Suriye’nin Türk RF-4E uçağını düşürmesinden sonra Ankara, “askeri tırmanma”dan farklı olarak, bu ülkeyle kara, hava ve deniz sınırlarında gerilimi artırmayı seçti. Kati olan, Türkiye sınırlarını ihlal edecek her türden Suriye askeri unsuruna doğrudan saldırılacağıdır. Yani Türkiye askeri misilleme hakkını kullanacaksa, bunun için Suriye tarafından bir sınır ihlalinin vuku bulmasını bekleyecek. Bunun ötesinde, Suriye’ye karşı politik […]
Suriye’nin Türk RF-4E uçağını düşürmesinden sonra Ankara, “askeri tırmanma”dan farklı olarak, bu ülkeyle kara, hava ve deniz sınırlarında gerilimi artırmayı seçti.
Kati olan, Türkiye sınırlarını ihlal edecek her türden Suriye askeri unsuruna doğrudan saldırılacağıdır. Yani Türkiye askeri misilleme hakkını kullanacaksa, bunun için Suriye tarafından bir sınır ihlalinin vuku bulmasını bekleyecek.
Bunun ötesinde, Suriye’ye karşı politik nedenlerle özellikle tercih edilmiş bir “tehditkâr muğlâklık” söz konusudur. Başbakan Erdoğan geçen salı, “angajman kuralları”nın değiştiğini, sınıra güvenlik riski ve tehlikesi oluşturacak şekilde yaklaşan her Suriye askeri unsurunun hedef olarak muamele göreceğini” açıkladı, malum.
Başbakan’ınki siyasi bir meydan okumaydı. Dolayısıyla mukabele nedeni olacak bu “risk ve tehlikeler”i somut olarak tanımlamak ya da “sınırdan uzak durma mesafesi” vermek, belki sonrasında Genelkurmay’dan beklenirdi. Ancak bu merciden de geçen salıdan beri bu konuda bir açıklama yapılmadı.
Yani Ankara bu muğlâklığa istinaden, krizi askeri bakımdan tırmandırmakta bir siyasi fayda gördüğünde, Suriye hava sahasında uçmakta olan bir askeri uçağa ateş açabilir ve sonra da “Tehlikeli yaklaşıyordu” diyebilir. Bu arada, askeri tırmanış politik açıdan lüzumlu görülmediği sürece Suriye uçakları çok dikkatli olmak kaydıyla sınıra yakın bölgelerde uçmaya devam edebilirler.
Velhasıl, esnek, belirsiz ama çatışmaya sonuna kadar açık bir dönemde bulunuyoruz.
Hazır yeni bir vukuat yok iken, bu görece sükznetten neden kriz öncesinin konularına dönmek için istifade etmeyelim?
Ne de olsa Suriye ile savaş tehlikesini de içeren tırmanış özü itibarı ile AKP iktidarının ideolojik ve keyfi tercihidir; buna karşılık Kürt sorunu en hayati konumuzdur.
Mesela CHP’nin “Kürt sorununa siyasi çözüm açılımı”na göz atabiliriz.
Ne önermişti CHP?
Mealen, “Bir akil insanlar grubu toplansın, Meclis’te de bir partilerarası komisyon kurulsun, bunlar Kürt sorununun demokratik çözümü için bir mutabakat zemini oluşturmak üzere tartışsınlar” demişti.
“Demokratik çözüm”, siyasi çözüm demektir.
“Kürt sorununa siyasi çözümü” en baştan bir mefhum olarak reddeden ve dolayısıyla çözüme de direnen Baykal CHP’si ile kıyaslandığında, bugünkü CHP için, bu çok büyük bir adım…
Bu girişimi başlatan heyetin desteklenmesi, cesaretlendirilmesi gerekir.
Ancak bu adımın sadece CHP için değil, Kürt sorununun siyasi çözüm yoluna sokulması bağlamında da “çok büyük” bir anlam taşıması arzu edilir.
Bu ise ancak CHP’nin “Kürt denklemi”nde kendi özlü fikirleri ve vizyonu ile birlikte yer bulabilmesi halinde mümkündür.
Oysa bu söz konusu değil.
Çünkü CHP çözüme dair özlü fikirler ile öne çıkmıyor, sadece “müzakere yöntemi” öneriyor. CHP bu alanda bilinçli olarak tercih edilmiş bir “muğlâklığı” yeğliyor.
Muhalefetteki CHP, Kürt sorununa çözüm amaçlı müzakere yöntemi önerdiği halde, çözüm vizyonuna dair renk vermemeyi veya bir vizyon bile oluşturmamayı neden tercih eder?
Belki muğlâklığın kendisine tanıdığı geniş siyasi manevra alanında
kalmanın umduğu avantajlarından istifade etmek istiyordur…
Belki ulusalcı tabanının tepkisinden çekiniyordur…
Ya da CHP, siyasi çözümü zımnen kabul etmekle zaten bir risk aldığını düşünüyor ve henüz muhalefetteyken, Kürt sorunundaki denetleyemediği süreçlerin maliyet risklerini daha da büyütmek istemiyor olabilir…
CHP hangi yöntemi önerirse önersin, hâlihazırda iktidar ve Kürt hareketi arasında bir “reel müzakere” zaten sürüyor.
Bu müzakerede siyasi iktidarın araçları, kansız bir “politik soykırım” halini almış olan KCK tutuklamaları, etkili askeri operasyonlar ve Öcalan’ın tecrididir. Kürt hareketinin aracı da siyasal şiddettir.
Bu müzakerede iktidarın amacı, kendilerine mümkün olan en az tavizi vermek suretiyle PKK’yı siyasi çözüme zorlamaktır. PKK’nın amacı da mümkün olanın azamisini alarak dağdan inmektir.
Diğer taraftan, “siyasi çözüm” konusunu soğutmamak maksadıyla medya aracılığıyla verilen karşılıklı mesajlar söz konusu oluyor.
Türkiye’nin Kürt sorunundaki “müzakere realitesi” budur.
CHP, fazlasıyla Ortadoğu’ya özgü olan bu kanlı siyasi müzakerenin neresinde?
Muayyen bir süre zarfında kendi tabanını da alıştırarak Kürt sorununda AKP’den farkını ortaya koyan özgün bir vizyon sergileyemezse, asıl o zaman CHP’nin korktuğu başına gelecektir.
Sadece “demokratik (siyasi) çözüm” isteyip yöntem öneren ama çözümden ne anladığı hakkında ipucu vermeyen bir CHP, bu politikayla AKP’nin istifadesine “açık çek” yazmış olacaktır. Bu çeki AKP sonra istediğine “ciro eder”.
İktidarın, gündemini kendi tayin ettiği bu “reel müzakere denklemi”nde, ne dediği belli olmayan bir CHP’yle istişarede bulunması bile lüzumsuzdur. Bu iktidara, CHP’nin “siyasi çözüm” istiyor olması yeter. Kendi yükünü hafifletmek için CHP’yi istediği gibi kullanır, kendi tek yanlı kararlarının maliyetine de ortak eder.
İşte bu bakımdan CHP Kürt denkleminde “CHP” olarak yer alıp denklemi de değiştirmek istiyorsa, farkını ortaya koymak için bir süre sonra artık bir şeyler söylemeye başlamalıdır.