Devrimci Gençlik dergisini son sayısında yer alan üniversite dosyasındaki Vakıf üniversiteleri üzerine çalışmayı yayımlıyoruz. Dosya kapsamında yayımlanan “AKP’nin YÖK’teki yeni aktörü: Gökhan Çetinsaya”, “İTÜ Örneğinde Yetkin Mühendislik”, “Sermayenin Bologna Hamlesine Kitlesel Direniş: Kocaeli Üniversitesi”, “Etkili Bir Yerel Çalışma Deneyimi: Hazırlık Kolektifi”, “YÖK’ün Pilot Üniversite Deneyimi: Hacettepe Üniversitesi”, “Neoliberal üniversitenin krizi ve güvencesizlik tartışmaları” başlıklı yazılara […]
Devrimci Gençlik dergisini son sayısında yer alan üniversite dosyasındaki Vakıf üniversiteleri üzerine çalışmayı yayımlıyoruz. Dosya kapsamında yayımlanan “AKP’nin YÖK’teki yeni aktörü: Gökhan Çetinsaya”, “İTÜ Örneğinde Yetkin Mühendislik”, “Sermayenin Bologna Hamlesine Kitlesel Direniş: Kocaeli Üniversitesi”, “Etkili Bir Yerel Çalışma Deneyimi: Hazırlık Kolektifi”, “YÖK’ün Pilot Üniversite Deneyimi: Hacettepe Üniversitesi”, “Neoliberal üniversitenin krizi ve güvencesizlik tartışmaları” başlıklı yazılara internet üzerinden de ulaşmak mümkün
Türkiye’de üniversite kurma politikaları 2006 yılında bir dönüm noktasına uğradı. 2003-2005 yılları arasında sabit kalan üniversite sayısı, 2006 yılından itibaren büyük bir ivmeyle artmıştır. 2005 yılında toplam üniversite sayısı 53’ü devlet, 24’ü vakıf olmak üzere 77 iken, bugün bu sayı 62’si vakıf ve 104’ü devlet olmak üzere 166’ye yükseldi. Türkiye tarihinde 1933’ten 2006’ya kadar 77 üniversite kurulurken, 2006’dan 2012’ye kadar geçen 7 yılda 89 üniversite kuruldu.
Türkiye’de üniversite açma politikaları incelenirken vakıf üniversitelerinin konumunun altı çizilmelidir. Vakıf üniversitelerinin tarihi kabaca iki döneme ayrılabilir. Birincisi 1996’dan 2003’e kadarki süreçtir. Bu dönemde hiçbir devlet üniversitesi kurulmazken, 21 yeni vakıf üniversitesi faaliyete başlamıştır. Dönemin YÖK başkanı Kemal Gürüz yönetimindeki bu atılım sürecinin sonlarına doğru Türkiye Avrupa Üniversite Alanına (AYA) üye olmuş, Lizbon Konvansiyonu imzalanmış, Erasmus ve Sokrates öğrenci değişim programları yürürlüğe konmuş, Lisansüstü Eğitim-Öğretim Yönetmeliği değiştirilmiştir. Bu dönem aynı zamanda gençlik hareketinin zayıflama eğilimleri gösterdiği ve neoliberal zihniyetin üniversiteler içerisinde hakim paradigmaya dönüştüğü yıllara tekabül etmektedir.
Vakıf üniversiteler tarihinin ikinci dönemi 2006’dan günümüze değin sürmektedir. Bu dönemde birinci döneme kıyasla vakıf üniversitelerinin sayısı çok daha büyük bir ivmeyle artmıştır. 2006’dan günümüze dek 37 yeni vakıf üniversitesi kurulmuştur. Birinci dönemin aksine bu dönemde devlet üniversitelerinin sayısı da önemli oranda artmış, fakat vakıf üniversitelerinin sayısındaki artış oranına erişememiştir. 2007 yılında 17 devlet 5 vakıf, 2008 yılında 9 devlet 6 vakıf, 2009’da 0 devlet 9 vakıf, 2010’da 8 devlet 9 vakıf ve 2011’de 1 devlet 8 vakıf üniversitesi kurulmuştur.
