Korku telaffuz edilmeye görsün, kendini üretmeye başlar. ‘Sıradan olan’ herhangi bir insanın herhangi bir korkusu anlaşılır. Sorun, bir şey yaptığını düşünüp ya da sanıp korkmaya başlayanlardadır. Faşizm sıradan insanların üstüne basar, bu yükselmesinin ilk ve önemli adımıdır ama sadece adım atmıştır, onu kurumsallaştıracak olanlar da sıradan olmadığı sanılan profesyonellerdir. Korku ve bağlı olarak dağılma halini, […]
Korku telaffuz edilmeye görsün, kendini üretmeye başlar. ‘Sıradan olan’ herhangi bir insanın herhangi bir korkusu anlaşılır. Sorun, bir şey yaptığını düşünüp ya da sanıp korkmaya başlayanlardadır. Faşizm sıradan insanların üstüne basar, bu yükselmesinin ilk ve önemli adımıdır ama sadece adım atmıştır, onu kurumsallaştıracak olanlar da sıradan olmadığı sanılan profesyonellerdir.
Korku ve bağlı olarak dağılma halini, kurgulanan hegemonyanın kanaat önderleri profesyonelce ve profesyonelleri kullandıkları bir saldırıya dönüştürdüler. Korkanlara niye korkuyorsunuz derken, korkmayanları yapıştırmaya çalıştıkları yaftalarla korkutmaya çalışırlar. Korku yerinde durmaktadır. Bu durumda, bir uzlaşıya, dikkat çekmek gerekmektedir. Liberal muhafazakârlık ya da muhafazakâr liberallik olarak da tanımlayabileceğimiz hâkim hegemonya, liberalizmin ‘bireyciliği’ ile muhafazakârlığın ‘mutlakçılığının’ mayaladığı bir faşizmi biçimlendirmektedir.
Bugün ‘profesyonel’ olduğu sanılan, düşünülen ya da öyle gösterilen, televizyonlarda sıkça rastladığımız, korkacak bir şeyi olmayıp korkutmakla görevlendirilmiş, kapitalizmin laik olanından islamcısına liberal organik aydınlarıdır. Ve bu sürecin biçimlenmesinde, liberaller ve muhafazakârlar kadar kendini hala solda tanımlayan tırnak içi sosyalistler de yer almaktadırlar.
Sonuncular, kendi korkularını yeniden kurguladıkları kendilerini temize çıkartacak bir hafıza üzerinden her fırsatta Türkiyeli sosyalistlere saldırarak varlıklarını ‘yeni’ cumhuriyete adeta adamakta, korkularını bu yolla gidermektedirler. Böylelikle faşizmi susarak değil, kendi var oluşlarını korumaya dönük konuşarak onaylamaktadırlar. Ne yazık ki bunu da ‘sosyalist’ geçmişlerini kullanarak yapmaktadırlar. Karakter aşınması bu değilse nedir?
Liberalizmi tarihsel bir perspektifle ele aldığımızda liberalizmin 18.yy daki özgürlükçü söylemi o tarihe aittir, süreç içinde Liberalizm muhafazakar yanını da yedeklemiş ve gelinen aşamada kendine liberal diyen herkesin içinde bir yerlerde saklı bir tür faşizmle yüzleşmesi gerekmektedir. Bu elbette bir beklenti değildir ve elbette insanların kendi faşizmleri ile yüzleşmesi tarif edilecek bir durum değildir. Ancak, sürekli anlatılan ve ‘özgürlükleri’ çağrıştıran liberalizmin bu özgürlük çağrışımı kendi tarihselliğinden bizzat kapitalizmin organik aydınları başlığı altında toplayabileceğimiz liberaller tarafından koparılmıştır.
