Modern egemenliğin teorisyenleri, iki dünya (feodal-kapitalist) arasındaki eşikte karşılaştıkları yoğun şiddete derman olabilmenin kuramsal yollarını araştırdılar, önerilerde bulundular. Bu çabayı verenlerden büyük olasılıkla en çok tanınanı Thomas Hobbes. İngiltere’deki iç savaşa tanıklık eden Hobbes, modern egemenliğin düşünsel altyapısını hazırlarken; onun hayati bir probleme yanıt üretmeye çalıştığını da belirtmek gerekir: Savaşın durdurulması. Yıkıcı şiddetin sonlandırılarak bireylerin […]
Modern egemenliğin teorisyenleri, iki dünya (feodal-kapitalist) arasındaki eşikte karşılaştıkları yoğun şiddete derman olabilmenin kuramsal yollarını araştırdılar, önerilerde bulundular. Bu çabayı verenlerden büyük olasılıkla en çok tanınanı Thomas Hobbes. İngiltere’deki iç savaşa tanıklık eden Hobbes, modern egemenliğin düşünsel altyapısını hazırlarken; onun hayati bir probleme yanıt üretmeye çalıştığını da belirtmek gerekir: Savaşın durdurulması. Yıkıcı şiddetin sonlandırılarak bireylerin savaşma güçlerinin (iktidarlarının) aşkın bir güce devri, dahili uzamın barış içinde tutulması bu projenin ana güzergahı. Şiddetin yoğun hali savaş, böylece sınırların ötesine atılır. Her bir birey egemenin olmadığı, kuralların ve normların bulunmadığı doğa durumunda yaşam güvencesinden yoksun yaşar. Herkesin herkesi “öldürme hakkı” üzerine kuruludur bu düzen. Kurtlaşan insan önce kendi ırkına saldırır. Paylar ve konumlar akışkan, düzensizlik bakidir. Kurtuluş ise insanların iktidarlarını aşkın bir güce devretmeleri ve onun savaş tekelini kabul etmeleriyle sağlanır. Böylece sahne; herkese egemen tarafından bir rol tahsis edilmesiyle (yurttaş sayılmayla) ve ancak herkesin bu rol üzerinden karşı karşıya gelmesiyle sona erer. Fakat not düşülmelidir ki kurulacak devletin bütün fertlerinin yurttaş sayılmadığı da tarihsel bir veridir.
Aynı perspektif ütopyalarda da takip edilebilir. Thomas More’un Ütopya’sı örneğin. “İmtiyazsız, sınıfsız ve kaynaşmış” bir toplumdur Ütopya’daki. Sonsuz barış sağlanmış, çatışma bitmiştir. Bakıldığında, sorunsuz bir dünya inşa etmenin bütün kilit unsurları sunulmuş, gerekli araçlar sağlanmıştır. Peki, nasıl, ne pahasına? More’un ütopyasını Hobbes’un “ütopya”sına bağlayan derin bir ayrıntı nasıl sorusunun yanıtını içinde barındırır. Thomas More’un kurguladığı devlet bir ada üzerinde inşa edilmiştir. Ama bu ada doğal, kendiliğinden oluşmuş değildir. Ütopik cumhuriyetin vücut bulacağı kara parçası, insan eliyle, insanların çalışmasıyla, anakaradan kazma, kürekle koparılarak yaratılmıştır. Ancak bu ayrılmanın sonuncunda çatışmasız toplum gerçekleştirilebilmiştir. Toplumun kurulabilmesi için şiddetin sosyalleşme eşiğinin önünde tüketilmesi gerekmiş, insanların damarlarında biriken şiddet doğaya aktarılmıştır. Adanın ana karadan koparılmasıyla insanlar arasındaki savaş doğayla mücadeleye dönüşmüş, böylece yeni devletin bağrında bulunabilecek olası yıkıcı unsurlar pasifize edilmiştir. More, şiddetin yok edici, sarsıcı ve düzen bozucu özelliğinin farkındadır, bu sebeple de, onu toplumun dışında bırakacak bir kurgu tasarlamıştır. Şiddetin ve savaşın yokluğu, düzenin varlığının garantisi haline getirilmiştir. İki yokluk bir varlık etmiştir.
More ile Hobbes’un “derin” ilişkisini belirtmeden önce savaş ve şiddetin yokluğu ile düzenin varlığı bağıntısını, ilginç bir şekilde, Ursula Le Guin’in anarşist ütopyası Mülksüzler’de de görürüz. Kitabın konusu bilindiği üzere şöyledir: kapitalistler ile onu yıkmaya ve sömürüsüz bir dünya kurmaya çalışan güçler (Odo’cu anarşistler) eşit duruma gelirler, özgürlükçü güçler toplu bir yokoluşa yol açmamak için yaşadıkları kapitalist gezegen Urras’ı terk ederler ve başka gezegende (Anarres) komünal bir düzen yaratırlar. Fakat bu gezegen o kadar verimsizdir ki besin sağlamak için doğayla mücadele etmek gerekir. Peki, Le Guin neden kurgusunda daha zengin bir gezegene yerleştirmemiştir anti-kapitalistlerini? Neden Urras verimli ama bu verimlilik sonucunda elde edilen ürünlerin eşitsiz dağılımıyla malulken Anarres’e göçenler eşitlik içinde ama yoksuldurlar? Neden Urras’ta topraktan zenginlik fışkırırken yeni dünyadakiler doğayla savaşmak zorundadır? Zengin dünyada insanla insan arasında kavga sürerken neden yeni gezegende insanla doğa arasında savaş bulunmaktadır? Bu soruların cevapları More ile Le Guin’i buluşturur ve buluşulan bu nokta Hobbes’la olan ilişkiye denk gelir.