Türkiye’nin üniversite kurma politikaları çerçevesinde ikinci dönemi birincisinden ayıran diğer bir nokta yeni üniversitelerin yoğunlaştığı bölgelerdir. 1995’ten 2007’ye kadar süren Kemal Gürüz ve Erdoğan Teziç’in YÖK başkanı olduğu dönemde kurulan 27 vakıf üniversitesinin 15’i İstanbul’dadır. 1997’de Mersin’de kurulan Çağ Üniversitesi haricinde tüm vakıf üniversiteleri üç büyük ilde toplanmıştır. Bu resim Yusuf Ziya Özcan döneminde önemli ölçüde değişime uğramıştır. Bu dönemde Gaziantep’te Gazikent ve Zirve, Kayseri’de Melikşah ve Nuh Naci Yazgan, Mersin’de Toros, Konya’da Karatay ve Mevlana, Samsun’da Canik Başarı, Antalya’da Uluslararası Antalya ve Alanya Hamdullah Emin Paşa, Trabzon’da Avrasya, Bursa’da Bursa Orhangazi, Adana’da Bilim ve Teknoloji adlı vakıf üniversiteleri kurulmuştur. Böylece üç büyük ilin ardından Türkiye’de en fazla üniversiteye sahip iller sıralamasında Konya ve Kayseri dördüncülüğü paylaşmaktadır. En fazla vakıf üniversitesine sahip olan iller ise (üç büyük ilin haricinde) Konya, Kayseri, Gaziantep ve Mersin’dir.
Bu veriler vakıf üniversiteleri tarihinin ikinci döneminde vakıf üniversitelerinin İstanbul, Ankara ve İzmir’in dışındaki coğrafyalara hızla yayıldığını, özellikle İslamcı sermayenin kaleleri olarak değerlendirilen illerde yoğunlaştığını göstermektedir. Bu döneme özgü bir diğer önemli değişimse vakıf üniversitelerinin arkasındaki finansman gücünün sahip olduğu ideolojik-politik arka planın dönüşümüdür.
Yeni kurulan vakıf üniversiteleri, bu alanı geçmişte kontrol edebilen geleneksel burjuvaziye meydan okuyarak İslamcı burjuvazinin teknik altyapısını örgütlemektedir. Gülen Cemaati Gediz, Zirve, Mevlana ve İzmir üniversiteleriyle, İslamcı sermayenin güçlü temsilcilerinden Ülker İstanbul Şehir Üniversitesi’yle ve Mustafa Latif Topbaş (BİM) Sabahattin Zaim Üniversitesi’yle vakıf üniversiteleri alanına girmiştir. Ayrıca inşaat sektörünün yükselen unsurlarından Kalyoncu Holding Gazikent Üniversitesi’yle ve Dumankaya Holding Süleyman Şah Üniversitesi’yle sektörde kendilerine yer aramaktadır. Kayseri Sanayi Odası ve Konya Ticaret Odası kendi yerellerindeki vakıf üniversitelerine finansal destekte bulunmaktadır.
Bu dönemde kurulan vakıf üniversitelerinin birçoğu teknik ve altyapı anlamında oldukça azgelişmiş, fakülte ve enstitülülerini çoğunlukla belirli bir alanda uzmanlaşma ve yerel burjuva odaklarını güçlendirme amacıyla yapılandıran üniversitelerdir. Çoğunlukla mühendislik ve idari bilimler alanına odaklanılmakta sosyal bilimler genelde akademik yapılanmada tercih edilmemektedir. Hukuk fakülteleri Gülen cemaatinin yargı içerisinde kadrolaşma amaçlarına hizmet ettiği için cemaate yakın dershanelerin ve üniversitelerin öğrencileri yönlendirdiği bir alandır. Vakıf üniversitelerinde yüksek öğrenim ücretleri ve sıkı denetim-disiplin uygulamaları kurumsal hale getirilmiştir. Mütevelli heyetleri ve idari birimler aracılığıyla siyasi iktidarla ve sermaye çevreleriyle yakın ilişkiler kurulmaktadır. Coğrafi konumları itibariyle çeşitlilik göstermekle beraber son dönemde kurulan vakıf üniversiteleri çoğunlukla İslamcı-muhafazakar kitlelerin çoğunlukta olduğu Fatih, Başakşehir gibi muhitlere, finans-sanayi sektörünün gelişmekte olduğu semtlere ve şehir çeperlerindeki kentsel dönüşüm noktalarına yönelmektedir.