Bu kısmen bilinçlidir, bu sürece farklı saiklerle katılanlar kendilerinin de anlayamadıkları nedenlerle bir anlamda ortada ama taraflı kalmışlardır. Liberalizmin özgürlükçü yanının tıkandığı, kendini farklı biçimde var eden bir faşizme döndüğü günümüzde korkunun ifade bulduğu bu durum, yaşananlar karşısında susmak kadar, kendini korumaya dönük konuşmaktır ki, bu durum faşizmi besleyen en önemli zemindir; korkutana biat, korkuyu normalleştirme sonun başlangıcına işaret eder.
İnsanlık tarihinde güçlü olana ‘biat’ etme ve bu durumu ‘normalleştirme’ her zaman mevcuttur elbette. Ancak, bu tür durumlarda özgün olanın altını çizmek ayrı bir öneme sahip görünmektedir. Zira daha sonra yaşanacakların ilk elden referansı durumunda olacaklardır. Böyle bir perspektiften hareketle Türkiye’de yaşadığımız gündelik hayat, yaşanan ve büyük oranda korku tarafından biçimlendirilen, gerçekliği anlamamızı zorlaştıran bir hıza sahip hale gelmiştir. Yaşanan hız, anlamayı zorlaştırdığı ölçüde insanların korkularını normalleştirmelerini de mümkün kılmaktadır.
Bu anlamda yaşananların anlaşılmasındaki zorluk, daha önce vurgulanan ‘korku’nun hayatın bütün alanlarına sızması ile doğrudan bağlantılıdır. Burada bir başka insan tipolojisiyle, ancak tek tip olmayan farklı sınıf ya da toplumsal pozisyonlardan bir var oluşla karşı karşıya gelinmektedir. Korkunun ve cesaretin toplumsal ve bireysel yanları elbette her durumda farklı ağırlıklarda olacaktır, ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, toplumsal olan ile bireysel olanın her zaman bir karşılıklı etkileşim içinde olduklarını akılda tutmaktır ve bu yaşanan süreci anlamak açısından temel bir öneme sahiptir. Toplumsal nedenlerle karşı çıkılamayarak biat edilir, ya da bireysel nedenlerle karşı çıkamayarak biat edilir. Elbette bu tespit, toplumsal olanla bireysel olanın çakıştığı durumun iyi bir durum olduğu anlamına gelmez. Tam da hayatın ‘diyalektiği’ burada vardır ve dolayısı ile çelişki ve çatışmaları kendi tarihselliğinde görmek gerekir. Çakışma halleri verili kapitalist toplumsallığın çelişkileri ile vardır ve böyle anlam kazanır. Çünkü korku, verili toplumsallığın ürettiği bir eksiklik hissinden, tutunacak bir dal kalmadığı hissinden türer ve birey bu eksikliği içselleştirdiği oranda daha fazla korkmaya başlayacaktır.
Korkunun hayatın her alanına sirayet etmesinin kanalları söz konusu verili olan kapitalist çelişki ve çatışmalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durumdan elbette sosyalistler de azade değildir. Bu çerçevede sosyalistler dışarı karşı kısmen beraber hareket etmeye dair bir görüntü çıkarıyorlar. Ancak, gerçekten bunun hayata geçmediği de bir vaka olarak karşımızda durmaktadır. Böyle bir okuma, gündelik hayatın sohbetlerinde yer bulur ya da entelektüel bir tartışmanın ‘konusu’ olur, hiç fark etmez. Fakat gündelik hayat, her biçimiyle mahalledeki bakkalın süpermarket karşısında var oluşunda, çalışılan kurumun hiyerarşik işleyişinde, insanların birbirlerine tahammülsüzlüğünde, gelecek korkusunda vb bir çok sorunda toplumsal bir var oluş olarak radikalleşmiştir. Aziz Nesin’in deyişiyle ‘yaşamın gerçeği, mizahın kurmacasını da aştı’. Aziz Nesin’in vurgusundan hareketle mizahın kurmacası da bir gerçekliğe sahip olduğu için elbette gerçekliğin bu haliyle ikiye katlanmış halini, gündelik, bireysel süreçlerde yaşanan şiddet üzerinden izlemek de mümkün olmaktadır. Radikalizm bu yanıyla lümpenleşmiş, seviyesizleşmiştir.
