Şimdi bizzat kamu çalışanları mücadelesinin kendi fiili, meşru, militan ve kitlesel mücadelesinin, Oakland, Syntagma, Plaza Del Sol ve Tahrir meydanlarına sığmayan emekçilerin öğrettiklerinin ışığında, sermayenin ve hükümetin “toplu sözleşme tezgahını” tanımama, teşhir etme ve gerçek toplu sözleşme masalarını sokağa kurma zamanıdır AKP hükümeti 12 Eylül Referandumu ile başlattığı “kamu çalışanlarına toplu sözleşme hakkı” yaygarasını, yandaş […]
Şimdi bizzat kamu çalışanları mücadelesinin kendi fiili, meşru, militan ve kitlesel mücadelesinin, Oakland, Syntagma, Plaza Del Sol ve Tahrir meydanlarına sığmayan emekçilerin öğrettiklerinin ışığında, sermayenin ve hükümetin “toplu sözleşme tezgahını” tanımama, teşhir etme ve gerçek toplu sözleşme masalarını sokağa kurma zamanıdır
AKP hükümeti 12 Eylül Referandumu ile başlattığı “kamu çalışanlarına toplu sözleşme hakkı” yaygarasını, yandaş konfederasyon Memur-Sen’in de katkılarıyla 4688 Sayılı Yasa’da yaptığı uyum değişiklikleri ile tamamladı. Ülkenin her köklü sorununda devreye sokulan neoliberal “kırıntı demokrasisi” kamu çalışanları için de uygulama alanı bulabildi. Kamu çalışanlarına grev hakkını yasaklayan, güdümlü Memur-Sen’i tek inisiyatif sahibi yapan, toplu görüşmeden bile geri özellikler taşıyan sahte bir toplu sözleşme sürecini ciddi bir gelişmeymiş gibi sunulabildi.
Bugün, AKP’nin çizgisinin Kamu Çalışanları Hareketini bastırma, sisteme entegre etme ve TÜRK-İŞ benzeri bir yapıyla yedekleme stratejisinin devamı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Sahte Toplu Sözleşme Yasasıyla, 1998 yılındaki ilk girişimin ardından, AKP 2001 yılında başlatılan kamu çalışanları hareketini bastırma ve sisteme yedekleme stratejisini, ustaca sonuçlandırmayı başarmıştır. Şimdi kamu çalışanları, işbirlikçi Memur-Sen’in sahte toplu sözleşme sürecindeki şovunu izlemektedir.
AKP’nin stratejisi net
AKP hükümetinin neoliberal politikaların aktif uygulayıcısı olarak stratejisi, başından itibaren netti ve kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ve tüm emekçilerin güvencesizleştirilmesi amacını taşıyordu. Kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ve sermayenin talanına açılması süreci, özelleştirmeler, taşeronlaştırmalar, kamu hizmetlerinin paralılaştırılması ve piyasa fiyatlarıyla eşitlenmesi, son olarak da kamu kurumlarının piyasacı bir anlayışla yapılandırılması politikalarıyla hayat buldu. Sermaye birikiminin vazgeçilmez aracı olan emeğin ucuzlatılması, güvencesizleştirme politikasına bağlıydı ve güvencesiz çalıştırmanın önündeki tüm engeller öncelikle özel sektörde sonra da kamuda teker teker ortadan kaldırıldı, kaldırılmaya devam ediyor.
90’lı yılların başından itibaren yoğunlukla uygulanan, halkı yoksullaştıran emekçileri köleleştiren bu saldırı stratejisi ile kamu çalışanları hareketinin tarihsel paralelliği bir avantaj olarak değerlendirilememiştir. Bizzat kendisi neoliberalizmin işçileştirme ve yoksullaştırma politikalarına karşı doğan kamu çalışanları hareketi, yoksullaştırılan halk kesimleri, güvencesizleştirilen emekçilerle bir türlü buluşturulamadı. Devletin kamu çalışanlarına profesyonelce müdahalesi olan 4688 Sayılı Yasa gereğince yürütülen toplu görüşme düzeneği KESK’i, “memur sendikasına” dönüştürdü.