Geleneksel üniversite modelinden bir kopuşu temsil eden 2006 yılı sonrasının vakıf üniversiteleri, devlet üniversitelerinin dönüşümü için de bir kılavuz işlevi görmektedir. Sıkı bir disiplin ve gözetimin olağanlaştırılması, neoliberal zihniyetin hakim kılınması, bilginin araçsallaşması, siyasi iktidarın ve burjuvazinin hegemonyasının güçlenmesi gibi birçok açıdan vakıf üniversiteleri düzen dışı yönelimleri baskılanmış bir jenerasyonun yetiştirilmesinde önemli bir görevi yerine getirmektedir. Kritik soru ise öğrencilerin neden bu üniversiteleri tercih ettikleri, kendi gelecekleri ve yaşam tarzlarıyla vakıf üniversiteleri arasında nasıl bir bağlantının olduğunu düşündükleridir. Bu soru hem öğrenci kitlelerinin depolitizasyonunu hem de hakim politik paradigmaya eklemlenişlerini çözümlemek açısından değerlidir.
Vakıf üniversiteleri: Farklı sınıflar için cazibe mekanları
Eylül Altunay’ın İstanbul’daki öğrencilerin vakıf üniversitesi tercihleri üzerine yaptığı alan çalışması vakıf üniversitesi öğrencilerine dair sosyolojik bulgular sunmaktadır. Alan çalışmasını İstanbul’daki üç üniversitede yapan Altunay, bu üniversiteleri mevcut sınav sisteminde başarılı olan öğrencilerin tercihine göre yüksek dereceli (Koç Üniversitesi), orta dereceli (Bahçeşehir Üniversitesi) ve düşük dereceli (Haliç Üniversitesi) olarak sıralamıştır. Her üç üniversitede de öğrenim görenlerin yaklaşık yüzde 40’ı bursludur. Koç Üniversitesi’nde burslu öğrencilerin yüzde 70’den fazlası yıllık geliri 70 bin liradan fazla olan zengin ailelerden gelmekte, burslu öğrencilerin çoğunluğu i
se üst-orta sınıf ailelerden gelmektedir. Haliç Üniversitesi’nde zengin ailelerden gelen öğrencilerin oranı yüzde 19’a düşmekte, burslu öğrencilerin çoğunluğu ise orta-alt gelir düzeyine mensup ailelerden gelmektedir.
Bahçeşehir ve Koç’ta burssuz öğrencilerin çoğu özel liselerden, burslu öğrencilerin çoğu Anadolu liselerinden mezundur. Haliç’te düz liselerden mezun olanlar hem burslular hem de burssuzlar arasında en yüksek orandadır. Koç ve Bahçeşehir’de burslu okuyanların yaklaşık yarısı İstanbul dışından gelirken, Haliç Üniversitesi öğrencilerinin yalnızca yüzde 20’si eğitim amacıyla İstanbul’a gelmiştir.
