Hızla gündem değiştirmenin büyük üstadı olan Erdoğan yüzünden bu yazı okuyucuya oldukça “gündem dışı” gelebilir, sitenin sıkı takipçilerine “ne alaka şimdi?” dedirtebilir. Ama yazacağımız yazıların içeriğini Başbakanın iki dudağı arasından çıkacaklara ya da hükümet icraatlarına bağlayacaksak vay hâlimize. Kürtaj, sezaryen, THY emekçilerinin grevinin gaddarca cezalandırılması, tiyatro sanatçılarına uygulanan baskı ve kin politikaları, hunharca ve dahi […]
Hızla gündem değiştirmenin büyük üstadı olan Erdoğan yüzünden bu yazı okuyucuya oldukça “gündem dışı” gelebilir, sitenin sıkı takipçilerine “ne alaka şimdi?” dedirtebilir. Ama yazacağımız yazıların içeriğini Başbakanın iki dudağı arasından çıkacaklara ya da hükümet icraatlarına bağlayacaksak vay hâlimize. Kürtaj, sezaryen, THY emekçilerinin grevinin gaddarca cezalandırılması, tiyatro sanatçılarına uygulanan baskı ve kin politikaları, hunharca ve dahi küstahça ve de düşmanca işlenen doğa katliamları, al gülüm ver gülüm ihaleleri, suç işleyen takımın cezalandırılmadığı şike operasyonları, zam, zulüm, işkence, mahpusların sığdırılamadığı hapishaneler, KCK, tutuklu öğrenci ve gazeteciler, içeriklerine müdahale edilen diziler, falan filan derken gerçekten belirlenen ve dayatılanın dışında bir şeyler karalamak hayli zorlaştı. Hâlbuki bu yazıda meselemiz ulus, daha çok da ulus devletler. Yani tüm bu saydığımız dertleri başımıza musallat eden devletin mülkiyet hakkı ilânında kendine referans gösterdiği temel. O “temel” denilenin de yaslandığı çürük dayanaklar. Hem Kürdistan meselesi gibi ulusal-politik bir soruna sahip olan T.C. söz konusu olduğuna göre, yine de “ulus devletler”le ilgili bir yazı hiçbir zaman bu ülke insanları için öyle çok “gündem dışı” sayılmayabilir de öyle değil mi?
Öyleyse en sonda söyleyeceğimizi, en başta söyleyerek başlayalım; “ulus” yaratılmış, hayal edilmiş ve gerçekleştirilmiş bir organizasyonu ifade eder. Yani çoğunun ölüp, ölüp bittiği “ulus” kavramı yapaydır. Bu durum, onun kendi birliğini ve güdümlenme öğelerini dayandırdığı membaların çoğunu da ister istemez icat edilmiş yapar. İsterseniz size kısaca bir uluslaşma öyküsü anlatayım. Bugünlerde yaşadığı ekonomik kriz ve sosyo-politik karmaşa ve çalkantı dönemiyle gündemden düşmeyen yanı başımızdaki Yunan millî devletinin nasıl oluştuğunu biliyor musunuz?
1924 yılındaki mübadele öncesinde, iki milyonun altında olan Yunanistan Krallığı’nın nüfusunun çok önemli bir yüzdesini Yunanlaşmış Arnavutlar (1) oluşturuyordu. Bu Yunanlaşmış Arnavutlar daha çok Mora yarımadasında otururlardı ve Τσακώνικα (Tsakonika) (2) adı verilen bir Yunan lehçesiyle konuşurlardı. Az önce belirttiğimiz gibi 1924’e dek, iki milyonun altında nüfusa sahip olan Yunanistan’a mübadele sonrasında müthiş bir insan transferi gerçekleşir ve bu tarihî akışın sonucunda ülkeye Türkiye’den gelip 1,5 milyon insan yerleşir. Bu “Rum” denen nüfusun 113 bini, Türkçe konuşan ama Yunan harfleriyle yazan Ortodoks Hıristiyan Karamanlılardı (Καραμανλήδες). Aynı nüfusun çok önemli bir bölümü de Pontoslu Rum’du (Πόντιοι) ve Pontoslu Rumların dili ve kültürü Yunanistan’dakinden kuşkusuz bir hayli farklıydı -ve hâlen de bu böyle-.