İlişkinin temelinde savaşın istenen düzenden dışlaması olgusu bulunmaktadır. Her üç yazarın tasarımlarının olmazsa olmaz şartı şiddetin pasifize edilerek sınırların ötesine atılmasıdır. Sınırların içerisinde mutlak barışın sağlanması bireylerin iktidarlarını (düzenin belirlediği konumlara ve paylara karşı çıkma yetilerini) ya egemene sözleşme yoluyla devretmeleri (Hobbes’da) ya da tüketmeleri (More’da, kuruluşta, devletin inşa edileceği toprağa kazınarak veya Le Guin’de doğaya aktarılarak) gerekir. Şiddetin bu yazarlarda imlediği siyasalın ta kendisidir. Siyasal (siyaset), yazarlar için düzensizliğin ve toplum olamamanın asıl sorumlusudur. Verili iktidarın meşruiyetini ve devamlılığını kesintiye uğratandır. Payları, konumları ve rolleri sürekli sorgulayan ve uzamı sonsuz bir açıklıkta tutandır. Hobbes’la başlayan modern egemenlik; uzamın kapatılmasını, siyasetin dışarıya havale edilip içerinin siyasetten arındırılmasını amaçlar (Demokrasi de eğer saymaya dayalı bir temsil sistemi üzerine kuruluysa – kendinden menkul yurttaşlar varsayılması ve bu yurttaşların sayısal temsiliyse söz konusu olan – modern egemenlik mantığının dışında değildir). Modern egemenliğin uzamı yurttaş üzerine üç kere kapalıdır. Birincisi yurttaşın yurttaş olma vasfından başka niteliği yoktur, ikincisi doğrudan değil ancak bir sayılma işleminden geçerek (oy vererek) kendini görünür (aslında görünmez) kılar, o sayının gölgesinde arzusundan, düşünden vazgeçer. Son olarak yurttaş olmayana, yurttaş sayılmayana arena kapalıdır.
Hobbes’tan miras kalan, Thomas More ve Ursula Le Guin’de de gördüğümüz, şiddetin sınırlanması, tüketilmesi ve ötelenmesi bu sayma mantığına ve insanı yurttaşa hapsetmeye yönelebilecek karşı-duruşu engellemek için gereklidir. Siyaset eğer dille, müzakere ile gerçekleşen bir eylemse; bu eylem sınırlandırıldığı anda, konuşması engellenen ve müzakereye katılamayanın, zaten yurttaşlık vasfı edinememiş olanın şiddetten başka dili kalmaz. Şiddet görünmez olanın, sesi duyulmayanın, görülmek ve duyulmak istemesinin ifadesiyse siyasallaşır. Bu anlamıyla siyasal ile şiddet arasındaki ayrım (yazının sınırları çerçevesinde) silinir. Payların, konumların ve rollerin dışında bırakılanların, bunların yeniden ve yeniden paylaştırılmaya tabi tutulması talebi siyasetin ta kendisidir ve bu talebin gerçekleştirilmesini engellemeye dönük müdahaleye tepkinin şiddete yönelmesi siyaset dışı değildir. Bu nedenle modern egemenliğin kurumsal inşasında şiddetin ötelenmesi baş köşededir ve yine bu nedenledir bir düzen tasavvur edenlerin verili durumu sabit kılabilmek için şiddeti sınırlandırmaya, pasifize etmeye çalışmaları.
Sol ve şiddet ilişkisini gündeme tekrar getirenler bu anlamıyla Hobbes’la aynı kuramsal zemini paylaşırlar. Onlar siyasetin alanını yok etmeye; siyasalı, sayma işlemine, bir üleştirme faaliyetine indirgeme niyetindedirler. Onların hayal ettiği siyaset “belediyecilik” siyasetidir, var olan üzerinden bir pay etme siyasetidir. Bu nedenle modern egemenlik mantığının içinden konuşurlar. Siyaset onların ufkunda verili konum ve payları onamanın ötesine uzanmaz, siyasetsiz bir uzam dilerler aslında. Bu kadar çok “siyasete yer açalım” demelerinin, ezilen grupların eylemlerinin “totaliter niteliklerini açığa çıkarma” çabalarının arkasında bu arzudan başka bir şey yatmamaktadır.