Kamu çalışanları hareketi yeni bir kırılma noktasında
Gelinen noktada 20 yıllık kamu çalışanları hareketinin yeni bir kırılma noktasında olduğu tespitini yapmak kaçınılmazdır. Kamu çalışanları hareketi bir kez daha yol ayrımında bulunmaktadır. Hareketin zirve yaptığı andan itibaren egemenlerin yukarıda belirttiğimiz stratejiye bağlı olarak çeşitli müdahalelerine maruz kalan KESK’in neden bir karşı strateji oluşturamadığı ve devlet tarafından oluşturulan düzlemlere sıkıştırıldığı tartışılmak zorundadır. Sahte Toplu Sözleşme Yasasının yürürlüğe girdiği bugünlerde hiçbir şey olmamış gibi yeni duruma eskisi gibi uyum sağlayacak adımlar atmak, grevsiz bir Toplu Sözleşme Yasasına tabi hale gelmek, KESK’i daha büyük yenilgilerle karşı karşıya bırakacaktır. Dolayısıyla tartışma “Toplu sözleşmeye katılalım mı, katılmayalım mı?” ikilemine sıkıştırılamayacak kadar önemlidir.
KESK 4688 sayılı “Sahte Sendikalar Yasasındaki değişikliğe” karşı mücadeleyi yasanın meclis gündemine gelmesine indirgeyerek, 21 Aralık’ta sağlık örgütlerimizin yaptığı greve başka taleplerle eklemlenerek, ardından 28-29 Mart’ta Eğitim Sen’in 4+4+4 Eğitim Yasasına karşı gerçekleştirdiği grevin yanına 4688’e karşı talepleri yerleştirerek strateji yoksunu bir çizgiyle süreci yönetmeye çalıştı. Başarılı gibi görünen bu sürecin devamında Grevsiz Toplu Sözleşme Yasası TBMM’den geçerken “KESK izledi” dersek abartı olmaz kanaatindeyiz. Yaşanan, yeni bir yenilgiden başka bir şey değildi.
20 Aralık 1994’ü hatırlamak…
KESK açısından Aralık 1995 ve Temmuz 2001 tarihleri ne kadar önemliyse Nisan 2012 tarihi de en az o kadar önemlidir, önemli olmalıydı. Bu tarihler, Kamu Çalışanları Hareketinin yönelimini belirlemede ve devletin müdahaleleri karşısında nasıl bir strateji yaratılması gerektiği konularında önemli tarihi fırsatlar sunmuştur. Grevsiz sahte toplu sözleşmenin yürürlüğe girdiği, kamu çalışanlarının temsiliyetinin yandaş Memur-Sen’in eline geçtiği bugünlerden düne bakıldığında tarihi kırılmaları ifade eden bu tarihlerdeki kararlaşmaların ve yapılan tercihlerin yaşadığımız yenilgilerdeki payı ortadadır. Kamu çalışanları sendikal hareketinin ilk yıllarında başka tarihsel kırılma anlarına denk gelen tersi örnekler de mevcuttur. Devlet “memurun sendikası mı olur” diyerek kamu sendikalarını mühürlediğinde fiili ve kitlesel biçimlerde mühürlerin kırılarak sendikal hak ve özgürlükler mücadelesinin sürdürülmesi, 20 Aralık 1994’teki geniş katılımlı bir grevle örgütlenen fiili toplusözleşme süreci farklı tarihsel kırılmalardır. Formel olarak bakıldığında kurumsallaşmanın çok daha geri olduğu o dönemlerde, en geniş kitle iradesi ekseninde yine hareketin önder kadrolarının aldığı kararlar ve yaptıkları tercihler belirleyici olmuştur.
