İşte tam da onlar, azmış faşizmin yükselişinin zihinsel gelişimini sürekli teşvik etmiş olanlar, bu yükselen faşizmin şu anda hesabını vermek zorunda olanlardır! Marianne Le Pen’in oylarını artırması[1] şaşırtıcı olduğu kadar can sıkıcı; buna dair açıklamalar arıyoruz. Siyasal sınıf kullanışlı bir sosyolojiyle ortaya çıkıyor bile: küreselleşmeyle, alım gücündeki düşüşle, mahallelerin çözülüp dağılmasıyla ve kapılarına dayanan dış […]
İşte tam da onlar, azmış faşizmin yükselişinin zihinsel gelişimini sürekli teşvik etmiş olanlar, bu yükselen faşizmin şu anda hesabını vermek zorunda olanlardır!
Marianne Le Pen’in oylarını artırması[1] şaşırtıcı olduğu kadar can sıkıcı; buna dair açıklamalar arıyoruz. Siyasal sınıf kullanışlı bir sosyolojiyle ortaya çıkıyor bile: küreselleşmeyle, alım gücündeki düşüşle, mahallelerin çözülüp dağılmasıyla ve kapılarına dayanan dış yabancılarla dehşete düşmüş eğitim seviyesi düşük alt sınıfların, kandırılmış taşralıların, işçilerin Fransa’sı, milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı içerisine çekilmek isteniyor.
Bunun yanı sıra bu insanlar zaten Avrupa Birliği Anayasası[2] taslağının oylandığı referandumda “Hayır” oyu vermelerinden dolayı suçlanan “sürüden kopmuş” Fransızlardı. Aslında bu durum bizim sosyal anlamda iyi huylu demokrasimizin tuzu biberi olan eğitimli, kentli modern orta sınıflarına karşı bir başkaldırıydı.
Haydi, “aşağıdan gelen” bu Fransa’nın, bu şartlar altında masaldaki eşek, Le Pen’in bütün kötülüğünden gelen aşağılık ve perişan “popülist” olduğunu söyleyelim. Öyle olsa da, “popülizme” karşı bu siyasal-medya alınganlığı garip. Çok gurur duyduğumuz demokratik güç, herhangi birimizin halk konusundaki endişelerine alerjik olabilir mi? Tam da bu halkların takdiri ve daha da fazlası olması gereken demokratik güç. “Siyasetçilerin, senin gibi halktan olan birinin ne düşündüğüyle ilgilenip ilgilenmedikleri” sorulduğunda şu sonuçlarla karşılaşırız; 1978 yılında genelin yüzde 15’inden 2010 yılında yüzde 42’sine kadar yükselen bir oranda, tamamıyla olumsuz, “asla” cevabı gelir! Olumlu cevapların geneline gelince (“çok fazla” ya da “az çok”), bu oran yüzde 35’ten yüzde 17’ye kadar düşmüştür (bunun gibi ve diğer ilginç istatistiksel göstergeler için La Pensée’nın[3] özel sayısındaki Guy Michelat ve Michel Simon imzalı “Le peuple, la crise, et la politique”ya[4] bakabilirsiniz). En azından halk ve devlet arasındaki ilişkide bir güven sorunu olduğunu söyleyebiliriz.
Devletimizin hak ettiği halka sahip olmağı ve dolayısıyla iç karartıcı Le Pen oylarının, bu demokratik yetersizliğin bir onaylanması olduğu sonucunu mu çıkarmalıyız? Brecht’in alaylı biçimde ifade ettiği gibi demokrasiyi güçlendirmek, hükümetin başka bir halkı seçmesini gerektirecektir…
Bilakis benim tezim dikkatleri diğer iki sanığa çekmek olacaktır: yani şöyle ki, devlet iktidarının art arda gelen hem sol hem de sağ liderleri ve önemli aydınlar topluluğu.