Her biçimiyle korku, toplumsallaşan bir duruma işaret etmektedir. Bu durumda olanlara uyum sağlayanların refleksi anlaşılabilir, ancak kabul edilmesi gerekmez. Elbette burada kabul etmemeyi akılda tutarak, ‘korkunun’ adı konmamış ama toplumsal niteliği, kendiliğinden, kapitalist bir toplumsallıkta yaşanan ‘yabancılaşma’nın radikallikten sinikliğe uzanan geniş bir yelpazede değerlendirilmesini gerektirir.
Korkunun etkisi nasıl kırılır? Bu, sosyalistlerin önünde üzerinde düşünülmesi gereken acil bir durum olarak durmaktadır. Elbette böyle bir mücadelede başarılı olmak, hatta mücadeleye başlamak bile önce tüm muhalif kesimlerin, karşılığı olan bir zeminde kendilerine güvenmenin bir yolunu bulmalarıyla ve kendilerine ortak bir alan açmalarıyla mümkün olacaktır.
Böyle bir alanın şimdiye kadar açılamamış olması Türkiye’de en genel haliyle sosyalist hareketin baş edemediği temel sorunlardan olan kullandığı dil ile ilgilidir. Sosyalistlerin gittikçe marjinalleşmesinin arkasında yatan temel sorunlardan birisidir bu ‘doğru’ dili tutturamamak. Elbette burada ‘doğru’ olana kim, nasıl karar verecek sorusu önem kazanmaktadır. Bu soruyu gerektiği gibi cevaplayabilmemiz için bir hatırlatma yapmak gerekir ki; o da sosyalistlerin yaşananlara ya da yaşanmış olanlara tarihsel bakma zorunluluğudur. Tarihsellik doğru olanın kendisini değil, farklı açığa çıkma biçimlerini görmemizi, fark etmemizi sağlayan asli bir perspektiftir. Böyle bir perspektiften dil sorununa yaklaştığımızda sosyalistlerin di
namik, hızla uyum sağlayabilen bir dil kurgusuna ihtiyacı olduğu görünür hale gelir. Çünkü kullanılan dil pratiğe yansıyacaktır ve gündelik pratiğin arkasına düşen bir dil boşluğa konuşmak olacaktır ki bu bir çok durumda Türkiye’de sosyalistlerin içinde bulunduğu duruma işaret eder. Bu kadar gönül vermişlik, mücadele, farklı bir karşılık görme hissini de beraberinde getirir. Durum buysa ve bu durumun karşılığı ortaya çıkmıyorsa bir yerde sorun vardır. Sorun teşhis edilemediği zaman, korkuya yer açılmaya başlanır. Bu daha önce vurgulandığı haliyle ‘dil’ sorununa bir başkasının da eklenmesini önümüze getirir ki bu da söylenenin değil eylenenin dilidir, yaşanan pratiğin kendisinin dilidir. Yaşandığı haliyle kısmi bir hareketlilik yaşanmaktadır.
Bu olumsuz tabloya rağmen sosyalistlerin siyaset yapma alanlarını genişletmeye dönük girişimler, yaşanan sürece müdahil olmanın farklı olanaklarını da beraberinde getirmektedir. Kürt siyasi hareketiyle sosyalist hareket ve partilerin çoğunluğunun destek verdiği HDK süreci tüm tarafların etkileşim içinde olduğu, konjonktürel ve bu anlamda pragmatik bir girişim olarak devam etmektedir.
