29 Mart günü KESK’in 4+4+4 yasa tasarısına karşı düzenlemek istediği eyleme çok sert bir biçimde müdahale eden polisi tebrik eden Ankara Valiliği açıklamasında, KESK üyelerine amansızca saldıran polislerin “stres yönetiminin ve çağdaş güvenlik mühendisliğinin emsalsiz” bir örneğini ortaya koyduklarını vurguluyordu. Aslında “emsalsiz” sıfatı biraz gereksiz olmuş. Mebzul miktardaki örneği anmaya gerek yok. AKP hükümetinin toplumsal […]
29 Mart günü KESK’in 4+4+4 yasa tasarısına karşı düzenlemek istediği eyleme çok sert bir biçimde müdahale eden polisi tebrik eden Ankara Valiliği açıklamasında, KESK üyelerine amansızca saldıran polislerin “stres yönetiminin ve çağdaş güvenlik mühendisliğinin emsalsiz” bir örneğini ortaya koyduklarını vurguluyordu. Aslında “emsalsiz” sıfatı biraz gereksiz olmuş. Mebzul miktardaki örneği anmaya gerek yok. AKP hükümetinin toplumsal muhalefetin hemen hemen bütün renklerine dair giderek daha saldırgan bir tutum aldığı, “çağdaş güvenlik mühendisliğinin” örneklerini sıklıkla ortaya serdiği aşikâr. Bu açık otoriter yönelim, sosyalist saflarda mevcut iktidarın karakterine dair bir tartışmayı da kışkırtmış durumda. Bu tartışma bağlamında AKP’nin faşist bir rejim tesis etmekte olduğu solda giderek daha popüler hale gelen bir argüman. AKP hükümetinin son dönemde otoriter karakteri iyiden iyiye pekişen performansı karşısında faşizm nitelemesine başvurmak, faşizme gidişten bahsetmek sosyalistler arasında iyiden iyiye kanıksanır hale gelmiş durumda.
Aslında Türkiye’de sosyalist hareketin önemli bir bölümünün bir tür “pan-faşizm” arazıyla, yani devletin neredeyse her baskı eyleminde, her türlü askeri veya başka diktatörlük ya da otoriterizm biçimlerinde “faşizm” keşfetmekle malul olduğunu söylemek mümkün. Bu “pan-faşizm”, yani hemen her siyasal iktidarın faşizm olarak tanımlanması, Komintern tarafından 1928 sonrasında uygulamaya konan ve Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesinde payı büyük olan “üçüncü dönem” çizgisini andırıyor. O zaman da sosyal demokrasiden (sosyal faşist) Hitler’in faşist NSDAP’sine hemen bütün siyasal akımlar faşist olarak adlandırılmaktaydı. Bu anayışa göre tekelci kapitalizm devrinde şu ya da bu siyasal kılıf altında kim iktidarda olursa olsun bu faşizmden başka bir şey olamazdı. Nazilerin işçi sınıfının onca örgütlü gücüne rağmen 1933’te iktidarı görece rahat almalarında işte bu üçüncü dönemci “pan-faşist” algılayışın ve onun beraberinde getirdiği siyasal rehavet ve apatinin elbette ciddi payı vardı.
Bizdeki pan-faşizm Türkiye sosyalist hareketinin son yıllarına ait bir icad değil elbette. 1970’lerden beri faşizm hususunda muazzam bir kafa karışıklığının söz konusu olduğu söylenebilir. Öyle görünüyor ki Türkiye’de birkaç yılda bir faşist bir rejim tesis ediliyor, sonra her nasılsa bu faşist rejim kendiliğinden bir biçimde çözülüveriyor. 12 Mart faşizminden MC faşizmine, oradan da 12 Eylül faşizmine, orada da yerinde duramayıp AKP faşizmine ilerliyoruz. Faşizm pinpon topu misali bir geliyor bir gidiyor. Oysa faşizmden faşizme bu evrimsel ve “yumuşak” geçişlerin ima ettiğinin aksine, sadece faşizmin bile değil, genel olarak bir siyasal rejimin çözülüp yerine bir yenisinin şekillenmesi bir politik krize denk düşer. Bunca faşizm gördükten sonra memlekette hâlâ sosyalist hareketten bahsedebiliyor oluşumuz herhalde artık faşizm hususunda hayli şerbetli oluşumuzdan olmalı. Bu kadar faşizm görmüş geçirmiş bir sosyalist hareket herhalde yeryüzünde yoktur. Şaka bir yana, “faşizm geldiğinde şaşıran, gittiğinde şaşıran bir sosyalist hareketin, gelene de gidene de müdahale etmekte aciz kaldığı da eklenirse, acizliğini geleni gideni kavramakta, tanımlamaktaki ve ona uygun geliştirdiğini sandığı mücadele arayışında aramak gerekmez mi biraz da?”(1)
