Tayyip’in kadınlara olan ilgisi, daha doğrusu kadın bedenine olan ilgisi sürüyor. Yıllardır doğurmalarına takmıştı, neden üçten az doğuruyorlar diye. Her fırsatta üç çocuk istiyordu, son zamanlarda bu sayıyı da az bulmuş beşe çıkarmıştı. Bu da yetmemiş olacak ki şimdi de “kürtaj”a ve “sezaryen”e taktı; sezaryenle doğuma karşıymış, kürtajı da cinayet olarak görüyormuş. (Referandumda kadınlardan “evet […]
Tayyip’in kadınlara olan ilgisi, daha doğrusu kadın bedenine olan ilgisi sürüyor. Yıllardır doğurmalarına takmıştı, neden üçten az doğuruyorlar diye. Her fırsatta üç çocuk istiyordu, son zamanlarda bu sayıyı da az bulmuş beşe çıkarmıştı. Bu da yetmemiş olacak ki şimdi de “kürtaj”a ve “sezaryen”e taktı; sezaryenle doğuma karşıymış, kürtajı da cinayet olarak görüyormuş. (Referandumda kadınlardan “evet oyu” isterken “pozitif ayrımcılık” yapacağını vaat ediyordu ya.) Bu “saplantı”nın nedeni nedir? Bunun iki temel nedeni, bir de güncel siyasi nedeni var!
Tarih boyunca erkek egemenliğinin tahakküm nesnesi kadın bedeni olmuştur. Kadınlarla erkeklerin eşit olmadığına inanan, bunu her fırsatta dile getiren Tayyip Erdoğan ve şürekası, iktidarlarını sürdürmenin en temel yolunun, “kadın” üzerindeki egemenliklerini sürdürmekten geçtiğini, tarihten ve dinden öğrenmiş durumdadırlar. (En iyi öğrenenlerden biri olan Melih Gökçek, twitter’da tartıştığı bir kadına özel mesaj yoluyla; “sen çok mu kürtaj yaptırdın? Bu kadar bağırmanın nedeni bu mu?” diyerek, iyi bir şüreka olduğunu kanıtlamaya devam ediyor.)
İkinci temel neden ise kapitalist sistemin ihtiyaçlarıdır. Bu ihtiyaçlara uygun olarak oluşturulan nüfus politikaları, ataerkil prensipler uyarınca kadın bedeni üzerinden, kadın cinselliği ve doğurganlığı denetlenerek sürdürülür. AKP’nin uyguladığı yeni dönem liberal politikalar; kadınları aile içinde ikincil konuma hapsetmeyi, sermayeye ucuz, güvencesiz işgücü oluşturmayı, boğaz tokluğuna çalışacak milyonlarca işsiz yaratmayı amaçlamaktadır. Bu milyonlarca işsiz aynı zamanda istenildiğinde savaşa sürülecek işsizler ordusudur. Ülkemizde doğum oranının AB ortalamasının 2 katına yakın olması (binde 17,5), yine ülkemizin nüfusu en hızlı artan (binde 11,2) ülke olması Tayyip için yeterli değil. AKP’nin bu amacının tüm politikalarıyla nasıl bir uyum içinde olduğunu görebilmek için “eğitim alanında yaptıklarına ve yapacaklarına” da bakmak yeterli olur. Bu işsizler ordusunun iyi bir eğitime ihtiyacı olmayacağı, eğitim sistemindeki değişikliklerle ortaya konmuştur. (4+4+4’ün tüm olumsuzluklarının yanında sadece “sınıfta kalmanın imkansızlaştırıldığı”, sınıf geçmenin neredeyse “zorunlu” hale getirildiği bir sistem göz önüne alındığında bile ucuz, bilgisiz, niteliksiz insan tipinin amaçlandığı görülür.)
Tayyip’in bu açıklamalarının güncel siyasal nedeni ise ülkenin genel gündemini değiştirmekten daha ziyade AKP’nin iç gündemini belirlemektir. Uzunca bir süredir AKP’nin içinde gerek politik konularda gerek tarikat, cemaat ve insan merkezli odaklaşmalarda gerekse de rant paylaşımında bir dizi tartışma/kapışma/dalaşmanın yaşandığı ve hatta bu durumların operasyonel fiiliyatlara yol açtığı bilinmektedir. Tayyip’in bu durumlar karşısında geliştirdiği taktik de artık herkes tarafından ezberlendi. Tayyip bu durumlarda ya CHP’ye saldırıyor ya dine sarılıyor. Çünkü söz konusu AKP kitlesinin ortaklaştığı; Kürt sorunu, AB, sermaye çıkarı, işçi çıkarı vb. değil, sadece bu iki konu. (Unutmadan bir de elinin altında her zaman “darbe niyetlisi generaller” mevcut). Kısacası önümüzdeki (en azından) bir yıl içinde herhangi bir seçimin olmayacağı düşünüldüğünde Tayyip’in asıl “dert edinmesi” gereken konu kendi %50’si ve bunun içinde oluşabilecek çatlaklardır.