Bir diğer gelişme ise sosyalizm ile İslam dinini kapitalizm karşıtlığı temelinde ilişkilendirmeye dönük ‘antikapitalist müslüman gençler’ hareketidir. Türkiye sosyalist hareketinde yakın tarihte Müslümanlara dönük bilinen tek örnek Dr.Hikmet Kıvılcımlı’nın 1957 yılında Eyüp’de Vatan Partisi mitinginde yaptığı konuşmadır. Kıvılcımlı ayetlerden verdiği örneklerle Müslümanları Vatan Partisine katılmaya çağırır bu konuşmasında. Orjinalitesi saklı kalmak kaydıyla söz konusu dönemin tarihsel özellikleri, soğuk savaş, anti komünizm, böyle bir çağrıya anlamlı bir cevap verilmemesini açıklar niteliktedir. Bugün antikapitalist müslüman gençliğin Müslüman tarafta açmaya çalıştığı alan, sosyalistlerce desteklenmelidir. Onların açacağı alanda sosyalistlerin söyleyeceği pek çok söz olduğu açıktır. Dillerindeki dikkate değer antikapitalist radikallik, görmezden gelmeyi engelleyecek niteliktedir. Elbette bu ilişki, daha önce vurgulandığı gibi konjonktürel ve pragmatik bir niteliğe sahiptir. Bu anlamda kendi tarihselliğinde değerlendirilmelidir.
Söz konusu tarihselliği Türkiye özelinde tanımlayan kritik özellik ise kapitalizmin meşruiyetinin hiç olmadığı kadar din üzerinden yeniden üretiliyor olmasıdır. Bu noktada daha önce vurgulanan dil sorunu kendini gösterecektir. Sosyalistlerin kendilerini mümkün en geniş kitleye anlatabilmesinin koşulu, mayası muhafazakarlık olan bu kitlenin diline en azından aşina olmasından geçmektedir. Bu, elbette yaşanılan koşullarda sosyalistlerin tek başına altından kalkabilecekleri bir durum değildir. Bu anlamda konjonktürel ve pragmatik bir ilişki olarak yeni gelişmelere, en geniş kitlenin gündelik hayatının sorunlarına cevap üretmek için bir mutabakat yeni bir hareketlenmenin oluşmasına da yardım edecektir. Mevcut tarihsel koşullar, böyle bir gelişme için gerekli ve olumlu bir atmosfere sahip görünmektedir. Burada bütün sosyalist hareketlerin gündeminde olan ancak hak ettiği yeri hala bulmak için mücadele eden feminist hareketlerle de olan ilişkisini pozitif ayrımcılık temelinde kurmaya çaba göstermek olacaktır.
Yaşanan süreçteki ve en kritik olan ise genel olarak sosyalist hareket ve partilerin gizli ya da açık beraber davranmalarını engelleyen, kendi içindeki ‘iktidarını’ kaybetmeye dair bilinçaltı korkularıdır. Kaybetmeyi göze almak korkuyu yenip yenememekle doğrudan ilgilidir. Böyle bir karar vermek bir dizi farklı dinamiği de harekete geçirecektir. Örneğin, Türkiye’de böyle bir iradenin oluşması mümkün en geniş sosyalist çevrenin kendi varlığını feda etmeden, Kürt hareketiyle beraber davranabilme kabiliyetini gösterebilmesini mümkün kılacak bir zemin hazırlanmasını mümkün kılacaktır ve bu durum tarihsel bir gereklilik olarak mümkün en geniş sosyalist muhalefetin önünde durmaktadır. Bu konjonktürde söz konusu gerekliliğe uygun davranıldığında sosyalist bir cephe için de bir zemin hazırlanabilecektir.
Her gerçeklik öncelikle asli anlamını kendi tarihselliğinde bulur. Zaman ve mekâna göre biçimlenen her bir tarihsellikten biri, bugün karşımızda daha önce tartışılmaya çalışılan dil ve beraber davranma kültürünün hayata geçirilmesinin koşullarının yaratılmasının gerekliliğini bir görev olarak önümüze koymaktadır.
Mehmet Türkay
Prof.Dr., Marmara Üniversitesi,
İktisat Fakültesi