İşte Yunan ulus devleti de, neredeyse yarı nüfusu lengüistik olarak Elenize olmuş olan bir nüfusun üstüne, bir de dışarıdan gelen ve hemen hemen o günlerin ülke nüfusuna denk yeni bir nüfusun aynılaştırılma çabasıyla imâl edilmeye başlar. Her devlet gibi çoğu sun’î olan bir tarihe yaslanan ve pek çok etnik grubu, kültürü, kimliği ve tarihî vak’ayı reddederek yaratılan yeni bir ulus ve devlet. Uluslaşmanın birinci kuralı budur hep: ‘Görkemli’ olması şart olan bir tarih uyduracaksın, toprakların üzerinde yaşayan herkesin aslında aynı olduğunu dikte eden bir ulus kavramı ortaya atıp, onun içini dolduracaksın. Yani başında bulunduğun toplumu sevk ve idare edebileceğin resmî bir tarihin ve ideolojin olacak. Bir kitle mobilizasyonu mefkûresi. Ulus olmayı becerebilmenin en temel şartı bu.
Başka uluslaşma örneklerinden devam edelim isterseniz. Meselâ Ruslar, Ukraynalılar ve Beyaz Ruslar neden ayrı uluslardır? Dilleri hemen hemen aynı olan ve ortak köklerden gelen bu topluluklar neden farklı ulus olma yoluna gittiler? Başta “Büyük Rus” (bugünkü Rus), “Küçük Rus” (Ukraynalı) ve “Beyaz Rus” diye ayrılan ve hepsi Rus (Pусские) olan bu topluluklar, yönetici soyluların çıkar hesapları ve pazar kavgalarıyla ayrılıp, ayrı ayrı doğrultularda geliştirilen ve aslında tek olan milletten üç ayrı ulus çıkarmadılar mı? Acaba bu gerçek, hâlâ Belarus halkının çoğunluğunun neden Rusya’yla birleşme yanlısı olduğunu açıklamaya yeter mi? Ya da neden hâlâ Ukrayna, uluslaşmanın ve keskin bölgesel kültür ayrımlarının problemleriyle boğuşuyor? Neye göre belirlenmiş bu topraklar ve sınırlar? Neden hepsi Ukraynalı sayılan pek çok Slavik topluluk kendilerini farklı farklı kimliklerle ifade etme gereği duyuyor? Acaba bu Ukrayna’nın yaşadıkları zorlama ulus doğumunun mu sancıları?
Peki ya Sırp, Hırvat, Boşnak ve Karadağlı… Bu insanların hepsinin özünde Sırp (Срби) milliyetinden oldukları bilinir. Hırvat (Hrvati), Katolik Sırp’a, Boşnak da (Bošnjak) Müslüman (öncesinde Bogomil mezhebinden) Sırp’a dendi. Hele ki Karadağlılar (Црногорци/Crnogorci) hem Sırp’tır hem de Ortodoks’tur, ama ayrı millettir. Hırvatlar, Katolik oluşları ve etkilendikleri Batı kültürü yaşam tarzıyla, Boşnaklar da hem öncesinde farklı ve ‘marjinal’ karşılanan bir mezhebe sahip olmaları, sonra da Müslüman olup, Türk-İslâm kültürüne yaklaşmalarıyla ayrı uluslar oluverdiler tarih içinde. Karadağlılar ise tarihsel süreç boyunca ayrı ya da vasal yönetimlerinin zeminini hazırladığı ‘başka’ olma bilinciyle bugün karşımıza yepyeni bir devlet sahibi olarak çıktılar. Sırplar, böyle savaşlar ve kırımlarla ayrı ayrı devletlere bölünürken, Arnavutlar tarihî akışın getirdiği zorunluluktan bugün iki ayrı devlet çıkardılar bünyelerinden: Arnavutluk ve Kosova. Tıpkı iki Rumen devleti; Romanya ve Moldova gibi.
Tarih, her millet için farklı işler ve farklı coğrafyalarda farklı kaderler çizer. Örneğin sayıca oldukça az olan Gürcü halkı bir devlete sahipken -ki Gürcülerde devlet geleneği oldukça eskidir- yüksek nüfusa sahip olan Kürt ve Tamil gibi milletler bir millî devlete sahip olma şansına erişememiş. Üstelik malum, adını andığımız iki ulus, değişik devletlerin yönetimi altında bölünme olgusunu da yaşamak zorunda kalmışlar.
Meselemiz “ulus” olmak ve dünyadaki değişik uluslaşma örnekleri. Yine yakın coğrafyamızdaki ilginç bir ulus örneği olarak Makedonlara da bir bakalım. Yunanistan’daki Makedonya toprakları (Македонија,Μακεδονίας) ve Büyük İskender’in eski Makedonya İmparatorluğu sebebiyle Yunanistan’la isim ve resmî tarih kavgasında olan bu küçük devletin egemen ulusu olan Makedonlar, Bulgarların bir koludur. Hatta Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yürütülen özgürlük mücadelesi döneminde Makedonya’da iki ulusal kurtuluşçu örgüt vardı: Biri İç İhtilâl Örgütü, diğeri Dış İhtilâl Örgütü. İç İhtilâlciler, Makedonya’nı bağımsızlığını savunurken; Dış İhtilâlciler, Bulgaristan’a ilhâktan yanaydılar.
