Yıllardır öğrenci hareketinin ve ilerici akademisyenlerin bolca söz ettiği ve Türkiye’de de altyapısı hazırlanmaya çalışılan Bologna Sürecine ilk tepkiler gelmeye başladı. Aslında Türkiye’deki gençlik hareketinin üniversitelerde dönüşüm üzerine yaptığı tartışmalar 10 yıllık bir sürecin ve 1999’da koyulan hedeflerin hayata geçirilmeye çalışılmasından kaynaklanıyordu. Evet, 1999 yılında İtalya’nın kuzeyinde küçük ve tarihi şehir Bologna’da toplanan eğitim ve […]
Yıllardır öğrenci hareketinin ve ilerici akademisyenlerin bolca söz ettiği ve Türkiye’de de altyapısı hazırlanmaya çalışılan Bologna Sürecine ilk tepkiler gelmeye başladı. Aslında Türkiye’deki gençlik hareketinin üniversitelerde dönüşüm üzerine yaptığı tartışmalar 10 yıllık bir sürecin ve 1999’da koyulan hedeflerin hayata geçirilmeye çalışılmasından kaynaklanıyordu. Evet, 1999 yılında İtalya’nın kuzeyinde küçük ve tarihi şehir Bologna’da toplanan eğitim ve bilim bakanları, yıllarca sürecek bir süreç başlattılar. Koydukları hedefleri 2010 yılına kadar hayata geçirmeyi hedeflediler. Ancak gerek kendi beceriksizlikleri gerek üniversite muhalefetinin etkisiyle sürecin yarısını dahi tamamlamakta güçlük çekiyorlar.
Sürecin satır aralarını okuyacak olursak tehlikenin farkına varabiliriz. Çünkü Bologna Bildirgesini okuduğumuzda süslü sözler ve Avrupa’nın ‘fevkalade’ kültürünün övülmesinden başka pek bir şeye rastlamayacaksınız ve bu bildirgenin tamamen bir kandırmaca olduğunu göreceksiniz. Örnek vermek gerekirse üniversitenin özerk yapısının korunmasına ilişkin vurgunun yapıldığı ve üniversitelerinin geleceğinin planlandığı ilk Bologna toplantısında üniversite bileşenlerinden hiçbirinin bulunmaması dikkat çekicidir.
Sürece dahil olan gerek yerel gerek uluslararası kurum ve kuruluşlara baktığımız da iş biraz daha ilginçleşiyor. Biraz önce söylediğimiz ‘kandırmaca’ kelimesi burada anlamını buluyor. Çünkü bu sürecin önemli kurumları arasında OECD, BUSINESS-EUROPE gibi kurumlar göze çarpmaktadır. Bu kurumlar sürece ilişkin düzenli rapor yayınlamaktadırlar. Bu raporların sürece nasıl yön verdiği basit bir incelemeyle dahi anlaşılabilir. Sermayenin süreçteki yerine örnek olarak BİG (Bologna İzleme Grubu) içersinde OECD’nin bulunması verilebilir. BİG için, sürecin 2 yılda bir yapılan Bakanlar Konferansı’ndan sonraki en önemli kurumu diyebiliriz. Hatta bu süreci tüm Avrupa’da yürüten, yayılmasını sağlayan ve (ulusal düzeyde ne durumda olduğunu) inceleyen kurumdur. Bu anlamda OECD gibi sermaye yanlısı kurumların böyle bir kurumda bulunması bırakın özerk üniversite kavramını yok etmeyi veya yükseköğretimin piyasalaştırılmasını, doğrudan doğruya “üniversitenin ölümüdür”.
Bologna Sürecinin Türkiye’deki aktörlerine kısa bir bakış
TÜSİAD, TOBB, ulusal ajanslar, strateji kurulları, Bologna İzleme Grubu (BİG), Uzmanlar Takımı, Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Birimi, Öğrenci Birlikleri gibi kurum ve kuruluşlar Bologna Süreci’nin Türkiye ayağını götürüyor. Bahsedilen Öğrenci Birlikleri’nin hiçbir işlevi ve söz hakkı yok. Ancak burada asıl olarak bizim eğilmemiz gereken burjuvazinin mabedi TÜSİAD. TÜSİAD bu sürecin organizasyon işini sırtlanmış gibi görünüyor. YÖK ile BİG arasında yapılan toplantıların çoğu TÜSİAD organizatörlüğü ile gerçekleşiyor. TÜSİAD sürece doğrudan müdahale edebiliyor (2000 yılından itibaren yayınladığı raporlar ile yükseköğrenimin geleceğinin piyasacı bir şekilde belirlenmesinin ideolojik öncülüğünü yapmaktadır).
Özel olarak bir rapor üzerine eğilmek istiyorum.
13 Ocak 2012 günü çiçeği burnunda YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya’yı bir TÜSİAD heyeti ziyaret etti. Çetinsaya’ya yapılan ziyaret tabii ki basit bir tebrik ziyareti değildi. TÜSİAD heyetine başkanlık edenin Ümit Boyner olması dahi bu ziyaretin önemini ifade ediyordu. Heyet “Yükseköğretim Reformunda Öncelikler Hakkında, TÜSİAD Görüş ve Öneriler” başlıklı bir raporu Çetinsaya’ya sundu. Rapor TÜSİAD’ın yükseköğretime yönelik görüşlerini daha doğrusu talimatlarını içeriyordu. Okuduğumuzda dilinin ne kadar özenli seçildiğini göreceğiz.
