Haftalardır Taraf yazarı Halil Berktay’ın iddiası tartışılıyor: 1 Mayıs 1977 Katliamını devlet mi, yoksa birbirleriyle çatışan sol gruplar mı yaptı? Halil Berktay’ınki yeni bir keşif değil, olayın ertesi günü burjuva basını ve birkaç gün sonraki MİT raporu da aynı iddiada bulunmuştu. Olayın yakın tanığı olmadığı halde köşesinde neredeyse her gün aynı şeyleri bozuk plak gibi […]
Haftalardır Taraf yazarı Halil Berktay’ın iddiası tartışılıyor: 1 Mayıs 1977 Katliamını devlet mi, yoksa birbirleriyle çatışan sol gruplar mı yaptı? Halil Berktay’ınki yeni bir keşif değil, olayın ertesi günü burjuva basını ve birkaç gün sonraki MİT raporu da aynı iddiada bulunmuştu. Olayın yakın tanığı olmadığı halde köşesinde neredeyse her gün aynı şeyleri bozuk plak gibi tekrarlarken, benim gibi daha hiç konuşmamış binlerce tanık olduğunu unutmamalıdır.
***
Silah sesleri ilk 1 Mayıs 1977 günü akşamüzeri 19 sularında Maocu denilen grupların başında bulunan Halkın Kurtuluşu’nun yolu Tarlabaşı girişinde pazıbentli DİSK görevlileri tarafından kesildiği sıra duyuldu. Olayı “sol içi çatışma” diye niteleyenler provokasyonu burada olanlara dayandırıyorlar. Orada olduğum için gördüklerimi aklımda kaldığı kadarıyla anlatacağım.
O zamanlar Halkın Kurtuluşu mensubuydum. Bir faşistin kurşunuyla bacağımdan yaralanınca Eskişehir bölgesinden İstanbul’a gelmiştim. İç tartışmalar bölünmeyle sonuçlanmak üzere olduğundan işlevsiz bir organda kızakta bekletiliyordum. Bu nedenle 1 Mayıs’a kortejde değil, dışarıdan katıldım. Taksim’e, Rumelihisarı’ndaki evinde kaldığım Mehmet Ali Zarifoğlu ile birlikte geldik. Bir süre beraber dolaştık ve akşama buluşmak üzere ayrıldık. Üç koldan meydana akan grupları izlemeye devam ettim. Gümüşsuyu, Harbiye ve Saraçhane’den oluk oluk insan geliyordu. Rengârenk flamalar, gür slogan ve marşlar, türkü ve halaylar, her meslekten insanlar ve çeşitli siyasi görüşler bir festival havası içinde yürüyorlardı. İlk kez bu kadar kalabalık, bu kadar coşkulu bir 1 Mayıs’ı kutlamasıyla karşılaşıyordum.
Halkın Kurtuluşçuları’nın Saraçhane tarafından geleceklerini biliyordum. Uzun zamandır göremediğim eski arkadaşlarımı görür hasret gideririm umuduyla beklemeye başladım. Gruplar çok yavaş ilerlediklerinden meraklanıyordum. Bekleme yeri olarak aşağı tarafı görebilmek için Tarlabaşı’ndan Taksim’e çıkan kavisin sol kaldırımını seçmiştim. Önümden önce Kurtuluşçular, ardından yanılmıyorsam Emeğin Bayrakçıları geçti. Sonra da Halkın Kurtuluşu göründü. Kortej duraklaya duraklaya ilerliyordu. İçlerinde eski arkadaşlarımın da olduğu grup tam hizama gelmişti. Çoğu hazırlıklı gelmiş bazı eski yoldaşlarımla tokalaşıp kucaklaştım. Birden kol kola girmiş pazıbentli miting görevlileri son grubun arkasından yolu kapattılar. Bunun üzerine girersin-giremezsin derken bizimkilerle bunlar arasında sopaların da kullanıldığı bir itiş kakış, arbede oldu. Önce birkaç el, sonra seri silah atışları duyuldu. Şiddetli rüzgârın etkisiyle buğday tarlası yere nasıl yapışırsa, oradakiler de öyle yapışmışlardı. Her iki taraf da taramanın karşısından gelmediğini anlayınca ayağa kalktı. Hatta bir-iki kişi silahını yere bıraktığı görüldü. Havaya ateş eden oldu mu o kargaşada anlamam mümkün değil ama DİSK görevlileri tarafından olsun, bizim taraftan olsun karşılıklı ateş açmak gibi bir durum kesinlikle olmadı. Eğer öyle olsa en başta ayakta dikilen ben olmak üzere çoğumuz ölür ya da yaralanırdık.
