bizim derdimiz fabrikaların, tarlaların ve siyasi iktidarın kimin mülkiyetinde olduğu, o mülkiyetle edinilmiş servetin fakir fukaraya dağıtılması ya da gösterişsiz bir biçimde tüketilmesi değil her şeyden önce şunu söyleyeyim. marksizmin, komünizmin en önemli referanslarından biri olmakla birlikte biricik referansı olmayacağına inananlardanım. karl marx’ın din eleştirisine yaptığı vurgunun da dönemsel olduğunu düşünüyorum. (bu noktayı metin çulhaoğlu […]
bizim derdimiz fabrikaların, tarlaların ve siyasi iktidarın kimin mülkiyetinde olduğu, o mülkiyetle edinilmiş servetin fakir fukaraya dağıtılması ya da gösterişsiz bir biçimde tüketilmesi değil
her şeyden önce şunu söyleyeyim. marksizmin, komünizmin en önemli referanslarından biri olmakla birlikte biricik referansı olmayacağına inananlardanım. karl marx’ın din eleştirisine yaptığı vurgunun da dönemsel olduğunu düşünüyorum. (bu noktayı metin çulhaoğlu geçenlerde, “hurmada kalsa gene iyi” adlı yazısında benim yapabileceğimden daha veciz bir biçimde anlatmış. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/metin-culhaoglu/sosyalizm-ve-din-hurmada-kalsa-gene-iyi-54459)
yine de karl marx’ın tahlili bir çıkış noktası olarak hala anlamlı bence. özellikle batı toplumlarında dinin insanların hayatındaki merkezi yerini ve onları oyalama işlevini bugün cinselliği de içerecek şekilde aşkın aldığını düşünüyorum. ama malum “afyon” etkisini bununla sınırlamak doğru olmaz. din, bu dünyanın haksızlıklarına karşı harekete geçmenin günah olduğunu, öteki dünyada yanmak anlamına geleceğini vaaz etti; bunun kitaba -kitaplara- uygun olup olmadığı üzerine söz söylemek bana düşmez. ama bunun sonuçlarını kanlı pazar’da falan gördük. kadınlar islam coğrafyasında hakları için her seslerini çıkardığında karşılarına kur’an’ı dikenler oldu, bunun başörtüsü mücadelesinde bile yaşandığına şahitlik edecekler var. ama bir yandan da yine islam coğrafyasında kur’an’ın daha özgürlükçü ve eşitlikçi okumalarını deneyenlerin olduğunu biliyoruz. bu tür bir çabaya bugün türkiye’de rastlanmamasında turan dursun’dan gonca kuriş’e uzanan cinayetler zinciri kadar türkiye’de müslümanların devletle, iktidarla özdeşleşmiş olmasının da etkili olduğuna şüphe yok. ama o ülkelerde bile latin amerika’daki kurtuluş teolojisinin muadili bir yoruma rastlanmıyor çünkü isa peygamberin ölümünden sonra ölümlüler tarafından kaleme alınmış incil’den farklı olarak kur’an allah’ın kelamı ve reforme edilme imkânları kısıtlı. ama iş bununla da bitmiyor.
eskilerin anlattığı bir mesel vardır.
hazreti musa bir su kenarında kendi kendine taklalar atan bir çoban görür ve ne yaptığını sorar. çoban namaz kıldığını söyler. hazreti musa ona namazın nasıl kılınması gerektiğini gösterir, biraz sohbet ederler, vedalaşıp kalkar. ardından çobanın seslendiğini duyar, anlamadığı bir nokta olmuştur. hazreti musa arkasını döndüğünde çobanın da kendisi gibi suyun üzerinde yürüdüğünü görür ve “sen bildiğin gibi devam et” der.
