Bir süredir, özellikle kendisine destek veren liberalleri şaşkına çevirecek ölçüde cevval işlere girişmekte iktidar. İktidarın siyasi karakteri akil yorumculara pek şaşırtıcı gelmese de, zannediyorum ki hiçbirimiz bu kadar ani ve topyekun gelişmeler olacağını beklemiyorduk. 12 Eylül Referandumu ve son genel seçimlerden sonra ilmek ilmek örülüp adım adım yükseltilen bir gerginlik ortamı bu. Belli ki Ortadoğu’daki […]
Bir süredir, özellikle kendisine destek veren liberalleri şaşkına çevirecek ölçüde cevval işlere girişmekte iktidar. İktidarın siyasi karakteri akil yorumculara pek şaşırtıcı gelmese de, zannediyorum ki hiçbirimiz bu kadar ani ve topyekun gelişmeler olacağını beklemiyorduk. 12 Eylül Referandumu ve son genel seçimlerden sonra ilmek ilmek örülüp adım adım yükseltilen bir gerginlik ortamı bu. Belli ki Ortadoğu’daki ani gelişmelerle de paralellik arz eden yeni bir süreç. Önceki yazılarımızda güncel ve tarihi örnekler üzerinden şerh etmeye çalıştığımız iktidarın politik dili ve retoriğine bu yazıda daha bütüncül ve geniş bir çerçeveden bakmaya çalışacağız.
Önce birkaç çarpıcı haber ve yorum:
”Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın iş kazalarına ilişkin bir soru önergesine verdiği yanıt, büyük bir katliamın itirafı gibi. Neredeyse tamamı AKP iktidarı altında geçen 2002-2011 yıllarında iş kazalarında 10 bin 804 işçi öldü ”
AKP iktidarının her türden etik ve sorumluluğu yok edip çalışanların yaşamını Allah’a havale eden saldırganlığının bedeli oldukça ağır. Ekonomi ve ticaret hacminde kırdığı rekorlarla övünenlerin bunu ”ne pahası”na yaptığını rakamlar gösteriyor. Tabi, her ”gelişmenin”(?) bir bedeli var. İktidarın, kullandığı kibirli dil ve güç söylemiyle bu ”başarıları” oy avantajına çevirdiği söylenebilirse de kazın ayağı öyle değil. Esnek ve güvencesiz istihdama dayalı neo-liberal büyüme stratejileri bu politikalardan ciddi ölçüde mağdur ve rahatsız insanlar yaratmak zorunda. Dahası bu ekonomik strateji ile buna bağlı büyüme modeli iktidarın arkasını yasladığı siyasi tabanın değerler sisteminde anokronik dönüşümlere de yol açmaktadır. Şöyle ki, neo-liberal büyüme stratejisi kendi içinde bir tür imece dayanışmasına sahip sınıfların bu anlayaşı giderek terketmesine yol açmaktadır. Gittikçe büyüyen ve büyürken de daha çetin rekabet şartlarının oluştuğu bir konjonktürde büyük şirketlerin küçük esnaf ve şirketleri koruması hem iktisadi açıdan uygulanabilir olmaktan çıkmakta hem de ciddi riskler içermektedir. Halihazırda bu durumun farkında olan iktidar seçkinleri, dikkatleri muhafazakar orta sınıfların iktisadi daralmışlık ve sıkışmışlığından çekecek politik söylem ve pratiği inşa etmektedir: Gerginlik ve çatışma! İktidarın ”iktisadi ve ekonomik” saldırganlığının gerekçeleri bununla da sınırlı değil. On yıldır yükselen bir ivmeyle inşa edilen yeni ”ekonomik strateji” ve buna bağlı yükselen yeni sermaye kesimleri; bir yandan iktidarın kendi omurgasını oluştururken öte yandan toplumu giderek daha fazla ve şiddetli biçimde kendine ”bağıl kılma” gibi bir işlevi de görmektedir. Böylece iktidar; esnekleştirme, güvencesizleştirme ve taşeronlaştırma süreçlerinde üzerine çektiği öfke ve toplumsal basıncı organik bir ilişki içinde olduğu ”sermaye elitleri” eliyle ”iş dağıtıcı/istihdam yaratıcı” misyonuyla etkisizleştirmektedir. Süreç bir yandan belli başlı güvence ve haklara sahip işçileri mağdur ederken öte yandan kendine biat edecek yeni ”işçiler/neferler” kazandırmayı sağlamaktadır. Bu amaçla daha önce ”özel istihdam büroları” açılmış ve ”işçi simsarlığı” yasal bir hale bürünmüştü. THY’deki grev ve emek karşıtı saldırganlığın arkasında da böyle bir olgu göze çarpmıştı.
Yaşanan saldırı, baskı ve gerginliği gözler önüne seren iki haber:
Dünyanın en çok teröristi Türkiye’de!
Ve son 12 yılda 49.000 öğrenci hakkında soruşturma açıldı!