Yüksek dereceli üniversiteden düşük dereceye indikçe öğrencilerin üniversiteden beklentilerinde iş bulmanın ağırlığı artmaktadır. Orta ve yüksek dereceli üniversitelerde öğrenciler prestij ve akademik imkanlara daha fazla önem atfetmektedir. Prestije atfedilen önem burslu öğrencilere kıyasla burssuz öğrencilerde daha fazladır. Koç Üniversitesi’nde burssuz öğrenciler üniversite tercihlerinde aile ve yakınlarının görüşlerini burslu öğrencilere kıyasla daha fazla dikkate almaktadır. Bu kesimin Koç Üniversitesi’ne aitlik duyguları daha yoğundur.
Buraya kadar aktarılan veriler doğrultusunda öğrencilerin sosyo-ekonomik durumları ve vakıf üniversitelerini tercih etmeleri arasındaki ilişki kısmen anlam kazanmaktadır. Yüksek dereceli (elit) üniversiteler yalnızca iş bulma olanakları bakımından değil aynı zamanda kazandırmayı vaat ettiği statü bakımından da öğrencilerin tercihlerinde rol oynamaktadır. Özellikle yüksek gelire sahip aileler ekonomik sermayenin yanı sıra sosyal ve kültürel sermayeye erişmek için, kısaca burjuva kültürel değerlerinin kuşaklar arası aktarımını sağlamak adına çocuklarının üniversite tercihlerinde belirleyici olmaktadırlar. Sabancı, Koç, Bilgi gibi elit üniversiteler, öğrencilerine birer “marka” vaat etmekte, öğrencilerin burjuva kültürel deneyimlerine görece kapalı alanlar inşa etmektedirler. Bu öğrenciler tüketim etkinlikleri, eğlence anlayışları ve geleceğe dair güvenleriyle daha alt sınıf katmanlarından gelen öğrencilerin dahil olamadığı ama kopyalayabildikleri burjuva kültürünün yeniden üretiminin gençlik kitleleri içerisindeki merkezleri olarak düşünülebilir.
Sosyal bilimlere diğer vakıf üniversitelerine kıyasla hayli önem verilmesi, disiplinlerarası sosyal bilim bölümlerinin etkinliği, elit üniversitelerin burjuva kültürel yeniden üretim havzaları olmalarının diğer unsurlarıdır. Bu durum sistem karşıtı siyasete dair bir tohum taşısa da, bu tarz bir muhalefetin burjuva kültürünün değirmeninde öğütülmesi her zaman bir tehlike olarak mevcuttur. Örneğin, bu üniversitelerdeki güncel siyasete dokunan konferanslar, toplumsal sorunlara dair akademik çalışmalar, çeşitli düşünce kulüplerinin etkinlikleri görece muhalif bir görünümü kurabilirken, yönetimin ileri düzeydeki piyasacı hamlelerine, asistanların güvencesizleştirilmesine ya da sendikalı işçilerin işten çıkarılmasına karşı güçlü bir muhalefet örgütlememektedir. Muhalefet ehlileştirilmiş biçimleriyle var olabilmektedir. Örgütlenme hem burjuva kültürünün havucuyla hem disiplin yaptırımlarının sopasıyla kısıtlanmaktadır.
Elit üniversiteler bahsinde 2008 yılında kurulan, Nakşibendi tarikatına yakınlığıyla bilinen ve Gökhan Çetinsaya’nın YÖK başkanlığına getirilmeden önce rektörlük yaptığı İstanbul Şehir Üniversitesi ayrı bir mercek altında incelenmelidir. Şehir Üniversitesi hem seküler eğilimli elit üniversitelerin eğitim modelini devralan ve yüksek finansman gücü sayesinde prestijli akademisyenleri kendisine çekebilen hem de İslamcı bir gençlik profiline burjuva kültürel hazinesinden pay vermeyi amaçlayan bir profil sergilemektedir. Bu bakımdan yükselen İslamcı orta sınıfların kültürel hegemonyasının inşa edilmesinde ve AKP’nin on yılında gelişemeyen İslamcı entelektüel sınıfın oluşmasında bir kaldıraç işlevi görmeyi amaçlamaktadır.