Diğer yüzde 50 (şimdilik) olmasa da olur! Bir takım evrensel, bilimsel gerçekler göz ardı edilebilir, çarpıtılabilir. En temel yaşam hakları yok sayılabilir. Kürtajın yasalarla kısıtlandığı ülkelerde anne-kadın ölüm oranlarının arttığı evrensel bir gerçektir. Kadınların kendi varlıklarını koruma ve özgürce sürdürme hakkının, potansiyel (henüz olgunlaşmamış) haklara göre daha üstün olması da evrensel (uluslararası hukukta tanınmış) bir gerçektir. Sezaryen sayısının artması, aile planlaması hizmetlerinin paralı hale getirilmesi ise doğrudan AKP’nin uyguladığı “sağlığı ticaretleştirme” ve “performans sistemi” politikalarının sonucudur.
Kısacası cinayet işleyen AKP’dir. Kürtajın yasal bir hak, bir seçim özgürlüğü olarak savunulması kadar, sosyal bir hak olarak savunulması da yaşamsaldır. Kadınlar devlete ya da erkeklere değil, kendilerine aittir.
Gelelim Tayyip’in “her kürtaj bir Uludere’dir” açıklamasına. Açıkça ne diyor Tayyip? Kürtajı bir cinayet olarak kabul ettiğine göre Uludere de bir cinayettir, peki bu cinayeti kim işlemiştir, yani “kürtajı” kim yapmıştır? Oradaki köylüleri bombalayan uçaklar, başka bir ülkenin uçakları olmadığına ve henüz “terörist” gruplar da savaş uçağı sahibi olmadıklarına göre bu devletin uçaklarıdır. Ve bu uçakların bombalarının siyasi sorumlusu Başbakan ve Cumhurbaşkanı, askeri sorumlusu ise Tayyip’in “benim genelkurmay başkanım” dediği şahıstır. Peki bu şahıslar herhangi bir biçimde bu cinayeti üstlenmiş midir? Hayır. Bu şahıslar herhangi bir yaptırıma tabi tutulmuş mudur? Hayır. Özür dilemişler midir? Hayır. Peki bu cinayetin (“kürtajın”) bir daha olmaması için bir yasa hazırlamışlar mıdır? O da Hayır.
Bunlara göre olay uluslararası bir komplo; olayı gündemde tutanlar PKK’nin yardakçıları; öldürülen çoğunluğu çocuk 34 kişi ise İçişleri Bakanı İdris’in deyimiyle figüran. (“Uludere’de ölenler figüran, özür dilenecek bir şey yok.”)
Roboski (Uludere) Katliamı, AKP’nin Kürt sorununu “çözme” stratejisinin bir parçasıdır, bir istisna ya da istenmeyen bir durum değildir. Bu stratejinin bir diğer parçası ise “yeni anayasa” aldatmacasıdır. AKP’nin uzlaşma görüntüsünü özellikle vermeye çalıştığı (her partiden eşit sayıda üyeyle oluşturulan komisyon) süreç, daha şimdiden çatırdamaya başladı. AKP diğerlerini uzlaşmaz tutumlarıyla suçluyor. “Ön şart olmadan gelin” diyen Tayyip, “referandumda geçen maddelere dokundurtmam” demekte. Bu sürecin nereye gideceği şimdiden belli. Her seçim dönemi “yeni anayasa” vaat ederek oy toplayan AKP, bu kez ya diğerlerini suçlayarak süreçten çekilecek ya da kendi başına yaptığı sözde “yeni anayasa”yı referanduma sunma “cüreti” gösterecek.
