İçinde bulunduğumuz coğrafyada sular iyice ısındı artık. Kimin hesabına olduğunu bilmediğimiz, hepimizi yakabilecek büyüklükte bir ateşle oynuyoruz. Yabancı uyruklu eli silahlı grupların ve dünya ülkelerinin ajanlarının cirit attığı bir ülke konumuna geldik ne yazık ki. Belki de bunların en fazla cirit attığı bölgede, Hatay’da yaşadığımızdan etrafa yayılan pis kokuları ve yakılan ateşin alevini daha fazla […]
İçinde bulunduğumuz coğrafyada sular iyice ısındı artık. Kimin hesabına olduğunu bilmediğimiz, hepimizi yakabilecek büyüklükte bir ateşle oynuyoruz. Yabancı uyruklu eli silahlı grupların ve dünya ülkelerinin ajanlarının cirit attığı bir ülke konumuna geldik ne yazık ki. Belki de bunların en fazla cirit attığı bölgede, Hatay’da yaşadığımızdan etrafa yayılan pis kokuları ve yakılan ateşin alevini daha fazla hissediyoruz. Ve daha fazla tedirgin oluyoruz. Bütün bu yaşananlar Suriye’nin “katil rejim”iyle açıklanacak ve hoş görülecek kadar basit değildir. Öncelikle şu bilinmeli ki biz “katil rejim savar” falan değiliz. “Katil rejimleri” savmak adına bizi böylesine bir ateş çemberinin içine atmaya da kimsenin hakkının olduğuna inanmıyoruz biz. Tehlikeli sularda yüzen AKP’nin bu politikalarından Hatay’da yaşayan halklar ve özellikle Aleviler tedirgin. Suriye’ye olası bir savaşta “katil, sapkın, cani” gösterilen Nusayrilere kendi ülkelerinde ve topraklarında bile onlara yaşama hakkı tanınmayacağını düşünüyor ve ciddi anlamda tedirgin olmaktadırlar.
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ve AKP’nin Emperyal İslam’a dayalı Neo-Osmanlıcılık hayali uğuruna insanların yaşama hayallerini ellerinden alınmasına ses çıkarmak zorundayız. Savaşa sokulmaya çalışılan bir halk olarak çıkardığımız sesler ne yazık ki çok cılız ve çok yetersiz. Çok geç olmadan vakit AKP’nin bu yayılmacı politikalarına, işgale, kana ve savaşa karşı sesimizi yükseltmek zorundayız. Zira bombaların sesinin yankılandığı bir zamanda çıkaracağımız sesin bir anlamının olmayacağı kesin. Çünkü bombaların dile geldiği bir zamanda insanın ve insanlığın sesini pek duyan olmaz. Bütün coğrafyayı ve o coğrafyada yaşayan tüm insanları ilgilendiren böylesine önemli bir konuda nötr olmak ya da görüş bildirmekten, ses çıkarmaktan uzak durmak akacak olası kandan sorumlu olmak anlamına da gelecektir. Titreyip kendimize gelmeli oynanan oyunun vahametinin farkına varmalıyız kısacası.
Kendi topraklarını eli silahlı gruplara açtığı, silah ve para yardımında bulunduğu, onları eğittiği bütün çıplaklığıyla ortadayken; bir de savaş uçağını o ülkenin sınırlarına uçurmak ve söz konusu ülkenin bunu hoş görmesini beklemek akıl karı olmasa gerek. Söz konusu uçak düşürülünce de “milli gurura”, “milli onura” sarılıp bütün halkları “savaş çığırtkanları korosuna” katmaya çalışmak tasvip edilecek bir politika hiç değildir. Hiçbir ülkenin başka bir ülkenin “milli onurunu” zedelemeye hakkının olmadığı aşikârdır. Lakin kendi milli onurumuza verdiğimiz değeri başka ülkelerinin de milli onuruna vermekle de mükellef olduğumuzu bir an bile aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Hükümet savaş tamtamlarını çalmak yerine öncelikle o uçağın orada ne işi olduğunu kamuoyuna gerçek anlamda açıklamak durumundadır.
