Garip, kaotik, baskın ve karmaşık bir süreçten geçiyoruz. Akranım olan binlerce güvencesiz eğitim emekçisi gibi bu sürecin ”sosyo-kültürel/iktisadi” yankılarını iliklerimize kadar hissediyorum. Bu yazı hem böylesi bir sürecin hem de bazı duyguların tercümesi olmaya çalışacak… “Oğlum 400 liraya çalışmayı bırak, bak subay alacaklarmış, git oraya başvur. Belki olur?” cümlesiyle bitti mesaim eve geldiğimde. “Kronik omuz […]
Garip, kaotik, baskın ve karmaşık bir süreçten geçiyoruz. Akranım olan binlerce güvencesiz eğitim emekçisi gibi bu sürecin ”sosyo-kültürel/iktisadi” yankılarını iliklerimize kadar hissediyorum. Bu yazı hem böylesi bir sürecin hem de bazı duyguların tercümesi olmaya çalışacak…
“Oğlum 400 liraya çalışmayı bırak, bak subay alacaklarmış, git oraya başvur. Belki olur?” cümlesiyle bitti mesaim eve geldiğimde. “Kronik omuz sakatlığımı ve yaşımı” gerekçe göstererek bu öneriyi geçiştirdim; ancak, benim asıl düşüncem yıllarca eğitim alıp emek verdiğim alanda öğretmenlik yapmaktı. Yapıyorum da nihayetinde. Bu yazı yazıldığı andan birkaç saat önce söylenmiş bu söz ise güvencesiz, haksız ve hukuksuz çalışan eğitim emekçileri olarak bizlerin yaptığımız mesleğe ve kendimize olan “algımız”ı gösteriyor. Sorunlar ve mevzular o kadar çok ve çeşitli ki, hangisinden başlayalım? 80.000’leri bulduğu söylenen ”taşeron öğretmenlerin” aynı işi yaptıkları halde ”yarı yarıya” ücret almalarını mı? Sigortalarının ”ayda 30 saat derse girseler” dahi ancak ”15” (evet, on beş gün) yatması mı? Yoksa benzeri birçok haklarının yok sayılması mı? Özel sektördeyse işlerinin dışında ”pazarlama” gibi angarya işlere zorlanan, çalışma saatleri gittikçe esnetilen, sözleşme yaparken “tarihsiz bir istifa dilekçesi imzalatılan”, sigortaları ve sosyal güvenceleri neredeyse her iki öğretmenden birinde olmayan, yahut ”stajyerlik” ve benzeri birçok ucube uygulama nedeniyle emekleri kuşa çevrilen biz eğitimciler… Rekabetin hem ”kurumlar” hem de ”öğretmenler” arasında kıyasıya kurgulanması, teşvik edilmesi ve bu durumun adeta bir ahlaki-kültürel çürüme haline gelmesi mi?
Bu yazı, parçalı ve kaotik bir yazı, tıpkı eğitim politikası gibi… O denli ”kaotik” ki; artık bunun ”plansız, bilinçsiz ve rastgele” bir iş olmaktan öte; bizatihi ”iktidarlar” tarafından tercih edilen bir ”plansızlık” olduğunu görüyorum. Nasıl mı? Tam tarihini hatırlamıyorum ama çok değil 2-3 yıl önce Fen-Edebiyat Fakülteleri’nde halihazırdaki ”örgün eğitim” programlarına ilaveten ”açık öğretim”(uzaktan eğitim) programları başlattılar. Bu yolla Tarih, Sosyoloji, Felsefe, Edebiyat gibi branşlara yüzlerce öğrenci kaydı alındı. Bu tarihten sonra eğitim sisteminde peş peşe garip düzenlemeler geldi. Önce Fen-Edebiyat Fakülteleri lisans eğitimlerinin içerisinde Pedagojik Formasyon derslerini vermeye başladılar. Buna mukabil mezunlarsa ”sınav” (ALES) yerine ”not ortalamasıyla” sıralamaya girip bu dersleri almaya başladı. Not ortalaması uygulamasının amacı olarak ”eğitimde kalite” gibi bir gerekçe uydurulmuştu. Açılan karşı dava süreçleri neticesinde YÖK bu uygulamadan vazgeçip tekrar ”sınavla giriş”e geri döndü. Akabindeyse Eğitim Bakanlığı Pedagojik Formasyon derslerinin ”süresiz” biçimde iptal edildiğini ilan ediverdi. (Gerekçesi de ibretlik: Mezun sayısındaki yoğunluk ve ihtiyaç fazlası) Çok değil 15-20 gün sonra bu kararı geri aldı (en azından şimdilik). Burası Türkiye değil mi? Olur böyle şeyler değil mi?
Allah aşkına, bir Allah’ın kulu bana bu cümlelerin, sözlerin ve uygulamaların ”mantıklı” bir tarafını izah edebilir mi? Hepsini geçtim, bu söz ve çelişkilerin(?) yüz binlerce insanın onuru ve haysiyetini dikkate alır bir yanı var mıdır? Dindar mı dindar, kindar mı kindar nesil sevici ve okşayıcılarından bir tanesi bunun ahlaki/hakkaniyetli bir iş olduğunu iddia edebilir mi? Peki biz ”güvencesiz, haksız ve hukuksuz” eğitim emekçileri!.. Onurumuzla, geleceğimizle, vicdanımızla ve her türden değerimizle dalga geçen bu zihniyetle hesaplaşma vaktimiz gelmedi mi? Yüz binlerce insanın, emekçinin, öğretmenin ve mezun gencin hayatıyla düpedüz ”yap-boz” oynayan bu zihniyete söyleyecek bir sözümüz yok mudur? Aramızdaki ”küçük hesaplar, çelişkiler ve çekişmelerden” öte, eğittiğimiz, öğrettiğimiz ve örnek olduğumuz nesillere, insanlara ve çocuklara gösterebileceğimiz dirayetli, direngen ve emsal olacak bir davranış yok mudur?
Hülasa: Yurdumuzun yeni ”muktedirleri” arkalarına aldıkları rüzgar, destek ve büyük bir kibirle önlerine çıkan herkesin onuruyla, haysiyetiyle ve geleceği oynama hakkını kendilerinde görmekteler. Biz eğitim emekçilerinin buna karşı söyleyeceğimiz birçok söz var. Öncelikle, örnek olup eğitim verdiğimiz nesillere ve gencecik insanlara ”yeni bir kültürel formasyon” armağan edebiliriz. Bırakın artık aranızdaki umarsız çekişmeleri! Unutun çeşnilenmiş hayallerinizi! Yıkın umutlarınızı! Siyaha boyayın pencerelerinizi! Karanfiller açsın matemlerimiz, çocuklarımıza ”kavgamız”ı ve ”isyan”ımızı miras bırakalım! İnsanlığa borcumuzu şiirlerimizle, cerahat akan nasırlı gözlerimizle ve reddedişlerle ödeyelim. Onurumuzdan gayrı kaybedeceğimiz daha ”değerli” bir şeyimiz kaldı mı, diye sordum ama… Bari şiirlerimizi kaybetmeyelim. Ne diyordu üstat Nazım: Kabahatin büyüğü biraz da sende be kardeşim!
Özgür Babaoğulları
Fen-Edebiyat mezunu “ücretli” öğretmen
[email protected]