Yukarıda kaldığı için bulunduğumuz yerden meydan görünmüyordu, görmek için kavisi dönmek ve önümüzdeki yığını aşmak gerekiyordu. O yüzden ardı arkası gelmeyen silah sesleriyle karışık müthiş uğultunun nasıl cereyan ettiğini, neler olup bittiğini anlamamız mümkün olmadı. Kimileri fırtınanın ilk bizim tarafta koptuğunu ve orada cesetler olduğunu söylüyor. Bu doğru değil, ölü ya da yaralı olsa mutlaka görürdük. Zaten kısa süre sonra meydana giremeden siren sesleriyle üzerimize hücum eden polis panzerlerinin saldırısıyla karşılaştık. İleri-geri kovalamacalar başladı. Ön tarafta panzere karşı taşla, sopayla direnler arasındaydım. Tutunamayınca aşağı kaçıyor, sonra toparlanıp tekrar yukarı doğru kaçan panzeri kovalıyorduk. Bu anlamsız kapışma uzun süre böyle devam etti. Hava kararmış, kalabalık iyice dağılmıştı. Kendimi meydana girmeye şartlandırmış olmalıyım ki, bir grupla birlikte panzer kovalarken kendimi meydanda buldum. Meydanın halini görünce çok şaşırdım. Savaştan yeni çıkmış gibiydi: Yerler diz boyu çiğnenmiş kâğıt yığınları, birbirine dolaşmış pankartlar, sağa sola yayılmış sopalar, paçavraya dönüşmüş giysiler ve birbirleriyle alakasız bir şekilde yan yana gelmiş nesnelerle doluydu. Belki toplandığından, büyük ihtimalle o kısımlar polis kordonuna alındığından bir cesede rastlamadım. Zaten meydan polis (asker var mıydı hatırlamıyorum) tarafından çepeçevre ablukaya alınmıştı. Giden gitmiş, geriye benim gibi oradan bir an önce kurtulma yolu arayanlar kalmıştı. Nerede dışa açılan bir sokağa dalsam göğsümden geri iten polis kuşatmasıyla karşılaştım. Ne yakalıyor, ne de dışarı çıkmamıza izin veriyorlardı.
Koşarak çemberi yaracak bir gedik arayıp durdum. Epey sonra öyle öyle Tepebaşı’na vardığımı anladım. Benim gibi çemberin dışına çıkamamış çoğu aydın görünümlü kadınlı-erkekli 0n beş civarında insanla lobisinde oturmamıza izin veren bir otele sığındık. Neredeyse gece yarısı olmuştu. Burada mahsur kaldık endişesi içindeydik. Ölenler olduğunu ilk defa orada, otelin televizyonundan öğrendim. Karaköy tarafına doğru inilebildiği haberi gelince tanımadığım kişilerle birlikte sahile doğru yürüdük. Karaköy’deki duraklara gelince anladım kurtulduğumu.
***
Uzun lafın kısası, gazetelerin, polis yetkililerinin ve Halil Berktay’ın iddia ettiği gibi olay “Maocu”ların saldırması ya da iki kanat arasında çıkan silahlı çatışma üzerine başlamış değildir. Öyle olsaydı Tarlabaşı tarafında kan gövdeyi götürürdü. Orada (DİSK görevlileriyle aramızda on metre mesafe ya var ya yoktu) silahlı çatışma çıkmadığının yakın tanığıyım. Sıradan fabrika işçileri olan DİSK görevlilerine bizimkilerin, bizimkilere de onların ateş açmaları için, olayı tırmandıracak çok ciddi gelişmelerin, bir dizi gerginliğin vuku bulması gerekirdi.
Dolayısıyla, “Ateş edenler CIA ve MİT ajanları, faşistler değil, solculardı” demek göz göre göre gerçeği tersyüz etmektir. Maksat olayları çarpıtıp devleti aklamak olunca söyleyecek şey bulunur.