Günümüzde “sağım solum faşizm” demek devrimciliğin neredeyse alamet-i farikası haline gelmiş durumda. Neyin faşist olup neyin olmadığını tartışmaya kalkmak dahi devrimciliğe halel getiren bir şey olarak anlaşılıyor. Faşizm bir siyasal belirleme olmaktan çıkıp devrimci jargonun, daha doğrusu pozun temel bir bileşeni haline gelmiş durumda. Dolayısıyla mesela AKP’nin faşist bir rejim tespit etmekte olduğu iddiasını sorgulamak dahi devrimci mahkeme-i kübrada bir günahkâr olarak hüküm giymeniz için kâfi. Aslında faşizm nitelemesi bizde büyük ölçüde pejoratif bir anlamı içeriyor. Bu anlamda AKP üzerinden faşizm tahlili yapan sosyalistlerin önemli bir bölümü siyasal görevler ve stratejiler bağlamından kopuk bir tartışma yürütüyor. Ancak belli ki ısrarla hatırlatmak gerek: Sosyalistler açısından önemli olan, teorik ve soyut düzlemde bir kavramsal kesinlik tartışmasından ziyade siyasal strateji ve taktikler tartışmasıdır. Yani faşist bir rejimle karşı karşıya olduğumuzu iddia edenlerin bu tespitle kalmaması, faşizme karşı mücadeleye dair bir mücadele yöntemi (birleşik işçi cephesi, halk cephesi, faşizme karşı direniş komiteleri, birleşik devrimci merkez gibi) önermesi de gerekmez mi? Faşizmle karşı karşıyaysak alarm zillerini çalmak ve faşizm karşısında nasıl derlenmemiz gerektiğine dair bir acil tartışma yürütmek gerekmez mi? Memlekette faşist bir rejimin tesis edilmekte olduğuna dair onca patırtıya rağmen böyle bir siyasal arayış söz konusu mu? Belki de bu tedrici faşistleşme tespitinde bulunanlar dahi kendi faşizm “tespitlerine” itibar etmiyor olsa gerek ki böyle bir ihtiyaç hasıl olmuyor ve herkes bildiği biçimde yoluna devam ediyor.
Aslında bir boyutuyla pan-faşizm, faşizm ile “burjuva demokrasisi” arasındaki çelişkiyi mutlaklaştırma eğiliminin bir tezahürüdür. Oysa Troçki’nin ifadesiyle, “demokrasi ile faşizm arasında bir çelişki vardır. Bu çelişki hiç de ‘mutlak’ değildir, ya da bunu Marksizmin diliyle söyleyecek olursak bu çelişki asla iki uzlaşmaz sınıfın iktidarı anlamına gelmez.” Bu mutlaklaştırma burjuva demokrasisinin, yani kapitalist bağlamdaki demokrasinin idealize edilmiş bir anlayışına dayanıyor. Öyle anlaşılıyor ki sosyalist hareket içerisinde toplumsal mücadele ve direnişlere karşı şiddet ve baskı yöntemlerinin devreye sokulması, tanımı itibariyle bu idealize edilmiş liberal demokratik sisteme dışsal bir durum olarak değerlendiriliyor. Yani tabi sınıflara yönelik sistemik şiddet, burjuva demokrasisine dışsal ve arızi bir öğe olarak görülüyor. Aslında böylece bu tipte liberal parlamenter nizamların kendi kendilerine ilişkin algıları yeniden üretilmiş oluyor. Böylece alt sınıflara, onların örgütlülük ve mücadelelerine yönelik baskının olduğu koşullar otomatik olarak parlamenter demokrasi harici bir tür “faşizm” olarak değerlendirilmiş oluyor. Oysa liberal-müzakereci anlayışın ifade ettiğinin tersine parlamenter demokrasi şiddeti dışarıda bırakan ya da onu mutlak olarak dışlayan değil; tam tersine onu örgütleyen ve kurumsallaştıran bir olgudur. Bu anlamda demokrasi ve faşizm kutupları arasında burjuvazinin hem seçimsel hem de terörist dayanaklara yaslandığı, hem parlamenter hem de baskı mekanizmalarının devreye sokulduğu sayısız ara form bulunur. Hâkim sınıf içi fraksiyonların sermayenin toplam hâkimiyetini garanti edecek şekilde düzenlenmesi ve alt sınıfların bu hâkimiyet ilişkisine siyasal eklemlenme biçimlerinin devlet düzeyinde örgütlenmesi, rıza ve baskı uğraklarının bir dizi karmaşık bileşimlerini gündeme getiren sayısız biçim alabilir. Bir hegemonyayı oluşturan rıza ve zor öğeleri ancak analitik düzlemde ayrıştırabilir; somut gerçeklikte bu iki öğe daima farkla almaşıklarda biraraya gelir.
Kapitalist bağlamdaki demokrasiye dair bu idealleştirmenin yarattığı kafa karışıklığımız, AKP’nin kâh muhayyel bir burjuva demokratik devrimin taşıyıcısı, kâh faşist bir rejimin tesisinin müsebbibi olarak tanımlanmasına neden oluyor. Böylece ifratla tefrit arasında sıkışıp kalıyoruz. Dolayısıyla AKP’nin faşist olup olmadığına dair tartışmayı Bizansvari bir skolastik ihtilaf olarak telakki etmemek gerek. Bilakis bu tartışma, AKP iktidarının ne olup ne olmadığı v
e dolayısıyla da onunla nasıl mücadele etmemiz gerektiğine dair bir siyasal arayışın önemli bir parçası sayılmalı. Bu sebeple söz konusu tartışmayı sürdürmek elzem…
(1) Rüstem Reis (M. Kürkçügil), “Faşizm tartışmalarına bazı hatırlatmalar”, Enternasyonal, Mart-Nisan 1984.