AKP’nin yeni anayasasının nasıl bir şey olacağını ise referandum sürecine ve referandumda sonucunda çıkan yasalara bakarak anlaşılabilir! Kadınlara pozitif ayrımcılık yasalaşacak/yasalaştı diyenler, kadın düşmanlığını kurumsallaştırdı. Kamu çalışanlarına toplu sözleşme hakkı yasalaşacak/yasalaştı diyenler, çalışanların ekonomik-sosyal haklarının gasp edilmesini kurumsallaştırdı. İşçilerin her türlü grev yasağı kalkacak/kalktı diyenler, işçilerin grev yapmasını engellemeyi yeniden yasalaştırdı. “İleri demokrasi” getirdik dedikleri bu ülkede; kendi iktidar dönemlerinde 139 faili meçhul oldu; “Dur!” ihtarına uymadığı söylenen 428 kişi öldürüldü, gözaltında ya da cezaevinde ölenlerin sayısı ise 322.
4,5 milyon kamu çalışanı ve emeklisinin zam oranı kesinleşti. AKP’nin yüzde 3,5+3,5 olarak önerdiği rakam, çoğunluğunu AKP’nin oluşturduğu Hakem Kurulu tarafından yüzde 4+4 olarak belirlendi. Artık “yapacak bir şey” YOK. Üstelik referandumda “evet” diyen kamu çalışanlarına Tayyip’in yanıtı hazırdır: “Sen neye evet dediğini bilmiyor muydun?” Onlar bilmiyordu belki; fakat “yetmez ama evetçiler” ile “boykotçular” biliyordu!
AKP, bir kazığı da tüm işçilere, özel olarak da Hava-İş sendikası üyesi işçilere attı. AKP sözde, referandumla birlikte grev hakkının önündeki tüm yasakları kaldıracağını/kaldırdığını iddia ediyordu. Havayolu çalışanl
arının toplusözleşmelerini 18 aydır çıkmaza sürükleyip, ardından da başbakanın özel talimatıyla havayollarında grevi yasaklayan özel bir düzenlemeyi bir torba yasanın içine koyarak meclise getirdi. 12 Eylül generallerinin bile cesaret edemediği havayollarına ilişkin bu özel düzenlemenin meclise gelmesi karşısında havayolu emekçilerinin haklarına sahip çıkmak için başlattığı eylem 104 uçuşun yapılmamasına neden olunca, AKP hiç vakit kaybetmeden işten çıkarma girişimlerine başladı. Emek ve emekçi düşmanlığında yapabileceklerinin sınırı yok.
Evet emek ve emekçi düşmanlığında yapacaklarının da sınırı yok! Türkiye ile AB arasında, AB ülkelerinin bloke etmediği açılabilir nitelikteki üç başlığın da “açılamayacağı” Ali Babacan tarafından beyan edildi. Bu başlıkların açılmamasının gerekçesi de “Türkiye’nin rekabet gücünü kaybetmemesi” olarak açıklandı. Bu başlıklar ne mi? “Kamu İhaleleri”, “Sosyal Politikalar ve İstihdam” ve “Rekabet”. Sadece “Sosyal Politikalar ve İstihdam” başlığının içeriğine kabaca bakmak yeterli. Ali Babacan’ın ve Türkiye’nin kaybedeceklerini anlamak için sendikal hakların AB standartları ve ilgili İLO Konvansiyonları ile uyumlu olmasının sağlanması, ayrıca iş hukuku, iş sağlığı ve güvenliği, kadın ve erkek arasında eşit muamele, ayrımcıkla mücadele, sosyal diyalog vs. … Bunları yapmamak rekabet gücünü arttırıyor. Kimin? İşçinin mi, patronun mu?
Patronlar söz konusu olduğunda Tayyip’le (Özal dışında) kimse yarışamaz; ne din kalır ne prensip. Dünyanın en tanınmış işadamları ve siyasetçilerini bir araya getiren ve her sene İsviçre’nin Davos kentinde düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu (“şişman kediler toplantısı”) zirvesi bu kez 4-6 Haziran tarihlerinde İstanbul’da yapılacak. Hani şu, Tayyip’in “one minute” dediği, “bir daha gelmem” restini çekerek ünlü gösterisini sergilediği Forum var ya işte o. Tayyip’in, kendisine söz vermediği gerekçesiyle fırçaladığı moderatör de bu kez, Kadir Topbaş ve Microsoft’un başkan yardımcısı Ali Faramawy’ye moderatörlük yapacakmış. Tayyip Davos’a gitmez ama Davos’un evine gelmesine kucak açar. Neden?