Araştırmaya konu olan Haliç Üniversitesi ise 2006 yılından sonra sayısı hızla artan vakıf üniversitelerinin ortalama bir modelidir. Bu üniversiteler iş bulma kaygısının daha belirleyici olduğu bir gençlik kesimini cezbetmektedir. Öğrenci seçme kriterleri büyükşehirlerdeki üniversitelere kıyasla daha düşük olan bu vakıf üniversitelerinin 2006 sonrasında birçok Anadolu şehrinde yaygınlaşması bu şehirlerde yaşayan öğrencilere bazı olanaklar sağlamaktadır. Öğrenciler bu üniversiteler sayesinde hem yaşadıkları şehirlerde üniversiteye gidebilmekte (bu durum özellikle aile baskısının altındaki kadın öğrenciler için bir tercih sebebidir), hem de bulundukları şehirdeki diğer devlet üniversitelerine kıyasla daha iyi bir eğitim görmeye ve daha nitelikli meslekler edinmeye çabalamaktadır.
Vakıf üniversitelerinde öğretim üyesi sayısının öğrenci sayısına oranı devlet üniversitelerinin 2 katıdır. Bu durum kısmen daha nitelikli bir eğitim ve daha yakın öğrenci-akademisyen ilişkileri görüntüsünü yaratmaktadır. Gerçekte vitrinlik, yüksek maaşlı birkaç akademisyenin dışında bu üniversitelerin sahip olduğu akademik sermaye yarı-zamanlı öğretim görevlileri ve yüksek iş yoğunluğu altında çalışan asistanlardan oluşmaktadır. Diğer bir husus, üniversitelerin kendilerini nitelikli ve prestijli göstermek adına neoliberal yüksek öğrenim piyasasında geçer akçe haline gelen makale sayısını artırmaya yönelik çalışmalarıdır. 2006 yılı sonrasında açılan vakıf ve devlet üniversitelerinin akreditasyon politikalarıyla uyumlu olarak bu konuya özel bir önem atfettiği görülmektedir. Örneğin, 2010 yılı istatistiklerine göre, makale sayısının öğretim üyesi sayısına oranına bakıldığında Aksaray Üniversitesi 2.38, Adıyaman Üniversitesi 3.57, Acıbadem Üniversitesi 3.04, Iğdır Üniversitesi 3.33 ve Tunceli Üniversitesi 4.45’lik oranlarla Boğaziçi (0.89), ODTÜ (1.26), Bilkent (1.24), Sabancı (1.04), Koç (1.20) gibi üniversiteleri açık ara geride bırakmaktadır. Tüm üniversitelerin bu alandaki ortalaması 0.65’tir.
Üniversite-sanayi işbirlikleri, bu üniversiteleri meslek edindirme noktasında olduğu gibi, sınıfsal açıdan ayırt edici bazı özelliklerin vurgulanması bakımından da cazip kılmaktadır. Öğrenci seçme kriterlerinin düşüklüğü orta-alt sınıfsal kökene sahip, sınavlarda görece başarılı olan bazı öğrencilerin burs imkanlarıyla vakıf üniversitelerinde yer bulabilmesini sağlamaktadır. Bu kategoriye dahil olan öğrenciler başka bir şehirde yaşamanın mali ve psikolojik külfetine katlanmaktansa bulundukları şehirde görece daha fazla olanaklar sağlayan vakıf üniversitelerini tercih edebilmektedir. Yine de öğrencilerin aileden uzakta öğrenim görme arzuları, öğrenci kitlelerinin farklı şehirlere hareketliliğine yol açmaya devam etmektedir.
Bazı sonuçlar
Genel olarak üniversite sayısındaki özelde ise Anadolu şehirlerindeki vakıf üniversitelerinin sayısındaki artışın hem üniversite öğrencilerinin sosyolojik yapısı hem de üniversitenin neoliberalizm altında dönüşümü konularında büyük öneme sahip birkaç temel gelişmeye kapı aralayacağı söylenebilir.
