tasnif etmede “bilimsel” bir kategori olarak ırk düşüncesi, anti-semitizm, emperyalizm ve sömürgeleştirilen insanların bir tür “aşağı insan” olarak görülmesi, sınıf mücadelesinin “bölücü” etkilerine tepki, savaşın toplumsal yozlaşmayı arıtıcı etkisine inanç, saldırgan erkeklik rollerinin benimsenmesi vs. Bu temaların somut bir siyasal akıma dönüşmesi ve evrenselleşmesi ise ancak Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden siyasal, iktisadi ve sosyal buhran içerisinde söz konusu olabilmiştir. Bu buhran koşullarında bahsi geçen düşünsel temalar somut bir toplumsal muhteva kazanmış, faşizm bir siyasal hareket halini almış ve yine somut bir sınıfsal-sosyal işlev görmüştür.
Yani faşizmi oluşturan düşünsel temalar hâkim ideolojinin temel bileşenlerinde zaten mevcuttur. Faşizm zaten bir anlamda her yerdedir; belli fikirler ya da daha doğru bir ifadeyle bir halet-i ruhiye olarak daima gündelik dolaşımdadır. Seren Yüce’nin Çoğunluk adlı filmi gündelik tedavüldeki bu faşizan halet-i ruhiyenin gerçekçi (ve boğucu) bir tasvirini verir. Yani faşizm, kapitalist modernlikten bir sapma değil, bizzat onun yarattığı bir potansiyelse hemen her yerde faşizmin izlerini bulmak mümkün elbette. Ancak dikkat: bir siyasal akım olarak faşizm, zaten mevcut olan, kapitalist modernliğin her gün yeniden ürettiği bu düşünsel temaları ve halet-i ruhiyeyi yeni ve eklektik bir bütün halinde yeniden anlamlandırır. Bu temaları çeşitli sınıfları ve sınıf bağlantılı katmanları mobilize eden bir siyasal vizyona dönüştürür. Dolayısıyla faşizmde bir düşünsel özgünlük ar
amak yerine, söz konusu fikri temaların hangi sınıfsal-sosyal güçler dengesi bağlamında bir siyasal hareket halini aldığı ve bu hareketin bu güçler dengesine ne yönde müdahale ettiği sorgulanmalıdır. Netice itibariyle faşizmi kapitalizmden ve toplumsal sınıflardan, sosyal güç dengelerinden bağımsız bir siyasal ideoloji ve rejim olarak tartışmak, bizi bizzat faşizmin ne olduğuna dair bir çıkmaza sürükler. Zira böyle “havada” bir faşizm tanımı, bizi gerçekten her yerde faşizm keşfetmeye sürükler. Bu anlamda, hangi soyutluk düzeyinde olursa olsun, faşizme dair her tartışmanın “ayaklarını yere indirmek” bir zorunluluktur.
Uzatmayalım: Günümüzde cereyan eden ve AKP’nin faşist olup olmadığı yönündeki tartışma, (istisnalar baki olmak kaydıyla) faşizmi “saf” siyasal bir görüngü olarak değerlendirmekle, yani “ayakları havada olmakla” malul. Sermaye birikim süreçleri ve sınıfsal güç dengeleriyle bağı kurulmamış bir faşizm tartışmasıyla karşı karşıyayız. Bu anlamda bu tartışma biraz önce aktarılan akademik eğilimle (siyasal sonuçları değil de çıkış noktası itibariyle) paralellik arzediyor. Tam da bu yüzden, AKP otoriterizmine karşı mücadelenin sınıfsal/sosyal muhtevasını es geçerek onu saf bir demokrasi tartışması içerisine sıkıştırmak gibi bir riski ihtiva ediyor. Oysa mesele, sosyalist hareketin AKP karşısında oluşmakta ve yaygınlaşmakta olan reaksiyonlara antikapitalist bir muhteva verip veremeyeceği aslında. Sosyalist hareketin sade suya tirit kuru bir “AKP karşıtlığı”na minnet etmemesi gerek. Önümüzdeki süreçte belirleyici olan, yaygınlaşabilecek AKP karşıtı reaksiyonun nasıl ve kimler tarafından içeriklendirilebileceği meselesidir. Tam da bu nedele “AKP faşizmi” gibi ajitatif açıdan belki yararlı görülen ama geniş kitleler nezdinde antikapitalist bir istikamette siyasallaşmaya pek de el vermeyen, dahası sosyalist muhalif dili genel bir AKP karşıtı jargonda eritme tehdidi olan söylemlerden uzak durmak gerek.