Dünya Ekonomik Forumu’nun 42 yıllık geçmişinde ilk defa, birden fazla bölgeye (Avrupa, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya) odaklandığı bir etkinlik olma özelliği taşıyormuş da o yüzden olsa gerek. Kısacası Tayyip’in paraya ihtiyacı var. 2008 küresel krizinden itibaren özelleştirme gelirleri düşüş göstermeye başladı. Son iki yılda gerçekleşen tek bir önemli özelleştirme yok. Doğal olarak bu özelleştirme operasyonlarına katılan yabancı sermaye iştiraki de yok. Binali Yıldırım, kapı kapı dolaşıp özelleştirme ihalelerine girecek şirket arıyor, özelleştirme ihalelerine giren ve hatta kazanan şirketler daha sonra dış finansman bulamadığı için milyonlarca dolarlık teminatlarını yakarak vazgeçiyorlar. (Elektrik Dağıtım ve Başkent Doğalgaz Dağıtım ihalelerinde taahhütlerini yerine getirmedikleri için 312 milyon dolar yandı.) Hazine garantörlüğüne ve KDV desteğine rağmen bir türlü gerçekleştirilemeyen üçüncü köprü ihalesi üçüncü kez yapıldı. Elbette ihalenin sonuçlanmış olması bitirileceği anlamına gelmiyor. Kısacası, AKP’nin 2012’de gerçekleştirmeyi planladığı yaklaşık 117 milyar dolarlık yatırım projesi ve özelleştirme, finansman sıkıntısı (para bulamadığı) nedeniyle yapılamıyor. El açmak için bile el öpmek, etek öpmek şart.
2012’in ilk altı ayının AKP için planlandığı gibi gitmediği aşikar. Bu durumun bir diğer kanıtı Suriye. “Arap Baharı”nın gazına gelen Tayyip, Suriye’de de işlerin çok çabuk sonlanacağını hesap ediyordu. Ancak işler öyle olmadı. İşbirlikçi Suriye muhalefeti “cılk” çıktı; Obama Kasım’daki seçimleri bekleme kararı aldı; Rusya devreye girdi (Rusya’nın Suriye’ye sattığı silah son dört yılda yüzde 580 artmış); 40 yıl sonra Suriye’de seçimler yapıldı ve Baas Partisi zaferle çıktı. AKP ise CIA’nın Suriye’de tezgahlamaya giriştiği kirli savaşın (bombalama, suikast, katliam) aktif taşeronu olma ihalesini “kazandı”. Bu işin nereye gideceğini hesap ettiğini söylemek ise mümkün değil. Mesela Rusya Başbakanı Medvedev’in “Bazı noktalarda bir devletin egemenliğinin altını dinamitleyen bu tip müdahaleler geniş ölçekli bir savaşla son bulabilir. Hatta kimseyi korkutmak istemiyorum ama nükleer silahların kullanımıyla bile sonuçlanabilir” tehdidini, Tayyip hesap edebilmiş midir?
Vurgulamakta yarar var; 2012’in ilk altı ayı AKP için genel olarak planlandığı gibi gitmedi. Ancak Tayyip’in pes edeceğini de beklemek safdillik olacaktır. AKP, yaz aylarını güneşlenerek geçirmeyecek. Çok büyük ihtimalle Meclis kapanmadan “kanun hükmünde kararname” çıkarma yetkisini tekrar alacak ve mesaisine devam edecektir. AKP’nin, bu ülke halkları için daha fazla sömürü, daha fazla baskı ve daha fazla dışlanmışlık anlamına geldiğini görmeyen kaldı mı?
Arena stadının açılışında Tayyip’i yuhlayanlar, bugün AKP il kongresinde alkışlayanlardan çoktu. Alkışlayanların sayısının, yuhalayanların sayısından az olacağını bilmesine rağmen o stada gitmek sadece iktidar hırsı değildir, aynı zamanda misyonuna inanmış “cahil cesareti”dir. Ve o cehalet cesaretini büyütmek için cehaleti yaygınlaştırmaya, yasallaştırmaya çalışıyor. Ve onun adı da “4+4+4”; “kadının yeniden ikinci sınıflaştırılması”; “vahşi sömürüdür”.
Ancak iyi bilinmeli ki, halkın haklarının izinde ilerici-devrimci toplumsal dönüşümlerin mücadelesini verenler; kadın militanlığını yeniden tarih sahnesine taşıyan özgür kadınlar ve bu ülkenin emekçi yoksul halkları bunları gündeme getiren neoliberal sermaye saldırılarına ve onun gerici politik iktidarına asla izin vermeyecek.