bu sufi hikayesi bu toprakların müslümanlığıyla ilgili bir fikir verir. bu sadece anadolu’ya mahsus bir hoşgörü de değil; örneğin içki ve şarap kültürü -kendi pratiğiyle ciddi bir katkısı olsa da- ne mustafa kemal’e ne de bektaşilere mal edilebilir. hilafete rağmen osmanlı sarayında içkinin hatta şarabın eksik olmadığı biliniyor. ibadet ritüellerini bile niyete bağlayan, kula günah işleme hakkını tanıyan bu zihniyetin bugün bu topraklara dayatılan müslümanlıkla bağdaşır yanı yok. yani süregiden bir geleneğe değil iktidar tarafından yeni bir islam anlayışının oluşturulmasına şahit oluyoruz. sadece bu da değil, esas olarak yukarıda andığım, müslümanların devlet ve iktidarla özdeşleştiği tarih çarpıtılarak dindarların mağdur olduğu bir cumhuriyet tarihi yazılıyor. oysa bu tarihin en uzun bölümünde bu ülke, dindar sağcılar tarafından yönetildi. adnan menderes özel hayatında bırakın islam’ı hiçbir mezhebe sığamayacak biçimde yaşasa da hep dine gönderme yaptı, bugün akp’liler onu (türkçeden arapçaya çevirdiği) ezanı gerçek anlamına tekrar kavuşturan büyük adam olarak anıyor. süleyman demirel’in nurcularla ilişkisi gayet iyi bilinir (mason olduğu da). din adına az cinayet de işlenmedi bu topraklarda. eğer tarihte bir terazi kuracaksak hilafetin kaldırılması süreci ve başörtüsü yasağı maraş’tan malatya misyoner cinayetlerini nasıl unutturabilir? on emir’de “öldürmeyeceksin” dense de, engizisyon’dan haçlı seferleri’ne, maraş’tan töre cinayetlerine insanları cinayete en kolay ikna eden sebeplerden birinin din olduğunu biliyoruz.
dünyayı değiştirme arzusuyla iman sahibi olanlar arasındaki ilişkiyi sadece bunlarla açıklamak mümkün değil ama.
siyaset harekete geçirebildiği gücü ve önceliklerini düzenleme mahareti biraz da. bugün türkiye’de solun en azından geniş kesimlere yansıyan politikaları da insanın daha iyi bir hayata ulaşmak için harekete geçiren sınıf mücadelesinde değil vicdanlara yönelik. örneklemek gerekirse, geçen ay elektriğe ve doğalgaza gelen zamlarla ilgili yaygın gösteriler yapmadık ama durmaksızın vicdanı olan herkesi roboski’de ölenlere, cezaevindeki tutsaklara vb sahip çıkmaya çağırıyoruz. bu insanların destek ve dayanışmaya tabii ki ihtiyacı var ama zamlar, işsizlik, kötü çalışma koşulları altında ezilen emekçilerin durumu çok daha parlak değil. burada siyasal bir tercih söz konusu. bu tercih birçok biçimde sorgulanabilir ama unutmamak da gerekiyor ki, insanlar kendi yaşam koşullarını doğrudan etkileyecek talepleri etkisi dolaylı olacak demokrasi mücadelesinden daha kuvvetle sahipleniyor.
sendikalar, grevler, hes’lere karşı mücadele, kürt hareketi gibi hak arayışlarında yıllardır inananlar, örtülü insanlar var. ama o mücadelenin içinde kendilerini müslüman olarak tanımlama gereği hissetmiyorlar. ama harekete geçmelerini bütünüyle vicdan üzerinden tanımlayan antikapitalist müslümanlar öyle değil.
insan müslüman olduğu için kapitalizme karşı çıkabilir evet ama bu, kapitalizme karşı çıkmanın yolunun ya da yollarından birinin kölelerle ilişkileri düzenleyen bir kitapta bulunabileceği anlamına gelir mi?
