Tek başına bir anlam ifade etmeyen “yetkiyi” kaybeden KESK şimdi “taleplerimiz kabul edilmezse bir günlük grev yaparız” diyerek iktidara mesaj göndermektedir. Doğrusunu söylemek gerekirse bir sendikal strateji üzerine oturmayan ve emekçilerin süreçte söz, yetki ve karar sahibi olamadığı bu tarz başarısızlığa mahkumdur Kamu emekçilerinin mücadelesi fiili, meşru, kitlesel ve militan mücadele ruhunu 4688 sayılı yasanın […]
Tek başına bir anlam ifade etmeyen “yetkiyi” kaybeden KESK şimdi “taleplerimiz kabul edilmezse bir günlük grev yaparız” diyerek iktidara mesaj göndermektedir. Doğrusunu söylemek gerekirse bir sendikal strateji üzerine oturmayan ve emekçilerin süreçte söz, yetki ve karar sahibi olamadığı bu tarz başarısızlığa mahkumdur
Kamu emekçilerinin mücadelesi fiili, meşru, kitlesel ve militan mücadele ruhunu 4688 sayılı yasanın çıkışıyla kaybetmişti. O tarihte kimi çevreler sendika hakkının yasallaşmasını bir kazanım olarak gördüğü için bir yandan “sahte sendika yasasına hayır” derken, diğer yandan da o sahte sendika yasasına hızla ve kolayca uyum sağlamaktan geri durmadılar. Çoğunluk sendikası olarak masaya oturup sonradan çekildiler, “yetkiyi” kaybedince de masayı meşru görmediler, masaya oturmamayı önerdiler.
Bu yasalcı ve masalcı oyun sürecinde yüz binlerce kamu emekçisi ise fiili ve meşru mücadeleyle kazanılan hakların korunması ve geliştirilmesinde yasalcılığı esas yol olarak görmeye alıştı/alıştırıldı. Oysa işveren devlet başından itibaren kamu emekçilerinin sendikal haklarını tanımadı ve önüne bin bir türlü engel çıkardı. Yani işveren devlet demokratik hakların kullanılmasına ve örgütlü mücadeleye karşı hiçbir zaman “hoşgörülü ve demokratça” davranmadı. 1990’lı yıllarda sendikal haklar mücadelesine atılmış binlerce kamu emekçisi bunu çok iyi bilir. Gün geldi devran döndü. Devletin memurları “Biz artık devlet memuru değil işçiyiz!” deyince kıyamet orada koptu. İşçi olduğunu dünya aleme ilan eden kamu emekçileri her türlü engele ve baskıya rağmen örgütlü mücadeleyle işçi sınıfının bir parçası olduğunu kabul ettirerek sendikalı oldular. O zamana kadar devrimci ve sosyalist kamu emekçilerinin önderlik ettiği sendikal mücadele karşısında devletten yana saf tutan milliyetçi ve muhafazakar kadrolar sendikal mücadeleyi karalamak ve meşruiyetine gölge düşürmek için “tetikçilik” görevini amir ve müdür koltuklarında oturarak büyük bir coşku ve sadakatle yerine getirmişlerdi. O kapıkullarına göre kamu emekçileri sendika kuramazdı. Sendika hakkını kullanmak için devletin icazeti ve yasal düzenlemesi gerekirdi.
İktidarın, Türk Kamu-Sen ve Memur-Sen adlı yan kuruluşları
Ancak her geçen gün mücadele ile büyüyen sendikalar karşısında öne sürülen yalan yanlış gerekçeler ve karalamalar etkili olmayınca bu kapıkulu zevat devlet tarafından görevlendirildi. Dünün amirleri, müdürleri, genel müdürleri verilen görev gereği işe soyunup adı sendika olan kuruluşlar oluşturarak yeni dönemin “sendikacıları” oldular. Yani işveren devlet yok edemediği sendikal mücadeleyi içerden kuşatarak “ıslah etme” yolunu denedi. Türk Kamu-Sen ve Memur-Sen adıyla kurulan bu devlet sendikaları kimi zaman milliyetçi iktidarların uzantısı olarak faaliyet sürdürürken; son on yılda da neoliberal gericiliğin iktidarı olan AKP hükümetlerinin birer yan kuruluşu olarak çalıştılar. Kendilerini kamu emekçilerinin sendikal yapıları olarak ortaya koyan bu gerici-milliyetçi yapılar, zorlu mücadeleler içinde ve bedeller ödeyerek yaratılan ve KESK’i çeşitli iftiralarla karalayarak itibarsızlaştırmaya çalışırken, devlete yaslanıp sendikal mücadelenin önünü kesmeyi denediler.
Tek sorumlu devlet mi?