Bilindiği gibi Makedonlar Büyük İskender’i ve onun koca imparatorluğunu sonuna kadar sahiplenirler. Makedonlar Slav, peki Büyük İskender de öyle miydi? Elbette hayır, İskender, çeşitli coğrafyalarda kılıç oynatmakla meşgulken, Slâvların Balkanlar’a ayak basmasına daha çok uzun bir zaman vardı. Burada Makedonların sahiplenme ısrarı yine alışılageldik uluslaşma hezeyanları ve haşmetli tarihî arka plân
yaratma hevesi ve ihtiyacından kaynaklanıyor. Yoksa Makedonlar da Büyük İskender’le alâkalarının olmadığının ve kendilerine verilen Makedon isminin yerleştikleri coğrafyadan kaynaklandığının farkındadırlar herhâlde. Tanıdık gelmiş olmalı bu size, bu toprakların insanlarının Orta Asya’dan ziyade, Küçük Asya, Ön Asya ve Kafkasya’yla alâkalı olduklarını bilmeleri gibi tıpkı.
“Türk ulus devleti” … Bu devletin oluşturulmasında kullanılan yapışkanların da saydıklarımızdan pek bir farkı yok. “Etrak bi-idrak”tan (idraksiz Türkler) “yüce Türk milleti”ne geçişimizin hikâyesi…
Ve “tarihteki son Türk devleti!” dediler bu topraklardaki o yüce Türk milletinin devletine de… Acaba son mu; yoksa ilk mi?! Tarihte hangi devlet millî bir Türk devletiymiş ki? Bir kavimler konfederasyonu olan Hun devleti mi? Yoksa Türklüğü hakir gören, “ulu atalarımız’ Selçuklular ve Osmanlılar mı? Orhun kitabelerinde geçen “Türk/Türük” ismi acaba bir etnik bütünün ismi mi; yoksa Göktürk devletini yöneten soylulara verilmiş bir sıfat mı? Bu Türk ismi nasıl yaygınlaşmış ve genelleşmiş? Bu önce Arapların ve sonra Batılıların marifeti değil mi? Selçuklu ve Osmanlılar yönettikleri topraklara daha “Rûm” (الرُّومُ) derken ve kendilerine “Rûmî” adını verirlerken, Batılılar, Anadolu’ya“Turchia” demeye başlamadılar mı? Ki aynı Batılılar, bir dönem de, yine barbar buldukları ve Arap ya da İrânî olmayan atlı göçebe toplulukların hepsine birden “Tatar” adını vermemişler miydi? Peki, Tatar bugün hangi anlamda kullanılıyor?
Etnik, coğrafî ya da kültürel isimlerin tarihî kullanımlarına dikkatle eğilmemizin bize çok şey öğreteceği açık. “Ne mutlu Türk’üm” demeden önce (4), neden “Türk” denildiğini bir araştırmak gerekiyor.
Notlar
(1) Arnavutlar, kendilerine “Shqiptaret” derler.
(2) Bugün bu lehçeyi yalnızca 3-4 bin kişi biliyor.
(3) Bu topluluktan insanlar, Yunancanın arkaik bir lehçesi olan Kapadokya Elencesinin devamı ve Trabzon’daki Rumca konuşan Müslüman ahâlinin “Romeyika” adını verdiği Pontos Rumcası lehçesiyle konuşurlar. Yunanistan’ın yerli halkı tarafından Λαζοί (Lazlar) adıyla da anılan bu halkın Yunanistan’daki nüfusunun 2 milyon olabileceği iddia ediliyor ve bu da Yunanistan nüfusunun yaklaşık % 20’si eder. Bütün Doğu Karadenizlilerin “Laz” adıyla anılmasıysa uzun hikâye, ama biz yine de en azından, Pontoslu Rumların etnik/”asıl” Kafkas kökenli Lazlarla karıştırılmamaları gerektiğini söylemekle yetinelim.
(4) Diyene karışmıyoruz elbette, herkes kendine ne istiyorsa onu diyebilir.Türk’üm diyen Türk’tür, “mutluluğa” gelince Allah daha mutlu etsin,Türk kardeşlerimizin sevinci bizi de bahtiyar eder. Ama benim de “Ma ti Lazi vore,mu p’a vibgara-i hus?!” (Ben de Laz’ım,ne yapayım, ağlayayım mı şimdi?!) deme hakkım olmalı en azından.