bu noktada, sol arasında da yaygın olarak kullanılan antikapitalist kavramını ele almak istiyorum. kapitalizmle mücadelede belirleyici, ayırt edici olan onun yerine neyi tercih ettiğiniz. bugün özellikle islam adına kapitalizmi eleştirenler arasında -ondan önceki, en az kapitalizm kadar sömürü ve tahakküm içeren ilişkileri özleyenlerin sayısı hayli fazla. kadınların ücretli çalışmasını, dayak yiyince boşanmak istemesini kapitalizmin -bazen de modernleşmenin- sonuçları olarak eleştirenler olduğu gibi emekçilerin ücret dışı yöntemlerle ödüllendirilmeleri, baba-patron vb figürlerinin övülmesi de aynı kisvenin altında yer alabiliyor. yani kapitalizmi eleştiren herkesin bizim gibi sömürü ve tahakküm ilişkilerinin ortadan kalkmasını kastettiğinden emin olmayalım. ikinci bir nokta şu; sosyalizm ve komünizm kabaca, kapitalizmin üretim araçlarının mülkiyeti üzerinden artık değer sömürüsü olarak tanımlanmasıyla ortaya çıkar. pahalı araba kullanıp lüks evde oturmakla değil. bizim derdimiz fabrikaların, tarlaların ve siyasi iktidarın kimin mülkiyetinde olduğu, o mülkiyetle edinilmiş servetin fakir fukaraya dağıtılması ya da gösterişsiz bir biçimde tüketilmesi değil.
öte yandan, romantik ve cinsel konularda muhafazakarlık, içki tüketimi konusundaki tereddüt ve marx, lenin gibi isimlerin kaleminden çıkma metinleri yorumlarken tefsir geleneğine yaklaşma anlamında, türkiye’de solun da islam’dan etkilendiğini düşünüyorum.
ateizm hastalığına tutulan afyonlu internet kafe işletmecisi can polat sardır’la ilgili videoyu izlediniz mi? (nişanlısı simay buduvar’la birlikte bilin bakalım kimin kemiklerini sızlatıyor) http://www.youtube.com/watch?v=ikbh-8pdyre can polat sardır’ın taşralı süsü verilmiş lehçe ve kıyafetinin de dikkat çektiği bu video bir gün pozitivizmle ilgili bir parodi yapmak isteyenlere bol malzeme sağlar b
ence. bu vesileyle soralım, dünyayı değiştirmek isteyenler gerçekten de gönül gözünü kapatmak, mutlak bir pozitivizme mahkum olmak zorunda mı? “dün gece seni rüyamda gördüm, iyi misin?” diye telefon açan devrime ihanet mi ediyor?
bunu bir kenara bıraksak bile, lenin zamanında “bir papaz komünist partisi üyesi olabilir, bu partinin değil onun çelişkisidir” mealinde bir şey söylemiş olsa bile hayatının birinci önceliği islam’ın kurallarına göre yaşamak olan bir insanın sol hareketlerde bir tür mahalle baskısıyla karşılaşacağını tahmin ediyorum. ama bir yandan da kapitalizm de o insanları bu türden ayrımcılıkla karşılaştıkları ortamlarda bulunmaya zorluyor. o yüzden tek başına bu ayrı örgütlenmeyi gerektirecek bir sebep olamaz.
türkiye’de farklı alan ve biçimlerde kapitalizme karşı mücadele veren onlarca örgüt var; hatta bunların sayısının çokluğu şikayet konusu oluyor. onların dışında kalan, bir örgütte yer almayan binlerce solcu, devrimci var. çeşitli politik etkinliklerde yer alıyorlar. dini inancı olsun olmasın, inançlıysa hangi dinden olursa olsun kapitalizme mücadele etmek isteyenlerin yeri o saflar, din temelli bir örgütlenme değil. o yüzden, din ve devrim işlerini ayıralım ve bu kardeşlerimizi saflarımıza çağıralım derim, medyanın onları -biraz da onların acemilikleri ya da rızaları yüzünden- sunduğu gibi, ilginç bir konuk olarak değil, evin sahiplerinden biri olarak.