Aralık 1995, Kamu Çalışanları Sendikalarının Konfederasyonlaştığı ve KESK’in kurulduğu tarihtir. Ve gerek 2001 gerekse 2012 yenilgilerinin temeli bu tarihte ortaya çıkmıştır. Kabına sığmayan, devlete kafa tutan, fiili, meşru, militan ve kitlesel olarak hareket eden ve tüm ezilenlerin sempatisini kazanan hareket, KESK’in kuruluş kongresinde iş kollarına ve 657 Sayılı Yasa sınırlarına çekilmiş, neoliberalizmin yıkıma uğratmaya başladığı, yoksullaştırdığı kitlelerle bağları kesilmiştir.
Sadece “devlet memurları”nı örgütlemek?
Oysa tüm işçi ve emekçiler güvencesizleştirilirken, taşeron ve farklı statülerde çalışma biçimleri yaygınlaştırılırken, işyerlerine olduğu kadar emekçilerin yaşam alanlarına da saldırılar artarken; eğitim, sağlık, ulaşım hakları gasp edilirken ve hizmeti üretenlerle tüketenlerin kaderleri ortaklaşırken sadece “Devlet Memurlarını” kapsayan bir örgütlenme stratejisinin yenileceği öngörülemeyecek kadar çetrefilli bir durum arz etmiyordu. Kaldı ki başta KESK’in kuruluş kongresi olmak üzere Devrimci Kamu Çalışanlarının uyarıları hep bu doğrultuda olmuştur.
2001 yılında çıkarılan 4688 Sayılı Yasa, özellikle 1990-1996 yılları arasında neoliberal yoksullaştırma ve işçileştirme programına karşı “Grevli ve Toplu Sözleşmeli Sendika” talebiyle örgütlenen, tüm ezilenler için umut olan ve bir “toplumsal hareket” olma özelliği taşıyan kamu çalışanları hareketinin düzeniçileştirilmesi operasyonudur. Sahte toplu sözleşme süreci ise kamu çalışanlarının temsiliyet sorunun egemenler lehine çözüldüğü ve kamu çalışanlarının büyük oranda yedeklendiği bir durum yaratmaktadır. Temmuz 2001 toplantısında yapılması gereken şey, Aralık 1995 toplantısında yapılan stratejik yanlışı düzeltmekti. Nisan 2012 toplantıs
ında yapılması gereken de buydu.
Reddetmek yetmez, işlevsizleştirme hedeflenmeli
KESK bir kez daha yol ayrımında bulunmaktadır. Geçmişi aşan birleşik bir emek hareketi için KESK, toplu görüşme düzeneğinden bile geri; yandaş Memur-Sen’i tek inisiyatif sahibi yapan; imza ve itiraz yetkisini ona veren, grev hakkını yasaklayan, hükümet olarak AKP’nin siyasal sorumluluğunu ortadan kaldıran(!) (son karar verici Kamu Görevlileri Hakem Kurulu) sahte toplu sözleşme sürecini tanımadığını beyan etmeli, sahte toplu sözleşmeyi reddetmelidir. Reddetmekle kalmayıp işlevsiz hale getirmeyi hedef haline getirmeli ve bunun programını oluşturmak için adım atmalıdır.
Ekonomik ve sosyal hakların sermaye tarafından metalaştırılmasıyla yurttaşlar müşteriye dönüşürken bu durum ücret sendikacılığının da sonuna gelindiğinin ilanı anlamına geliyor. İşçi sınıfı hareketinin yeniden kurulduğu içinden geçtiğimiz günlerde yapılması gereken, kamu çalışanları hareketini, devletin hapsettiği, gerici ve ırkçı, güdümlü sendikaların kuşattığı alandan çıkararak özgürleştirmektir. Kendi belirlediği alanda ilerleyen, kendi mecrasında akan kamu çalışanları hareketi, özgür akan derelerle; gerici eğitimin çocuk işçiliğine ve çocuk gelinliğe ittiği öğrenci ve velileriyle; artık intihar aşamasına gelen ataması yapılmayan-ücretli öğretmenlerle; iş cinayetlerine kurban giden, sefalet ücretine, köleliğe mahkum edilen güvencesiz emekçilerle; sağlık-ulaşım-barınma hakları ellerinden alınanlarla buluşmak için fazla beklemeyecektir. Çünkü neoliberalizme karşı açığa çıkan itirazlar ve kitlesel tepkiler giderek yaygınlaşmakta, mağdurlar mücadelenin öznesi haline gelmektedir. Yönünü hak mücadelelerine çeviren sendikal hareket birleşik emek hareketinin zeminini kurabilecektir.