Birinci husus, artık “her ilde üniversite” kurulmasıyla birlikte üniversite-toplum ilişkilerinin değişen bir karaktere bürünmesidir. Üniversiteler sahip oldukları tüketim potansiyeliyle yerel ekonomiyi canlandırmakta ve yöre esnafını tatmin etmektedir. Fakat üniversitenin değer yitimi sürecinin sonucunda, yöre halkının gözünde üniversite, ekonomik-politik sorunların karşısında dayanışma kurulabileceği bir güç olarak değil salt bir ekonomik kaynak olarak işlev görmek
tedir. Muhafazakar taşra bölgelerinde üniversiteler ekonomik canlanmanın olduğu kadar halk ve üniversiteliler arasında kültürel gerilimlerin de kaynağı olabilmektedir. Vakıf üniversiteleri küçük şehirlerdeki gençlik kitleleri içerisinde sınıfsal ayrımların ve kültürel seçkinciliğin daha görünür olması yönünde bir etkide bulunarak kültürel parçalanmışlığı perçinlemektedir. Üniversitenin bankalar, çokuluslu şirketlere ait kafeler, kariyer etkinlikleri ve özel güvenlik şirketleriyle işaretlenmesiyle mekânsal düzenleme sınıfsal ayrışmanın görünürlük kazanmasına yol açmaktadır. Bu durum dayanışma ağlarının kurulmasını kısmen zayıflatmaktadır.
Üniversiteler artık büyükşehirlerde kurulu, az eğitimli yöre halkından hem coğrafi hem entelektüel olarak ayrışmış, bu bakımdan erişilmesi güç bir statü simgesi olarak değil; yürüyüş mesafesindeki, kendi çocuklarının da eğitim gördüğü herhangi bir okuldan farklı düşünülmeyen mekanlar olarak algılanmaktadır. Üniversite, eskiden olduğu gibi sınıfsal yükselmeyi vaat etmemekte, var olan sınıfsal konumu sürdürebilmeye yaramaktadır. Öğrenciler geleceğin siyasetçileri, yöneticileri, bilim insanları değil; iş bulma çabasındaki korunmasız müşterilerdir. Üniversitenin neoliberal dönüşümü, üniversite-toplum ilişkilerinde coğrafi bir yakınlaşmayı sağlasa da toplumun ve üniversitelilerin “bildiğimiz üniversiteden” uzaklaşmasına yol açmaktadır. Bu durum yeni mücadele dinamiklerine olduğu gibi neoliberal üniversiteyi kurumsallaştıran birçok tehlikeye de gebedir.
İkinci husus, vakıf üniversitelerinde baskın durumda olan sermaye-üniversite işbirliğinin devlet üniversitelerini de içine alan üniversiteler arası rekabeti tetiklemesidir. Vakıf üniversiteleri kurucu vakıflar, mütevelli heyetleri ve siyasi ilişkiler aracılığıyla yerel sermaye odaklarıyla güçlü bağlara sahiptirler. Bölgedeki sanayi ve ticaret odalarının, yerel sermaye odaklarının finansman gücünü kullanma potansiyelleri, onları aynı ilde mevcut olan devlet üniversitelerine kıyasla neoliberal eğitim ve araştırma piyasasında avantajlı kılmaktadır. Bu durum devlet üniversitelerini yerel sermaye kaynaklarını elde etmek adına vakıf üniversiteleriyle rekabete girmeye zorlamakta, daha yoğun bir piyasalaştırma sürecini tetiklemektedir. (Bu husus GATS’ın yerelleşme projeleriyle ilişkili olarak hayata geçirilmektedir.) Vakıf üniversitelerindeki kurumsallaşmış neoliberal kültür devlet üniversitelerine tezahür ederek, buradaki mevcut direnç merkezlerini kısıtlamaktadır.