En nihayetinde geldikleri ulus ne olursa olsun, eşleriyle, çocuklarıyla burada yaşayan ülkedeki işçilerin temel haklarını mümkün olduğunca kısıtlamaya karar vermiş olanlar, bizim taşralarımızın yoksulları değiller. Bu kısıtlamaları yapanlar sosyalist bakanlar ve daha sonra kanunlara riayetsizlik konusunda hiç acele etmeyen sağ kanattakilerin tamamıdır. 1983 yılında Renault grevcilerinin, “din tarafından ve Fransız sosyal gerçekliğiyle yapacak çok az şeyin var olduğuna dair ölçütü temel alan siyasal gruplar tarafından tahrik edilen(…) -aslında çoğu Cezayirli ya da Faslı- göçmen işçiler” olduğunu bildiren eğitim düzeyi düşük bir köylü de değildi.
Kuşkusuz bahsettiğimiz kişi sağdaki “düşmanlarının” sevincine karşı konumlanan sosyalist bir başbakandı. Aramızda hangimiz Le Pen’in aslında gerçek meselelerden bahsettiğine dair iyi bir sağduyuya sahip? Ulusal Cephe’nin alsas çoban köpeği bir militanı mı? Hayır elbette! O başbakan Francois Mitterrand’ın ta kendisidir. Ayrıca burada bulunmalarıyla ilgili yasal kâğıtları edinme fırsatından yoksun bırakılanları herhangi gerçek bir yetki olmaksızın hapse atan, gözaltı merkezleri kuran, kırsal içerisindeki gelişmesi engellenmiş nüfus da değildi.
Polis tarafından her ne pahasına olursa olsun uygulanması gereken tahliye ve sınır dışı kontenjanlarını artırırken, Fransız giriş vizesi vermek konusunda bir damlanın aldığı hızla hareket etme buyruğu vermiş olan, dünya çapında duyulmuş şehirlerimizin dışındaki varoşlarda hakkı yenmiş göçmenler de değildi. Peki, ya ötekiliğin arkasına saklanarak burada yaşayan ve çalışan milyonlarca insanın özgürlüğüne ve eşitliğine saldıran kısıtlayıcı yasalar silsilesi; bu elbette zincirlerinden kurtulmuş “popülizmin” işi değil.
Kuşkusuz hiçbir şüphe ve karmaşıklığa gerek yok, bu yasal suçların başında bulacağımız kişi devletin kendisi olacaktır: başka bir ifadeyle bu yasal suçların sorumluları, Francois Mitterrand’ı takip eden ve çok geçmeden acımazca birbirini takip eden hükümetlerin hepsidir. Sosyalist Lionel Jospin ve Francois Hollande sadece bu alanda verilecek iki örnektir; Sosyalist Lionel Jospin, Charles Pasqua’nın yabancı düşmanı yasalarının kaldırılmasının söz konusu olamayacağını iktidara gelir gelmez duyururken, sosyalist Francois Hollande kâğıtsız düzenlemesine onun başkanlığında karar verilemeyeceğine, Nicolas Sarkozy’nin başkanlığındakinden daha çok vurguda bulunmuştu. Bu yöndeki devamlılık oldukça açık sanırım. Çirkin ırkçı kanaati ve gericiliği şekillendiren devletin bu inatçı teşvikidir, tersi değil.
Ayrıca, Nicolas Sarkozy’nin ve onun çetesinin, bizim sevgili Batı medeniyetimizin “üstünlüğüne” dair bayrağı dalgalandırdığının ve kötülüğüyle bizleri dehşete düşüren ayrımcı yasaların sonu olmayan silsilesine oy verdiğinin, kültürel ırkçılığın daimi olarak en önünde yer aldıklarının farkında olunmadığına inanmıyorum.
Ancak sonuç olarak, bunun gibi azimli gericilerce talep edilen güce muhalif, yükselen bir sol bulamayız. Sol sık sık bu talebi “güvenlik” için “anladığını” bile ileri sürdü ve gericiler kendilerinden farklı bir kadını başörtü bağladığı ya da kapandığı için kamusal alandan dışlamaya niyetlenirken, sol böylesi alçakça paranoyak kararlar için duygusuzca oy verdi.