Topyekûn saldırı, mücadelenin zeminini de ortaklaştırıyor
Bugün neoliberal yoksullaştırma ve güvencesizleştirme programı kamu çalışanları ile diğer emekçilerin ve yoksul halk kesimlerinin taleplerini hiç olmadığı kadar ortaklaştırmaktadır. Kamu hizmetlerini üreten kamu çalışanları ile halk birlikte yoksullaştırılırken, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması okulları, hastaneleri ticarethane haline getirmiştir. Güvence ve insanca çalışma koşulları artık tüm emekçilerin özlemini duyduğu talepler haline gelmiştir. Sağlık Hakkı Meclisi, Eğitim Hakkı Meclisi gibi halkın öz savunma örgütleriyle bütünleşen bir çizgi sendikaları kendi ayrıcalıklı kitlesinin haklarını koruyan dar çıkar örgütü görünümünden çıkarıp toplumsallaşmasını sağlayacaktır. Kamu emekçileri hareketinin militanları halkın öğretmeni, halkın doktoru kimliğini taşıdığında emekçilerin kamusal alanı inşa edilmeye başlanacak ve sistemin işleyişine ciddi darbeler vuracaktır.
Bir kez daha greve hazırlanan KESK için bugün yapılması gereken, kontra ve işbirlikçi sendikalarla yan yana gelmek, geleneksel sendikal zemin üzerinden 4688’le uyumlulaşmak değil, halkın ve emekçilerin haklarına yönelik saldırılara “Halk Grevleri” ve “hak grevleri” ile cevap vermektir.
Oakland, Syntagma, Plaza Del Sol, Tahrir gibi…
Şimdi hak mücadelelerini büyütme, halkın ve emekçilerin hak mücadeleleriyle bağ kurma zamanıdır. Şimdi HES karşıtı su ve çevre hakkı mücadeleleriyle; eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, enerji hakkı mücadeleleriyle, güvenceli iş mücadeleleriyle buluşma, yoksul halkla kucaklaşma zamanıdır. Şimdi bizzat kamu çalışanları mücadelesinin kendi fiili, meşru, militan ve kitlesel mücadelesinin, Oakland, Syntagma, Plaza Del Sol ve Tahrir meydanlarına sığmayan emekçilerin öğrettiklerinin ışığında, sermayenin ve hükümetin “toplu sözleşme tezgahını” tanımama, teşhir etme ve gerçek toplu sözleşme masalarını sokağa kurma zamanıdır. Bu hiç de öyle afaki, ütopik ya da soyut bir şey değildir.
Neoliberal gericilik politikalarının her alanda yıkıcı sonuçlarının ortaya çıktığı ve başta 1 Mayıs olmak üzere emekçilerin AKP karşısında örgütlü ya da örgütsüz tepkilerinin büyüyerek kendisini ifade ettiği bugün, kamu çalışanları sendikal hareketini toplumsallaştırmak ve toplu sözleşme masalarını sokağa kurmak, bir gereklilik olmanın ötesinde olanaklıdır. Artık iki yılda bir yapılacak olan kamu çalışanlarının toplusözleşme süreci tıpkı asgari ücretin belirlenmesi gibi devletin toplumla yaptığı bir toplumsal sözleşmedir. Tıpkı asgari ücretin belirlenmesinde olduğu gibi kapalı kapılar arkasında ve bir ortaoyununa çevrilmek istenmektedir. Şimdi, hafızasında fiili mücadele tarihi çok daha taze olan kamu çalışanlarının bu oyunu bozma zamanıdır. Şimdi, tüm halkın hakları için halk grevi, hak grevi zamanıdır.
* Betül Öztürk Korkut
Eğitim Sen MYK Üyesi
Genel Eğitim Sekreteri