AKP’nin bunca güçlü iktidarının ardında elbette bir yenilgi var; ancak dikkatli olalım: Söz konusu olan işçi sınıfı hareketini ve toplumsal muhalefeti yerle yeksan edip çok uzun bir zaman aralığında paralize edecek “topyekûn” bir yenilgi değil Çoğu zaman sanıldığının aksine faşizmi ayırt edici kılan ortaya koyduğu baskı yöntemlerinin gaddarlığı, sürekliliği ya da şiddeti değildir. Yani alt […]
AKP’nin bunca güçlü iktidarının ardında elbette bir yenilgi var; ancak dikkatli olalım: Söz konusu olan işçi sınıfı hareketini ve toplumsal muhalefeti yerle yeksan edip çok uzun bir zaman aralığında paralize edecek “topyekûn” bir yenilgi değil
Çoğu zaman sanıldığının aksine faşizmi ayırt edici kılan ortaya koyduğu baskı yöntemlerinin gaddarlığı, sürekliliği ya da şiddeti değildir. Yani alt sınıfların muhalefet ve direnişinin karşılaştığı şiddet ve terörün boyutlarıyla ilgili “niceliksel” bir mesele değildir faşizm. Faşizmi ayırt edici kılan, onun alt sınıfların “bütün” örgütlerini “tam” olarak bastırması ve yeniden canlanmalarını önlemesidir. Yani faşizm, basitçe siyasal otoriterlik, toplumsal mücadelelere karşı tedhiş ve sindirmeye başvurulması değildir. Troçki’nin deyimiyle faşizm, “bütün işçi örgütlerinin yok edilmesi, proletaryanın şekilsiz bir duruma indirgenmesi demektir; kitlelerin içine derinlemesine sızan ve proletaryanın bağımsız billurlaşmasını engelleyen bir idare sisteminin yaratılması demektir.” Yani faşizm polisiye ve idari baskı biçimlerinin ötesinde işçi sınıfının ve ezilenlerin bir bütün olarak sindirecek, ezecek, dağıtacak bir “totaliter” aygıtın şekillenmesi anlamını taşır. En başta ve açıkça söylemek gerekirse, faşizmin bu topyekûn yıkıcı karakterini göz ardı ederek her köşe başında faşizm aramak, her şeyden önce gerçek bir faşizm tehdidini önemsizleştiren bir tutumdur.
Bu anlamda faşizmin hâkim olması, işçi sınıfı hareketi açısından topyekûn bir yıkım, altından kalkılması güç, tarihsel nitelikte bir yenilgi demektir. Yine Troçki’nin sözlerine başvuracak olursak, “Kapitalizm, faşizmden işini tam yapmasını ister; bir kez iç savaş yöntemlerine başvurduktan sonra, finans kapital çelik bir mengene gibi bütün egemenlik organ ve kurumlarını, devletin yürütme, idare ve eğitim gücünü; orduyla, belediyelerle, üniversitelerle, okullarla ve kooperatiflerle birlikte bütün devlet aygıtını doğrudan doğruya ve derhal ele geçirir.” Dolayısıyla proletarya açısından faşizm mutlak, “tarihsel” nitelikte bir yenilgidir.
O zaman daha 20’li yaşlarının sonunda olan Fransız devrimci militan Daniel Guerin’in Almanya’ya gerçekleştirdiği ve “Kahverengi Veba” adıyla kitaplaştıran seyahat notları, faşizm zafere ulaştığında işçi hareketinin karşı karşıya kaldığı mutlak yenilgi ve demoralizasyonu “sıcağı sıcağına” aktaran (ne yazık ki bizde pek bilinmeyen) çok iyi bir örnektir. Kitap iki bölümden oluşur. İlk bölümde Guerin 1932’de, daha Naziler iktidara gelmeden hemen önce Almanya’da yaptığı seyahatlerden izlenimlerini, karşılaştığı “sıradan” insanlara dair manzaraları aktarır. İkinci bölümse Nazilerin iktidara geçişlerinden birkaç ay sonra bu sefer bisikletle yaptığı turdan alınmış izlenimlerden oluşur. Guerin birkaç aylık bir arayla şahit olduğu, adeta iki ayrı ülkeye, adeta iki ayrı dünyaya aittir. Aslında ikinci seyahatinde Guerin, Nazi rejimine dair bugün belki artık iyice kanıksadığımız görünümleri sıralar. Ancak onun farkı, Nazi rejiminin Almanya’da yarattığı o hızlı ve kesin değişimi ilk aktaranlardan biri olmasıdır. Bizim bugün onca resim, belgesel ya da kurgu filmden tevarüs ettiğimiz “tanıdık” görsel imgeler, Guerin için sarsıcı bir yeniliktir. Yaşanan felaketin izleri tazeyken edinilen bu ilk elden izlenimlerin verdiği aciliyet hissi, Guerin’in çalışmasını özel kılar.