Birbirlerine anında omuz vermeleri tasarlanmış bir tartışma izlenimi doğuruyor: Halil Berktay’dan bir gün sonra eski yoldaşını Radikal’deki köşesinden desteklemeyi ihmal etmeyen Oral Çalışlar, olayların nedenini “şiddetsever sol”a bağladı. Yine Gün Zileli “Maocu ve Sovyetçi grupların şiddetli rekabet ve düşmanlığının provokasyon ortamını hazırladığı ve başlattığı” iddiasında bulunarak şunları yazdı:
“Ben doğrudan görmedim ama anlatılanlardan, Tarlabaşı tarafında Maocu ‘üçlü blok’la Sovyet yanlılarının güdümünde bulunan DİSK’liler arasında silahlı çatışma çıktığını biliyorum. İlk silahı kim attı? Bunu bilmek mümkün değil. İki grup birbiriyle göğüs göğüse geldiği sırada kenardan birinin ilk ateşi başlattığı söyleniyor ama bu o kadar önemli değil. İki taraf da birbirine karşı kullanmak üzere ağır bir şekilde silahlandığına ve üzerlerindeki bu silahlarla karşı karşıya geldiğine göre, bir ajanın ilk atışı yapmasına bile gerek yok. Birbirine düşmanca bakan iki grup söz konusu. Bir grup öbürüne “sosyal-faşist” adını takmış; diğeri de ona ‘Maocu-faşist’…”
Görmemiş ama biliyor. Orada değil ama kenardan b
irinin ateş ettiğinden emin: “Sosyal-faşistler”le “Maocu-faşistler” Tarlabaşı girişinde karşı karşıya geldiler ve birbirlerini öldürdüler!
Kanıtı da hazır:
“…Taksim Meydanı’nda ölenlerin aşağı yukarı hepsinin (Tarlabaşındaki “Maocu-Sovyetçi” çatışmasında öldürülen DİSK görevlisi dört Uzel işçisini çıkarırsak), devletin polis güçlerinin yarattığı kasıtlı panik sonucunda ezilerek öldükleri açıktır ki,…”
“Maocu-faşistler” öyle hızlıymış ki (karşı tarafın eli armut mu topluyordu acaba?) anında
“DİSK görevlisi dört Uzel işçisini” öldürmüşler!… Bunu da ilk defa duyuyorum. Meydan içerisinde kurşunla ölenlerin (biri polis memuru) yerleri ve adları belliyken böyle bir şeyi neye dayanarak söylediği belli değil.
Olaylar hakkında bilgisi olmayanları, özellikle genç kuşakları kandırmak ve resmi tarihin değirmenine su taşımak için ortaya atılıyor bu yalanlar.
Gün Zileli, Oral Çalışlar, Halil Berktay gibilerinin birbirlerine sarılmaları çok normal: Kök aynı, mantık aynı, sermaye aynı, maksat aynı.
***
Türkiye solunun kendi içinde şiddet kullanma gibi kötü bir hastalığı var. Sanırım bunu herkes kabul eder ve aşıp mazide bırakmak ister. Eğer 1 Mayıs 1977’de TKP-DİSK kanadı “Maocular”a yasak koymasaydı Kontrgerilla o kadar rahat hareket edemezdi. Bundan, ileriye dönük dersler çıkarmak ve sorumlu davranmak gerektiği ortada. Ama onların amacı devrimci hareketin yanlışlarını ortaya çıkarıp düzeltilmesine hizmet etmek değil.