Özellikle AKP iktidarının kollarında büyüyen Memur-Sen ve geçmiş dönemin milliyetçi iktidarlarına yaslanarak var olmaya çalışan Türk Kamu-Sen gibi sendikalar hızla üye artışı ile büyürken yaşanan süreçte KESK bu yapılar karşısında küçülüp yetkisiz bir konfederasyon haline geldi. Elbette devletin ve siyasal iktidarların bu durumun ortaya çıkmasında payı büyüktür. Ancak KESK’in küçülerek üçüncü sıraya gerilemesinin tek sorumlusu olarak işveren devlet ve onlarla bağımlı ilişkiye giren sendikalar olduğunu söylemek doğru ve objektif bir değerlendirme olmaz. Çubuğu öncelikle içeriye bükmek ve ona göre bir değerlendirme yapmak sendikal hak ve özgürlükler mücadelesinin geleceği açısından yaşamsal bir öneme sahiptir. “Top yamuktu”, “saha çamurdu” ya da “hakem taraf tuttu ” diyerek gerçeklerin üstü örtülemiyor. Sözü dolandırmadan söylemek gerekirse tüm dışsal nedenleri kabul etmekle birlikte olumsuzlukların esas sorumluları bürokratik-geleneksel sendikacılığı kendilerine rehber edinmiş olan KESK ve ona bağlı sendikaların yöneticileridir. Kapitalist sistemde sermaye iktidarları ve işbirlikçi sendikalar her zaman olacaktır ve onların varlık nedeni daha çok sömürü için emeğin mücadelesinin önüne geçmektir. Emeğin gerçek savunucuları, sosyalist ve devrimci işçiler, sendika yöneticileri bu gerçeği bilir ve bunları bilerek mücadeleyi sürdürür.
Bütün cephesel saldırılara ve devlet zoruna rağmen ortaya konulan fiili meşru mücadele esasına dayalı sendikal hareketin özellikle 4688 sayılı yasanın çıkışıyla rayından çıktığını söylemek yanlış olmasa gerek. O dönemde sendikal harekete önderlik eden anlayışlar kendini var eden çizgiyi geliştirmek ve büyütmek yerine var olan geleneksel- bürokratik sendikal anlayışın düşünce ve davranış kalıplarıyla sendikacılık yapmayı tercih etmişlerdir.
1990’larda bir umut olarak doğan kamu emekçileri sendikal hareketine uzunca bir zamandır (özellikle 4688 sayılı yasanın çıkışıyla birlikte) egemen olan bürokratik geleneksel sendikal zihniyetin iflası bugün çırılçıplak görülmektedir. Demokratik hak ve özgürlükler konusunda her türlü baskı, sindirme ve yasağa rağmen ağır bedeller ödeyerek mücadele ederken tüm emek ve demokrasi güçlerinin onur duyduğu bir mücadele çizgisini kendisine rehber edinen KESK’in bir emek örgütü olarak emeğe ve emekçilere yapılan saldırılar karşısında aynı olumlu ve dinamik duruşu sergilediğini söyleyemeyiz. KESK emeğe yönelik stratejik saldırılar karşısında eli kolu bağlı iradesiz bir tutum almıştır. Zaman zaman yapılan protesto biçimli eylemler ve iyi hazırlanmayan, sonuçları da değerlendirilmeyen bir günlük grevler bu durumu değiştirmez. KESK’in bu durumda olmasının bir dizi nedeni vardır elbette. Ancak en önemli neden bir emek örgütü olarak canlı, tutarlı ve yenileyici bir sendikal stratejiden yoksunluğudur.
Seyircilik pozisyonu, etkisiz grev kararları
Yıllarca “yüzdelik zamlar değil toplu sözleşme” diye alanlara çıkan KESK üyeleri, ortaya atılan sözde toplu sözleşme düzeninin dışında kalmış ve süreci izler olmuştur. Tam da işyerlerinde yoğun bir çalışma yapılması, hükümetin alay edercesine ortaya koyduğu komik ücret artışları karşısında yaygın ve kitlesel mücedelenin ön hazırlığının yapılması gerekirken KESK yöneticileri merkezden süreci izleyip, görüşmelerin sonucuna göre yukarıdan kararlarla yine etkili olmayan grev kararları alacakmış gibi görünmektedir. Yani KESK ve bağlı sendikaların yöneticileri sendikal hareketin etkisizleşmesinin ve küçülmesinin önüne geçemeyen “protesto” görüntülü eylem kararları almaktan vazgeçmiyorlar. Oysa bu merkeziyetçi ve geleneksel tarz nedeniyle bugünlere gelindiği görülmelidir. Bugün görev dönemin ve sürecin ihtiyaçlarına yanıt olacak yeni, etkili mücadele ve örgütlenme programları oluşturmaktır.
