Faşizmin yükselişi genel olarak kapitalizmin şiddetli bir bunalımının, bizzat artık değer üretilme ve gerçekleşme koşullarının bir buhranının ifadesidir. Faşist bir rejimin tesisi böylesi bir bunalım koşullarında kitle terörü yoluyla işçi sınıfının siyasal, sosyal ve iktisadi gücünün kırılması ve böylece de artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarının genelde sermaye, özelde de tekelci kapitalizmin belirli grupları lehine […]
Faşizmin yükselişi genel olarak kapitalizmin şiddetli bir bunalımının, bizzat artık değer üretilme ve gerçekleşme koşullarının bir buhranının ifadesidir. Faşist bir rejimin tesisi böylesi bir bunalım koşullarında kitle terörü yoluyla işçi sınıfının siyasal, sosyal ve iktisadi gücünün kırılması ve böylece de artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarının genelde sermaye, özelde de tekelci kapitalizmin belirli grupları lehine şiddetle dönüştürülmesi anlamını taşır. Bu anlamda faşizm “olağan” bir siyasal rejim biçimi değildir. Yanlış anlaşılmasın: Faşizme istisnai karakterini veren şey parlamenter demokrasinin burjuvazi açısından “olağan” bir rejim biçimi olması değildir. Onun “istisnailiği” faşist hareketin ikili karakterinin sermaye açısından ortaya koyduğu risklerden kaynaklanır. Faşizm politik program ve eylemi itibariyle siyasal alana sermaye lehine şiddetli bir müdahale anlamına gelse de diğer yandan bilhassa kapitalist buhran koşullarında tepkili küçük burjuva ya da kısmen de olsa proleter kitlelerin radikal özlemlerini değilse de hayal kırıklıklarını ve öfkelerini yansıtan bir kitle hareketidir. Faşizm “aşağıda” reaksiyoner yönde bir radikalleşmeyi ima eder. Bu anlamda faşizm doğuşundan itibaren içsel bir gerilimle damgalanmış bir siyasal akımdır. Bu gerilim ya da faşizmin çelişkili doğası, onu sermaye açısından hayli riskli bir seçenek haline getirir. Burjuvazi açısından mevcut devlet aparatının hâlihazırda sağladığı disipline etme teknolojilerinin ve baskı aygıtının ötesinde aşağıdan harekete geçen bir kitlesel terör mekanizmasınına yaslanmak, toplumsal düzenin devamı açısından ciddi riskler ihtiva edebilir. Şu ya da bu işçi direnişinin bastırılması ya da terörize edilmesi için faşist çeteleri finanse etmek, bu çetelerin eylem ve saldırılarına göz yummak, hatta bizzat bu güçleri alt sınıfları terörize edecek provokatif eylemler için seferber etmek başka şeydir, iktidarı onlara teslim etmek başka.
Virgilius’un Aeneid adlı destanında Juno, “Flectere si nequeo superos, Acheronta movebo” diye, yani mealen, eğer cennetin kararını değiştiremezsem ben de Acheron’u, yani cehennemi ayağa kaldırırım diye seslenir (Acheron ölüler diyarını yaşayanlar diyarından ayıran nehirdir). Sermaye için de faşizm, kendi cennetini muhafaza etmek için yeraltına, cehenneme, yani kitlelerin bilhassa kapitalist buhran koşullarındaki tepki, öfke ve hayalkırıklığına başvurması anlamını taşır. Sermayenin kendi hâkimiyetini tehdit eden rakip toplumsal güçlere karşı yardıma çağırdığı Acheron’un karanlık güçleri, yani faşist hareket, burjuvazinin “geleneksel” siyasal akımlarından farklı ve kontrolü zor bir güçtür.
Faşist hareketin sermayenin elinde bir kukla, basit bir alet, bir piyon olduğu görüşü iki savaş arası dönemde komünist hareket içerisinde John Heartfield’in (asıl adı Helmut Herzfeld) etkileyici anti-faşist fotomontajlarıyla popülerleşmiştir. Komünist Parti üyesi olan Heartfield’in fotomontajlarında Hitler Nazi selamı vermek için elini kaldırırken arkada duran bir kapitalist onun eline bir tomar para sıkıştırır ya da Hitler dönemin büyük işadamlarından Thyssen tarafından kurulan bir oyuncak olarak gösterilir. Bizim sinemada da “Zengin Mutfağı” gibi nitelikli olanlarından “Yıkılmayan Adam” gibi daha kötü örneklerine, patronların parayla tuttuğu katil sürüsü olarak faşist çeteler imgesi oldukça popüler hale gelmiştir. Oysa sermayeyle faşist hareket arasındaki ilişki böyle tek yönlü bir kullanma ilişkisinin ima ettiği basitlikte değildir. Yani faşizm, basitçe sermayenin “en gerici, en şoven, en saldırgan, en yayılmacı” fraksiyonunun elinde bir oyuncak olmaktan daha fazlasını ifade eder. Faşizm sermaye sınıfının toplumsal ve siyasal hiyerarşideki ayrıcalıklı pozisyonunu muhafaza etmek adına yürürlüğe soktuğu sair baskı mekanizmalarından ayırdeden tam da bu husustur. Faşist akımların çoğu kendilerini kapitalizmle sosyalizm arasında bir üçüncü yol olarak tarif ederler, demagojik de olsa radikal bir dil kullanarak kendilerini bir biçimde “sistem dışı” ya da “devrimci” olarak tarif ederler. Faşizmin radikal bir kitle hareketi olarak sermayeden bu “görece” özerkliği, onun siyasal alana neticede sermaye lehine olacak müdahalesini daha radikal ve şiddetli kılar.