Geçmişte sol içinde kimin kime karşı şiddet kullandığı belli, Kontrgerillanın tertipleri de belli. Ciddi bir kanıta dayanmadan, ne oldukları gayet açık 1 Mayıs 1977, İnciraltı, Piyangotepe, 16 Mart, Çorum ve Maraş katliamları hakkında şüphe uyandırmanın ne âlemi var? Tarihçi dediğin “görmedim ama duydum”, “söyleniyor” gibi “kanıtlar”a yaslanır mı? Eğer ciddiysen onca tanık var git konuş, ezilerek ölenlerin bulunduğu yerde kamyonetin ne aradığını, İntercontinental gibi herkesin elini kolunu sallayarak giremeyeceği bir yerden nasıl ateş açılabildiğini, olay nedeniyle yargılananları ve dava dosyasını araştır…
Dedikleri doğru bile olsa herkesten önce özeleştiri vermesi gereken varsa en başta Halil Berktay, Şahin Alpay, Gün Zileli ve Oral Çalışlar vermelidir. 12 Eylül’den önce gazetelerinde çarşaf çarşaf devrimcileri ihbar etmelerini bir tarafa bırakalım, o yıllar son haddine kadar gerilmiş “sosyal faşist”-“Maocu bozkurt” kamplaşmasının baş ideolojik tetikçileri olduklarını ne çabuk unuttular? 1975’ten itibaren Halkın Kurtuluşu’na, Halkın Birliği’ne ve Halkın Yolu’na aşırı anlamlar yüklenmiş ve saptırılmış “sosyal faşist” kavramını bulaştıran, Kampus Maoculuğu “Üç Dünya Teorisi” eşliğinde Türkiye’ye ilk taşıyan ve pazarlayan kendileri değil midir? Onca yazıyı kim yazdı, çevirileri kim yönlendirdi?
Gün Zileli bunları anılarında kendisi anlatıyor zaten:
“O sırada teorik planda yeni takviyeler almıştık (Mahir Çayanlara karşı-YA) Bunların en önemlisi, Amerika Birleşik Devletleri’nin Yale Üniversitesi’nde tahsilini tamamlayıp yurda dönen Halil Berktay’dı… ABD’deki Yale Üniversitesi’nde sıkı bir Maocu olarak yetişmiş, Amerika’daki Labaur Party’den öğrendiklerini Türkiye’ye aktarmak üzere, teorik bakımdan tam donanımlı olarak yurda geri dönmüştü.”
“Halil Berktay, Amerika’daki Maocu Labour Party’nin ateşli ve dogmatik bir taraftarı olarak dönmüştü yurda. Şahin Alpay derseniz, ÇKP önderliği diyor başka bir şey demiyordu.”
“Halil Berktay, 1969 yılında yapılan ÇKP 9. Kongresi’nde Lin Biao tarafından sunulan ÇKP Merkez Komitesi raporunun çevirisini getirip Yazı Kurulu’nun önüne koymuştu. Bu raporda ‘Sovyet sosyal emperyalistleri’ne şiddetle saldırılıyor ve Sovyetler Birliği, aşağı yukarı Amerika’yla eşit ölçüde tehlikeli bir ‘süper devlet’ olarak niteleniyordu.”
Halil Berktay’ın Amerika’dan getirdiği, Çin Devrimi bağlamındaki gerçek Maoculuk da değil, o yıllar ABD ve Avrupa’da özellikle iyi halli gençlik arasında moda olan Kampus Maoculuktur. Kolejlilerin, tuzu kuruların aslı astarı olmayan hayali Maoculuğudur. O kadarla kalsalar neyseydi, arkasından piyasaya sınıf mücadelesini, devrimi, sosyalizmi, enternasyonalizmi büsbütün çarpıtan karşı devrimci “Üç dünya Teorisi”ni sürdüler bir de. Baş düşman ABD değil Sovyetler Birliği idi, devlet-ordu-devrimciler birleşip ona ve içteki uzantılarına karşı dişe diş mücadele etmeliydi. “Üç Dünya Teorisi’ni ve abartılı “sosyal faşizm” tahlillerini Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği, Halkın Yolu gibi gruplara pompalayan Aydınlık’tır. Başı çeken kendileri değilmiş gibi şimdi kalkmış “Maocu gruplar”a saldırıyorlar.
***
1977 1 Mayıs’ının kana boğulması, daha 15-16 Haziran Direnişinin ürküntüsünü üzerinden atamamış burjuvazinin, dalgayı ters yöne çevirerek korkuyu hâkim kılmak istemesinin sonucudur. Bir buçuk yıl sonra Maraş Katliamının gerçekleşmesi ve adım adım 12 Eylül’e gidilmesi rastlantıyla açıklanamaz. Büyük faşist taarruz bir Genelkurmay toplantısıyla olup bitmiş değildir. İşçileri, öğrencileri, aydınları, Alevileri hedef alan kontrgerilla eylemleri ile nihai darbe arasında bir bütünlük vardır.