Davutoğlu’nun yapmış olduğu açıklamalar kamuoyunu tatmin etmekten oldukça uzaktır. Olay patlak verir vermez devlet erkânı toplantı üstüne toplantı yapmış ve süreç hakkında Başkumandan konumundaki Cumhurbaşkanlığı şüphe yok ki bilgilendirilmiştir. “Uçağın orada işi ne?”şeklindeki ısrarlı sorulara karşı Cumhurbaşkanının açık bir şekilde “test ve eğitim uçuşu yapıyordu” demeyip, “Efendim, hızdan dolayı sınırı ihlal etmiş olabilir” şeklinde genel geçer cevap vermesi; hükümete yakın bir gazetede askeri kaynaklara dayandırdığı haberinde “söz konusu uçağın İsrail’e karşı istihbarat çalışması yaptığının açıklanması”, ondan sonra aradan geçen 48 saatten sonra ancak Davutoğlu’nun “uçağımız test ve eğitim uçuşu yapıyordu” diye bir açıklamada bulunması var olan soru işaretlerini gidermek yerine bambaşka soruları da beraberinde getirmiştir. Bunu dillendirmekteki amacımız uçak düşürmenin haklılığını ya da haksızlığını ortaya koymak değildir elbette. Amacımız güdülen politikaların, oynanan oyunların çok tehlikeli bir boyuta geldiğini bir kez daha gözler önüne sermektir.
Gerek ABD’nin gerekse de genel olarak Batı’nın Suriye’de yakılan ateşi Türkiye’nin sırtına yüklemeye çalıştığı bir gerçektir. Ve korkarız ki adım adım ona doğru sürükleniyoruz. AKP Suriye’de patlak veren olaylarla ilgili başta yaptığı hatayı hata yaparak bertaraf etmeye çalışmaktadır. Lakin her hatalı çırpınış bizi bataklığın dibine sürüklemekten başka bir işe yaramamaktadır. AKP, Suriye konusunda sıkışmış durumdadır. Bir yanda hiç hesaba katmadığı ve karşısına dikilen Rusya, İran ve Çin’in direnci; öte yandan başta onun sırtını sıvazlayan ABD ve Batı’nın isteksizliği kaynayan bir coğrafyada onu yapayalnız bırakmıştır. Üstüne üstlük ilişkilerin İran’la, Irak’la, Rusya’yla ve Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan gerçek kapısı konumundaki Suriye’yle ilişkilerini bozması ülkemize ekonomik anlamda da büyük darbeler vurmuştur. Bugün çiftçimizin ürünü, ihraç edilemediğinden dolayı, elde kalmıştır. Karayolu taşımacılığı bitme noktasına gelmiştir. Sınır bölgelerdeki eski hareketlilikten bir eser kalmamıştır.
İşsizliğin ve cari açığın had safhada olduğu bir zamanda bu durumun ve bu durgunluğun ülkemizin ve AKP’nin hayrına olmadığı aşikârdır. Suriye’deki rejim ülkemizdeki seçimlere kadar değişmez ise bu yanlış politikaların bedelini AKP’nin ağır ödeyeceğini söylemek için kâhin olmak gerekmiyor. İşte tam da bunun içindir ki AKP, Suriye’deki rejimin değişmesi ve Beşşar Esad’ın düşürülmesi için yoğun bir emek ve zaman harcamaktadır. Lakin hâlihazırda bile yurttaşlarının çoğunluğu tarafından desteklenen ve başta Rusya olmak üzere, Çin, İran ve Lübnan (Hizbullah) tarafından korunan Beşşar Esad’ın düşürülmesi o kadar kolay olmasa gerek. Kolay olsaydı şayet daha önce on beş gün, altı ay gibi ömürler biçilen Beşşar Esad, bütün olumsuzluklara rağmen bugüne kadar başta kalmayı sürdüremezdi.
Lafın kısası bu sıkışlık ve telaş AKP’yi yanlış üstüne yanlış yapmaya itmektedir. Yapılan yanlışlara dur demek ve savaş karşıtı bir tutum alarak sesimizi yükseltmek bugün için çok daha büyük bir önem arz etmektedir. Yakılan ve hızla bize doğru gelen bu ateş ülkemizin paçalarını sarmadan onu soğutmak, ülkemizi ondan uzak tutmak bu ülkede yaşayan her bireyin, her yurttaşın, her çevrenin üstlenmesi gereken bir görevdir. Unutulmaması gereken şu ki aslında parmaklarımızla söndürebildiğimiz bir kibrit çöpüdür dev yangınları çıkaran. Coğrafyamızda yakılan bu kibrit çöpünü el ele vererek bugün söndüremez isek büyük bir ateş çemberinin içinde kalmaktan kurtulamayacağız; korkarım ki hem de cümlemiz.