Solun adayları her yerde, acımasız bir mücadeleye öncülük ediyor olduklarını kamuoyuna duyururlarken, kapitalistlerin yolsuzluğuna ve bilhassa siyah ve Araplarsa, belgesiz ve sabıkalı gençlere yönelik diktatörce münzevi bütçelere karşı bir mücadeleden çok fazla bahsetmiyorlardı. Bu alanda hem sol hem de sağ bütün ilkeleri ayaklar altına aldı. Burada barınabilmek için kâğıtlardan mahrum bırakılanlara göre, bu bir hukuk devleti değil(di), ancak olağanüstü bir hal, hukukun olmadığı bir durum(du). Onlar elbette güvenilmez olanlar ve varlıklı olmayan vatandaşlardı. Eğer Tanrının lanetlediği bizler insanları sınır dışı etmeye teslimiyet göstermişsek, bizim, pek saygıdeğer Faslı ve Malili işçilerden daha ziyade kendi yöneticilerimizi seçmemiz yapılması gereken en doğru şey olurdu.
Peki, uzun zamandan beri, yirmi yıldan fazladır, bütün bunların arkasında kimi buluyoruz? Onlara göre batı toplumunu ve bizim güzel Fransa’mızın parçalanmasıyla ilgili sürecin içinde olan “İslam tehdidinin” şanlı mucitleri kimler? Ateşli yazılar, mantıksız kitaplar ve hileli “sosyolojik araştırmalarıyla” ilgili kendi rezil görevlerini yerine getiren aydınlar kimler? Bunlar, “medeniyetler çatışmalarının”, “cumhuriyet paktının” savunmasının, güzel “laikliğimize” karşı tehditlerin, Arap kadınlarının günlük yaşamlarıyla oldukça öfkelendirilen “feminizmin” bütün meselesini sabırla inşa eden sanayileşmemiş kentlerdeki emekli taşralı ve işçilerin bir grubu mu?
Bugüne kadar “sol” denilen kanattakilerin çok büyük sorumluklarını açığa çıkarmadan ve süpermarket kasiyerlerini
n yerine “felsefe” hocalarını teşhir etmeden, yalnızca (ateşten kestaneyi çeken) aşırı sağ liderlerin sorguya çekilmesi talihsizlik değil mi? Arapların ve siyahların, bilhassa gençlerin eğitim sistemimizi yozlaştırıyor, varoşları (banliyöleri) yoldan çıkarıyor, özgürlüğümüzü rencide ediyor ve kadınlarımızı aşağılıyor olduklarını hararetle iddia edenler neden sorguya çekilmiyor? Ya futbol takımlarımızda “çok sayıda” olanlar? Tam da, Yahudiler ve “pis [Ortadoğulu] yabancılar”[5] hakkında ebedi Fransa’nın sonunu getiren bir tehdit ithamıyla konuşanlar.
Kuşkusuz kendilerini İslamcı olarak sınıflandıran faşist hiziplerin ortaya çıkması söz konusu olmuştur. Fakat aynı nedenle Batının ve Mesih Kralın savunması içinde kendilerini sınıflandıran faşist hareketler de mevcut olmuştur. Bu olgu herhangi İslamofobik aydını aralıksız olarak bizim üstün “Batılı” kimliğimizi övmekten ve laiklik ilahlaştırmasında hayranlık uyandıran “Hıristiyan kökenlerimize” saplanmaya ulaşmaktan alı koymaz. Marine Le Pen nihayetinde (bu dinin en ateşli uygulayıcılarından biri olarak) alev saçan bir tür siyasal çırayı ayyuka çıkarmıştır.
Doğrusunu isterseniz, işte onlar, aslında İslamofobinin esas gizini oluşturan işçi sınıfı-karşıtı {halk-karşıtı} şiddeti, özellikle şehir içi gençliğe yöneltilen şiddeti, uyandıran aydınlardır. Ve onlar, kafası karışmış ve kaygılı seçmenler için, yem olarak yabancıları ve ilk olarak Arap işçileri ve onların ailelerini gösteren, barış dolu ve adaletli bir sivil toplum kurmaktan aciz hükümetlerdir. Her zamanki gibi, ihtiyaç duyduğu kanaati biçimlendiren fikir (ne kadar suçlu olduğu bakılmaksızın) iktidara takaddüm eder. Aydın (ne kadar dehşet verici olduğuna bakılmaksızın) takipçilerini inşa eden bakana takaddüm eder.