1997 1 Mayıs Katliamının bir CİA-MİT ortak yapımı olduğunu, tanıkların anlatımlarına, Sular İdaresi üstünde resimlenen özel timlere ve olayların cereyan ediş şekline bakarak anlamak mümkündür. Günaydın yazarı Necati Doğru’nun İntercontinental Oteli’nin 5. katında kapısı açık bir odada gördüğü teleobjektifli polisler, Sular İdaresi üzerinden uzun menzilli silahlarla ateş edenler (ve o gece ellerinde çantaları uçakla ülkeyi terk eden 8-10 kişilik Amerikalı grup) anlamak isteyene çok şey anlatmaktadır. 1 Mayıs öncesinde burjuva basının tek kalıptan çıkmışçasına yaptığı propagandayı bir yana bırakalım. Meydana çok farklı yer ve açılardan ateş açılması, panzerlerin sirenler ve kalabalığa dalışlarla kargaşayı ve paniği körüklemesi ve katliam kurbanlarının ölüş şekli birbirleriyle bağlantılı şeylerdir. Plan insanların paniğe kapılıp birbirlerini ezmeleri üzerine kurulmuş ve soğukkanlılıkla uygulanmıştır. Sular İdaresi üzerinden yükselen seri atışlar, İntercontinental katlarından ve Harbiye girişindeki PTT üzerinden ve öteki noktalardan sıkılan mermiler… Tam bu sıra korku içinde kaçışan on binlerce insanın arasına dalıp kaçanları kovalayarak Kazancı Yokuşu’na doğru sıkıştırmaya çalışan iki polis panzeri… En yakın çıkışı Kazancı Yokuşu’nda görerek oraya doğru koşan insanların yolunun mavi renkli Fiat kamyonetle ve rastgele dizilmiş tekerlekli el arabalarıyla kapatılması… Yokuşun ağzını tutmuş beyaz bir Renault’tan uzun menzilli silahla ateş açılınca panikleyerek bir sel yığını halinde kaçışan insanların birbirlerini ezmeleri. Kurşunla ölen 3 kişi hariç (biri polis memuru), ötekilerin ezilmek ve boğulmak suretiyle ölmeleri kendiliğinden olmuş değildir.
Ertesi gün basının çoğu (TKP çizgisindeki Politika dâhil) suçu “Maocu hainler”e atmıştır. Olay gecesi Bakanlar Kurulu toplantısına gitmekte olan S. Demirel de, daha ne olup bittiğini bile anlamadan “Maoist grup tarafından yaratılmıştır” diye açıklama yapmıştır. Buna rağmen sonradan ne basın, ne hükümet, ne de savcılık olayı planlayıp uygulayanları ortaya çıkarmak için bir girişimde bulunmayacaklar ama üstünü kapatmak için ellerinden geleni yapacaklardır. Görgü tanıklarını dinlemek şurada dursun
, ellerindeki ipuçlarını bile değerlendirilmemişlerdir. Sonuç 1 Mayıs katılımcılarından ve sokaktan rastgele toplanan, yani hemen hepsi mağdurlardan oluşan bir grubun göstermelik olarak yargılanmasıyla yetinilmesi (aynı anda 49 kişiyi teşhis eden bir polis memurunun tanıklığında) ve soru işaretlerinden hiçbiri çözülmeden dosyanın faili meçhuller rafına kaldırılmasıdır.
Bir de şu açıdan bakmakta yarar var: 12 Eylül darbecileri üç sene sonra bütün sol parti ve örgütleri, sendikaları, dernekleri, kişileri yargıladı. Solu suçlayabileceği her şeyi didik didik etti. Her şeyi sil baştan yaptı. Örgütlerden çok sayıda insanı işkenceyle konuşturdu. Yakaladığı silahların tek tek balistiğini yaptı. En sıradan öldürmeleri, hatta bildiri dağıtanları, duvara yazı yazanları bile deşifre etti de, neden 1 Mayıs 1977’nin örgütler içindeki faillerini ortaya çıkarmadı? Yoksa büyük tarihçi Halil Berktay’ın keşfine mi bıraktı?