Faşist bir rejimde partiyle devlet aygıtının bütünleşmesi, geleneksel devlet personelinin yerini önemli ölçüde faşist kitle hareketinden gelme kadrolara bırakmasına neden olur. Bu faşist seçkinler, aristokratik ya da servete dayalı “geleneksel” siyasal ve sosyal elitten gelmezler (İspanya’da Falanjizmin kurucusu J. Antonio Primo de Rivera önemli bir istisnadır). Sokak çatışmaları ve parti faaliyetleri aracılığıyla “yükselmiş” bu tiplerin devlet erkânına dahil olması, kapitalistler için ilk bakışta pek de makbul bir seçenek değildir. Faşist çete şeflerinin devletin iplerini ellerine alması, sermaye sınıfı, ordu ve yüksek bürokrasi açısından ancak çok özel koşullarda çekici bir seçenek olarak değerlendirilir. Hitler’in alelade bir birahane ajitatöründen Alman ulusunun yanılmaz führeri haline gelişi, Goebbels’in propaganda sanatına ilişkin dehasının değil, bu “özel” koşulların, yani ciddi bir iktisadi ve siyasal buhranın ürünüdür.
Faşizm neredeyse bütün ulusun siyaseten pasifize edilmesi demektir; bu anlamda bizzat burjuvazi de belli ölçülerde siyaseten mülksüzleştirilmiş olur. Faşist hareketi burjuvazinin paralı askerlerinden ibaret sayan vülger Marksist analizlerde bu husus es geçilir. Dolayısıyla faşistlerin iktidara gelmesi süreci sermaye açısından ciddi riskler ihtiva eder. “Kavgam”da özetlenen görüşleri sahiplenen radikal bir kitle hareketini iktidara taşımak sermaye açısından oldukça tehlikeli olabilecek bir şeydir. Faşizmin seferber ettiği kitle terörizminin kapsamlı bir iç savaşa yol açması ve bu iç savaş koşullarında işçi sınıfının kazanma ihtimali, sermaye açısından gerçek bir risktir Bu nedenle faşist hareketin iktidara taşınması sermaye açısından ancak çok kritik durumlarda gündeme gelebilecek bir şeydir. Yani faşizm ancak ortada başka “makul” çözüm (mesela askeri bir diktatörlük) görünmediğinde, devreye girebilir. Faşizm ancak burjuvazinin manevra alanının ciddi ölçüde daraldığı, toplumu yeniden düzenleme ve örgütleme konusunda yetersiz kaldığı ve bunun getirdiği tıkanıklık halinde “gerçekçi” ve “uygulanabilir” bir seçenek halini alır.
Faşizmin gündeme getirdiği genelleşmiş ve topyekûn “manevra savaşı” koşullarında sermaye düzeninin geleneksel fren ve kontrol mekanizmaları işlevsizleşir. Bu durumda, yani “geleneksel” burjuva siyasal mimarisinin bunca kırılganlaştığı topyekûn “manevra savaşı” koşullarında, proleteryanın faşist terörizmi alt etmesi, siyasal ve sosyal güç dengelerinde bir bütün olarak sermaye düzenini tehdit edebilecek boşluklar yaratabilir. Geleneksel devlet mekanizmalarının sınırlarını aşan şiddet, sermaye düzeninin devam ve istikrarı açısından kontrolsüz bir duruma yol açabilir. Tam da bu ihtimal nedeniyle faşizm, yani bir faşist hareketin kısmi hedefler doğrultusunda desteklenmesi değil de, faşist bir hareketin iktidara taşınması, burjuvazi için ciddi bir kumardır. Sermaye ancak çok özel koşullarda bu kumarı oynamaya cüret edebilir. Ya da faşizm, sınıf mücadelesi kumarında sermayenin masaya sürdüğü “son kart” olabilir ancak. Her köşede faşizm keşfetme meraklılarının anlayamadığı tam da bu. Mesele faşizmin “geçmiş günlere ait bir kötülük” olması değil, faşist bir rejim tesisinin ancak çok özel buhran koşullarında gündeme gelebilmesidir
.