Bu raporda görüş ve öneriler temel beş başlık altında toplanıyor.
1) Kurumsal Özerklik ve Hesap Verebilirlik
2) Çeşitlilik
3) Araştırma, Üniversite-Sanayi İşbirliği ve Rekabet
4) Mali Esneklik ve Çok Kaynaklı Gelir Yapısı
5) Kalite Güvence Sistemleri, Dış Değerlendirme ve Akreditasyon
Genel olarak raporun içeriğinde daha önce de bahsettiğimiz gibi kulağa çok hoş gelen “özerklik”, “YÖK’ün yetkilerinin kısıtlanması”, “üniversite yönetiminde paydaşlarında bulunması” gibi öneriler yer alıyor.
‘Her bir üniversitenin bütçesini kendi vizyonu ile belirleme, bu vizyon ile kendi mülklerini işletme’ önerisiyle özerklik kavramının içi boşaltılırken “mali özerklik” kavramı ile sermayenin üniversitelere nüfuz etmesi amaçlanıyor. TÜSİAD’ın “özerklik” kavramı altında, akademik personelin işe alınması, işten çıkarılması ve konumunun yükseltilmesinin inisiyatifinin üniversite yönetiminde olması da öneriler arasında yer almaktadır. Üniversite yönetimini ise üniversite bileşenlerinin seçmediği günümüz toplumunda kadrolaşmanın yeni biçiminin özerklik adı altında bu şekilde belirleneceği açıktır.
1982 Anayasasında yükseköğretim ile ilgili 2547 sayılı yasayı eleştiren TÜSİAD, bu yasanın “bilgi ekonomisi” olarak nitelendirdikleri eğitim alanının dönüşümünün gerisinde kaldığını belirtmiştir. Bilgi ekonomisinin yaratılmasında üniversitelerin rollerinin değiştiği ve buna uygun yasal düzenlemelerin yapılması gerekliliği vurgulanmıştır. Bu yolla gelişmiş bir bilgi ekonomisi yaratılarak eğitimin paralılaştırılmasının önünün açılması hedeflenmiştir.
Üniversite-sanayi işbirliği, kalite güvence sistemleri, dış değerlendirme, çok kaynaklı gelir yapısı ve rekabet gibi başlıklar altında ise sermayenin üniversiteye doğrudan müdahalesinin önü açılması amaçlanmıştır. Bu başlıklar altında son dönemlerde yaşanan sanayi işbirliği programlarının hızlandırılması ve çeşitlendirilmesi, doğrudan iş dünyasının müdahalesinin üniversite içerisine yayılması amaçlanmıştır. Kalite güvencesi ve tanınırlık kavramlarının içine sermayeyi de sokmanın hedeflendiği raporda, üniversitelerin sermaye için bilgi üretimi doğrultusunda kalitesini arttırması gerekliliği satır aralarına güzel bir şekilde yedirilmiş.
Peki neden burjuvazi yükseköğretimle bu kadar uğraşıyor?
Bologna Süreci genel bir dönüşümü ifade ediyor ancak asıl sorulması gereken soru “sermaye neden eğitimle bu kadar ilgileniyor”.
Eğitim karlı bir hizmet sektörü olarak görülmektedir. Son dönem de sayıları yükselen vakıf üniversiteleri bunu göstermektedir. Yükseköğretimin artık iş bulma ve sosyal statüyü koruma gibi vasıflara yaraması ile çok fazla talep gören bir hizmet olması buraya yatırım yapmanın karlı bir iş olduğunu göstermektedir. Piyasacı eğitim anlayışının süreklileştirilmesi de yatırım yapan burjuvaziye defalarca kez geri dönen kar demektir. Yaşamboyu eğitim adı altında bu iş meşrulaştırılmaktadır.
Yükseköğretim bir sektör olarak güç demektir. Bu nedenle piyasa ile uyumlulaştırılması gerekmektedir. Rekabeti teşvik eden yönü ile piyasaya uyumlu eleman yetiştirmelidir. Burjuvaziye göre teknik bölümler ile AR&GE hizmeti sağlanarak sermayenin sırtındaki yük indirilmelidir. Bu sayede halk yararına bilim üreten üniversite ortadan kalkmaktadır. Ancak sermayenin isteğine uygun bir şekilde üniversite artık bilim değil sermayenin kullanıp pazarlayabileceği metaların geliştirilmesine yarar sağlayan binalardan ibaret olacaktır.
Burada çok önemli noktalardan bir tanesi ise ideolojik bir yozlaşma yaratılmasıdır. Üniversite bahsettiğimiz gibi güç demektir. Üniversite bilgi üretir. Bu bilginin kimlerin elinde olacağı ise önemlidir. Sermaye bu bilgi ile politik bir hegemonya kurmayı ama