Tek başına hiçbir zaman bir anlam ifade etmeyen “yetkiyi” kaybeden KESK şimdi “taleplerimiz kabul edilmezse bir günlük grev yaparız” diyerek iktidara mesaj göndermektedir. Doğrusunu söylemek gerekirse bir sendikal strateji üzerine oturmayan ve emekçilerin süreçte söz, yetki ve karar sahibi olamadığı bu tarz başarısızlığa mahkumdur. Gerçek bir “hak mücadelesi” zih
niyetiyle yürütülmeyen sendikal mücadele, duyarlı üyelerin anlık ve dönemsel tepkilerinin ortaya konmasından başka bir sonuç yaratmamaktadır. Amacı iyi açıklanamamış olan ve yeterli işyeri çalışmalarına dayanmayan, iyi örgütlenmemiş “telefon çağrıları” esasına dayanan bir günlük “iş bırakmalar” ya da “grevler” sendikaları başarıya götürmek bir yana üyelerinden kopuk, aktivistlerin tamamının bile sahiplenmediği bir sürece sokmuştur.
Memur- Sen’in iktidarla işbirliği içinde olduğu ve Türk Kamu-Sen’in de yaslandığı ırkçı-milliyetçi siyasal çevrenin dürtüsüyle sahne aldığı toplu sözleşme adlı oyundan KESK çekilmeli ve işyerlerinde alanlarda ortaya koyacağı sürekliliği olan, hedefleri iyi belirlenmiş fiili, meşru ve kitlesel eylem çizgisiyle bu ortaoyununu bozmalıdır. Ardı ardına gelen zamlar ve hak kayıplarıyla yaşamını sürdürmekte zorlanan kamu emekçilerinin AKP’nin ileri sürdüğü yüzde 3 ya da yüzde 4 gibi sözde zam teklifleri karşısında öfkeleri hızla kabarmaktadır. KESK ve bağlı sendikaların yöneticileri hükümetten gelecek yeni teklifleri beklemek yerine kamu emekçilerinin kabaran bu öfkesini meşru ve kitlesel bir direnişe döndürmenin hazırlıklarını yapmalıdır.
KESK’in sorumluluğu
Görüleceği gibi bugün AKP’nin neoliberal saldırı programı ile başta eğitim ve sağlık olmak üzere tüm kamusal alanın piyasaya açılması geniş emekçi yığınlarının tepkisini çekmektedir. İşsizlik, işten atılmalar, taşeron sistemi gibi yaygın sorunlar güçlü ve etkili bir emek hareketinin ayağa kalkmasının objektif koşullarını yeterince olgunlaştırmıştır. Bu süreçte toplumsal muhalefetin ve emek hareketinin en dinamik kesimini bağrında taşıyan KESK’e tarihsel bir sorumluluk da düşmektedir. KESK ve bağlı sendikaların yöneticileri ile öncüleri, hak ve özgürlüklerin sözde toplu sözleşme masalarında değil; Emek ve Demokrasi güçlerinin ortaya koyacağı birleşik, kitlesel mücadele ile kazanılacağını görmeli ve ona uygun davranmalıdır. Düşük ücret, işsizlik, işten atılmalar, güvencesizlik vb. sorunlar yalnız kamu emekçilerinin değil tüm emekçilerin ortak ve yakıcı sorunlarıdır. Bu nedenle kesimsel sorunlara yoğunlaşmak yerine zaman kaybetmeden tüm ilerici emek örgütleriyle de buluşarak ülke sathında yaşama geçirilecek bir emek ve demokrasi programının oluşturulmasına çalışmak gerekir. 1 Mayıs’ta alanlara çıkan emekçiler böyle bir genel direnişe ve mücadeleye hazır bir potansiyel ortaya koymuşlardır. Sorun bu kitlesel taleplere önderlik edecek bir iradenin ortaya konması ve bir mücadele programının oluşturulmasıdır. Unutulmamalıdır ki AKP’nin kamu emekçileri için öngördüğü sözde zamlar; taşeronlaştırmaya, güvencesizleştirmeye, işten atmalara, kent yağmasına, HES’lere, doğanın talanına, tarımın yok edilmesine dönük neoliberal bir statejik saldırı planının parçasıdır.
Bütün bunlar dikkate alındığında KESK ve bağlı sendikalara yakışan, Memur-Sen ve Türk Kamu- Sen ile hükümet arasında oynanan oyundan çekilmek, bir emek örgütü olarak emek hareketinin ortak mücadelesinin yaratılmasına çalışmaktır. Her şeye rağmen KESK emek hareketi ve demokrasi mücadelesi için bir umudu temsil etmektedir. Bu mücadelede görev alan her bir birey, grup, çevre ve inisiyatif bu ağır sorumluluğun gereğini yerine getirmelidir. Ortada örgütlü ve etkili bir mücadele olmayınca ya da mücadele zayıf olunca bir zamanlar dillerden düşürmediğimiz “Yüzdelik zamlar değil , toplu sözleşme” şiarı da anlamını yitirmektedir.
* İsmet Aktaş
Eski Eğit-Sen Genel Başkanı