Halihazırda cezaevlerinde 90’ı aşkın gazetecenin içerde olduğunu biliyoruz. Bu rakamlar birilerine halen daha ilginç gelmeyebilir ya da birileri hala çıkıp ”Milattan önce böyle miydi?” diye sorabilir. Hemen ona da cevabımızı verelim: 2000 yılında 40 bin olan tutuklu ve hükümlü sayısı AKP’nin 10 yıllık iktidarında 132 bini geçti. Cezaevleri kapasitesini aşan tutuklu ve hükümlü sayısı dolayısıyla 8 bin 76 kişi “kapasite fazlası” olarak kayıtlara geçti. Türkiye’nin nüfusu son on yılda üç kat artmadığına göre, bu rakamlar karşısında söylenecek anlamlı bir yanıt olabilir mi? Rakamlar korkunç. Yaşanan ”siyasi tıkanmışlığı” gözler önüne sermekte. A. Altan siyasetin bittiği yerde ”devlet” başlar derken, yanılmıyordu. Kürtaj ve Uludere siyasetin bittiği noktadır, derken de. Öyle ki başka bir yazıda hızını alamayarak şöyle diyordu Başbakan’ın ”yiğidi”: Bu cepheleşmeye karşı “devletin kulu” olmayı, “sürü”olmayı, “Diyanetçi faşizmin” kölesi olmayı reddedenler de bir “demokrasi cephesi” kurma hakkına sahipler.
İyi ama ”B. Coşkun ve A. İnsel”lerin günahı neydi? Allah göstermesin, ”dinci faşizm” deyiverecek diye korkmaktayız. Bu meseleyi burada kapatıp devam edelim. Siyaseten ”tıkanmışlık” olguyu tam anlamıyla izaha muktedir değil. Elbet o da var ancak durum bundan da vahim. Gerek sosyo-iktisadi gerekse de siyasi olarak tehlikeli bir ”takvim” işletiyor iktidar. İktidar kalmanın, iktidarı sürdürmenin ”psikiyatrik arazları” bir yana önümüzdeki süreçte özellikle Kürt Sorunu, Yeni Anayasa ve Ortadoğu’daki muhtemel gelişmeler paralelinde ellerindeki kozları mümkün mertebe arttırma ve bu süreçleri en az hasarla atlatmanın hesaplarını yapmaktalar. Kürt Sorunu ve Yeni Anayasa bağlamında ellerinde kendilerine göre bir çözüm planı ve hesabı olmakta muhakkak. Mesele şu ki bu plan ve strateji, Kürtler ve demokratları bırakınız, iktidara ciddi bir destek veren liberalleri dahi tatmin etmekten uzak. İş bu halde A. Altan vb. liberallerin anlamadıkları da bu: Yaşanan tüm gelişmeler ve yeni dış politika açılımları (!), iktidarın bir tür özüne dönüşüdür. G. Zileli’nin ”Neo-Kemalistler” ve BDP milletvekillerinin ”Yeni statüko AKP’dir” saptamaları tam anlamıyla karşılığını bulmuş durumda. Böylece geliyoruz D. Akın’ın ”AKP iktidarının AKP Programı’yla imtihanı…” adlı uzunca yazısında tek tek tespit ettiği çelişkilerin sebeb-i hikmetine. Türk tarih yazımında sıkça duyduğumuz ve Osmanlı’nın gerileme sebeplerinden biri olarak söylenen argümana: ”Osmanlı doğal sınırlarına ulaşmış durumdadır.” Bu argüman tarih için ne derece anlamlıdır bilinmez; ancak AKP iktidarı için oldukça rasyonal. Veriler de ortadadır ki AKP başta Kürt Sorunu olmak üzere ”bütüncül, kapsamlı, derinlikli, eşitlikçi vs.” demokratik bir çözüme sahip olmadığı gibi, bugüne kadar toplum ve devleti dönüştürecek harikulade (?) bir iktidar stratejisini adım adım işletmiştir.
Meselenin iktisadi ve siyasal yönü açığa çıktıktan sonra, stratejinin son rötuşları kalıyordu: Kültür ve Eğitim. Eğitim sorunu evvelinden “4+4+4″ kepazeliğiyle bir ölçüde aşıldı. Tamamlayıcı ve stratejinin ”gerginlik” sosunu da yaratıcı biçimde ”kültürel” adımlar baş gösterdi: Kürtaj ve Diyanet çıkışları! Geriye bu ”seviyeyi” topluma hissettirecek, hissettirmekle kalmayıp gerginliği kendi içinde ve tekraren üretecek bir dile ihtiyaç vardı. Onu da Uludere ve Kürtaj meselelerinde apaçık afişe ettikleri ”demagojik” ve ”otoriter” siyasal retoriklerle gösterdiler. Görünen o ki, iktidarın bu siyasal retorik dili hem bir ”kurucu unsur” hem de ”ajite edip gerginleştirici” bir unsur olarak bundan sonra daha sık biçimde kullanılmaya devam edilecek. Rakiplerini manipüle ve şoke etme maksadı taşıyan bu ”şiddet dili”, hem rakiplerin kendilerine karşı ”hatasını” kollayacak
hem de kendi tabanını zinde olmaya zorlayacak. Biz bu dili yakın geçmişten elbet iyi biliriz. ’90’ların karanlık dönemlerinde hem kurumsal biçimde hem de basın-yayın organlarınca üretilirdi. İktidarın medyası ’90’ların TRT’sini aratmayan ”Anadolu’dan Görünüm” manşetlerini de atmaya başladı. Bu dile ”gündelik” yaşamımızda da son derece aşinayız: Hem suçlu hem güçlü, deriz deyimlerde. Psikiyatri, ”suç bastırma” der. Bu dil, ”zorba kocanın” yemeğin tuzunda bile ”hata” arayıp kadına paranoid suçlamalar yönelten dildir. Uludere’de ”haritalar” keşfedip mağduru toplumun gözünde failleştiren dildir. Oysa yine sözlü kültürde özlü bir atasözü vardır: Yalancının mumu yatsıya kadar yanar…