Bilgilendirmek yerine yanlış yönlendiren kitaplar, ne kadar tek kullanımlık oldukları önemli değil, propagandadan önce ulaşır. Ve yazı yazma sürecindeki otuz yıllık azimli çaba, hakaret ve cahil seçim rekabeti, kederli mükafatlarını seçmen sürüsündeki gibi yorgun zihinlerde bulur.
İktidara gelenlerin öncelikle ekonomik oligarşinin çıkarlarına hizmet ettikleri olgusunu şüphe altında bırakacak şekilde, güvenlik ve “göçmen sorunlarıyla” ilgili temalar üzerinden rekabet eden bu hükümetler silsilesine yazıklar olsun! İslami tehdit ve “değerlerin” yıkılmasına dair bir lakırdı tabakasıyla birlikte komünist hipotezin geçici tutulması üzerinden, insanların içindeki sol boşluğun üzerini sabırla kapatan neo-ırkçı ve kaba milliyetçi aydınlara yazıklar olsun!
İşte tam da onlar, azmış faşizmin yükselişinin zihinsel gelişimini sürekli teşvik etmiş olanlar, bu yükselen faşizmin şu anda hesabını vermek zorunda olanlardır!
Dipnotlar:
[1]. Fransa siyasetinin aşırı sağ kanadındaki isim. Ulusal Cephe’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk oylamasında %18 oy alan adayı. Çev.notu
[2]. Avrupa Birliğini için oluşturulması hedeflenmiş birleşik bir anayasa. Halkoylamasına sunulan kimi Avrupa Birliği ülkelerinde reddedilmesi dolayısıyla uygulanmaya koyulamadı. Yasanın bütün ülkelerden ‘evet’ oyu alması gerekiyordu. Hollanda’dan ve Fransa’dan 2005 yılında halkoylamasından ‘hayır’ cevabı çıktı. Fransa’da anayasayı fazla neo-liberal bulan ve ekonomik yaklaşımda Avrupa’yı NATO hegemonyasına bağlayacağına inanan Komünist Parti, Yeni Antikapitalist Parti, Troçkist İşçi Partisi, Yeşillerin bir kısmı ve sosyal demokratların bir kısmı hayır oyu vermişti. Bunun üzerine Finlandiya, Slovakya ve Almanya kısmen tamamlamış oldukları oylama sürecini iptal ettiler. Bu sürecin olumsuz sonuçlanmasından sonra 2007 Avrupa Zirvesinde, bu anayasanın yerine başka bir anayasa düzenlemek için görüşme kararı alındı. Sonunda Lizbon Anlaşması imzalandı ancak diğer anayasa gibi halkoylamasına sunulan anayasa, bu sefer İrlanda’da ‘hayır’ oyu aldı ve dolayısıyla yürürlüğe giremedi. Böylece yeniden beklemeye alındı. Çev.notu
[3]. Fransa’da basılan Marksist düşünce dergisi. Çev. notu
[4]. “Halk, Kriz ve Politika”
[5]. Fransızca, métèques: pis yabancılar anlamında. Köken olarak Yunancadan türer, İngilizce metic terimine karşılık gelir. Yunan şehir devletinde (polis) vatandaşlık haklarına sahip olmayan ve bulunduğu şehir devletinde yaşamak için vergi veren yabancı şehir sakini için kullanılır. Bir süreliğine başka şehre gelmiş olanları ifade eder. Fransızca çevirisi olan métèque (pis yabancı) modern anlamıyla aşağılayıcı bir anlam almıştır. Charles Maurras’un çalışmasındaki gibi Akdenizli göçmenlere karşı uygulanan bir kullanım halini almıştır. Atina’yı ve Paris’i karşılaştıran Nicole Loraux’a göre, Atinalı bir metic (yabancı) olmak 1990’lı yıllarda Fransa’da bir göçmen olmaktan muhtemelen daha iyidir.
[Alain Badiou’nun 5 Mayıs 2012 tarihli Le Monde’de Fransızca yayımlanmış olan “Aydınların Irkçılığı” makalesinin İngilizce çevirisinden Sevgi Doğan tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Alain Badiou: Fransız düşünür, yazar, oyun yazarı.
Sevgi Doğan: Scuola Normale Superiore di Pisa’da (İtalya’da) doktora öğrencisi.