Guerin mutlak bir yenilgi, siyasal topografyada kati bir değişimi dehşetle aktarır: “Bugün Ren nehrinin diğer tarafına yolculuk eden bir sosyalist deprem sonrasında tuzla buz olmuş bir şehrin kalıntılarını inceleyen birinin izlenimlerine sahip olur. Burada, sadece birkaç ay önce, bir siyasal partinin merkezi, bir sendika ve bir işçi gazetesi vardı; hemen şurada bir işçi kitapçısı bulunmaktaydı. Bugün aynı yerde devasa gamalı haçlı bayraklar dalgalanıyor. Burası bir kızıl sokak idi; burada nasıl mücadele edileceğini bilirlerdi. Bugünse burada sadece sessiz sedasız insanlara rastlanıyor.” Bu değişimin hızı ve yenilginin şiddeti karşısında Guerin “veba”, “kasırga” ya da şiddetle çarpan meteor benzetmelerinde bulunmaktan kendini alamaz. Değişim sadece siyasal manzarada değildir; insanların, hatta bir önceki yolculuğunda tanışmış olduğu insanların beden dili, jestleri, duruşları, konuşma şekilleri, sesleri değişmiştir. Guerin’in tanıklığı, Troçki’nin burjuvazi “faşizmden işini tam yapmasını ister” derken kastettiği “tam”ın ne olduğunu sarsıcı bir şekilde gözler önüne serer.
Ortada böyle kapsamlı ve mutlak bir yenilgi yokken faşizmden bahsediyor olmak, daha mücadele vermeksizin teslim bayrağı çekmek anlamına gelmez mi? Faşizm tarihsel bir istisna sayılabilecek, “aşırılıklar çağının” bir kazası değil. Faşizm denen felaketin kökleri yaşadığımız dünyanın temel dinamiklerinde varolmaya devam ediyor. Hele hele içerisinden geçmekte olduğumuz kapitalist buhran koşullarında. “Komşu” Yunanistan örneğini şimdilik kaydıyla anıp geçelim. Dolayısıyla faşizmi bir metafor olarak kullanmakta, zihnimizin bir yanında faşizmi önümüzde duran olası bir felaket olarak daima tutmakta büyük yarar var. Ancak faşizmin bu uyarıcı etkisi, paralize eden bir apatiye de neden olabilir. Tanıl Bora’nın deyimiyle, “uluorta ‘faşizm geliyor’ alarmizmi ve Gestapo benzetmeleri, yalancı çoban etkisi yaratmak bir yana, korkuları çoğaltarak felç etmekten başka bir işe yaramayabilir. Nazi deneyimini bir mantıkî uç noktanın uyarıcı örneği olarak düşünmek, başka bir şeydir ve göz açar, uyanık tutar. Nazizmin hayaleti yol göstericidir kısacası.” Kestirmeden söylemek gerekirse: Metafor metanomiye, yani mecaz-ı mürsele dönüştüğünde , her şey faşizm olduğunda siyaseten kendi kendimizi paralize etmiş olmaz mıyız? AKP iktidarı karşısında da benzer bir mağlubiyet ve güçsüzlük hissi ve bu hissin tetiklediği bir paralize olma halinden, bir ataletten bahsetmek abartı mı olur? Aynı Guerin, bu kez faşizme dair “olgunluk” eserinde, “zaten faşizm, doğrudan doğruya, sosyalizmin ataletinin bir ürünü değildir de nedir? Faşizmin ardında, her zaman, sosyalizmin gölgesi hazır ve nâzırdır” derken kuşkusuz haklıydı.
AKP’nin bunca güçlü iktidarının ardında elbette bir yenilgi var; ancak dikkatli olalım: Söz konusu olan yukarıda ifade edildiği şekilde işçi sınıfı hareketini ve toplumsal muhalefeti yerle yeksan edip çok uzun bir zaman aralığında paralize edecek “topyekûn” bir yenilgi değil. AKP, tabi sınıfların 2001 krizi karşısında direnemediği, direnemediği için sermayenin saldırısına karşı kendi inisiyatifine, örgütlenme kapasitesine, kolektif enerjisine, muhalif potansiyeline dair özgüvenini kaybettiği bir momentte iktidar oldu. Dolayısıyla AKP’nin iktidarı elbette alt sınıflar açısından ciddi bir siyasal-sosyal yenilginin üzerine geldi. Ancak “faşizm” imalarıyla bizde bu yenilgiyi abartma yönünde bir eğilim hasıl olabiliyor. Düşmanı elbette küçümsemeyelim, ama onun güçlerini ya da uğradığımız mağlubiyeti de olduğundan büyük göstermeyelim, yoksa hareketsiz, inisiyatifsiz kalırız.
Dolayısıyla önümüzdeki temel “görev”, muhayyel bir faşist rejime karşı büyük ve geniş anti-faşist/demokratik cepheler inşa etmek değil, her şeyden önce AKP iktidarını mümkün ve berdevam kılan alt sınıfların bu kırılmış kolektif özgüvenini tamir etmeye soyunmaktır. AKP faşist teröre başvurduğu için değil, alt sınıfların kendi kaderlerini tayin etme, kendi kaderlerine sahip çıkma enerjileri akamete uğramış olduğu için güçlü. Bu anlamda “muhtaç oldu
ğumuz kudret”, söz konusu enerjileri kışkırtacak, onaracak direnişlerdedir.