Üçüncü husus, yükselen öğrenci nüfusu ve bunun hem yüksek öğrenim sisteminde hem de toplumda yol açtığı yapısal sorunlardır. 2006 yılı sonrasında kurulan vakıf üniversitelerinin birçoğunun mevcut öğrenci sayısı 500’ü aşmamaktadır. Aynı zamanda bu üniversiteler sahip oldukları finansal kaynakları kullanarak genişlemeye, yeni kampüsler inşa etmeye çalışmaktadır. Bu bakımdan vakıf üniversitelerinin sayısındaki artış aynı zamanda öğrenci sayısındaki artışa bir ön hazırlık dönemi olarak düşünülebilir. AKP’nin dershaneleri liseleştirme ve üniversite giriş sınavlarını kaldırma niyeti de üniversite öğrencilerinin sayısında keskin bir artışa yol açacaktır. Bu durum oldukça yüksek olan üniversite mezunu işsizlerin sayısının daha üst bir seviyeye taşınmasıyla, iş sektöründeki güvencesizliğin tırmanmasıyla sonuçlanacaktır.
İş sektörünün artan güvencesizliği ve yüksek işsizlik oranları üniversiteyi görece güvenceli bir ortam kılmaktadır. Bu durum üniversite eğitimini uzatmaya ya da akademik kariyere yönelmeye yol açmaktadır. 2010 yılında ÖYP kapsamında araştırma görevlisi kadrosu için yapılan başvurular kalifiye işsizliğin Türkiye’de gelmekte olduğu boyutları sergilemektedir. Sinop Üniversitesi’nde 35 kadroya 4 bin, Çankırı Karatekin Üniversitesi’nde 70 kadroya 5 bin, Uşak Üniversitesi’nde 35 kadroya bin, Hakkari Üniversitesi’nde 35 kadroya 1200’ü aşkın insan başvurmuştur. Son 10-15 yılda üniversitelerin toplumsal anlamının dönüşümü çarpıcıdır. 90larda üniversitede yüksek lisans-doktora öğrenimine devam etmek “bilim aşkı”, “idealizm”, “okumaya hevesli olmak” olarak yorumlanırken bugün üniversite sonrası hayatın korkusu üniversiteyi rasyonel bir tercih durumuna getirmiştir. Üniversite geçmişte akademik özgürlüğün, bilimsel-idari özerkliğin “fildişi kulesi” iken, şimdi güvencesizlikten, işsizlikten kaçışın “fildişi kulesi” haline gelmiştir. Geleceğin öğrenci mücadelesi üniversitenin bu konumunu ne kadar koruyabileceği sorusuna yakından bağlıdır. Akademik personelin güvencesizleştirilmesi, işsizlik tehlikesinin öğrenciler üzerindeki artan baskısı üniversitenin görece ayrıcalıklı konumunu özellikle ekonomik anlamda uzun süre koruyamayacağının işaretidir.
Direniş olanakları
Vakıf üniversitelerindeki hızlı yeniden yapılanma karşısında ciddi tepkiler yaratıyor. Yakın zamanda vakıf üniversitelerinde gerçekleşen eylemler görece yüksek gelire sahip kesimlerin dahi piyasalaştırma uygulamalarından rahatsızlığını açığa çıkarırken, öğrenci hareketine de yeni bir saha açıyor. Bu eylemlerin çıkış noktaları 1. Bologna sürecinin üniversitelerde tam olarak işlerlik kazanmasına yönelik üniversite politikaları, 2. Üniversite-sermaye entegrasyonunu daha üst bir çıtaya yükseltme amaçlı uygulamalar ve üniversite içi hizmetlere erişimin zorlaşması, 3. Akademik özgürlüğe ve öğrencilerin demokratik haklarına yönelik saldırılar olarak sıralanabilir. Bu eylemler üniversite içerisindeki örgütlenme çabalarının kısıtlanmış olması sebebiyle çoğunlukla internet üzerinden örgütleniyor. Devlet üniversitelerindeki öğrenci eylemlerinden ayrıldıkları bir diğer nokta ise, eylemlerin genelde mütevelli heyetini hedef alması. Birkaç örnek bu başlıkları daha anlaşılır kılabilir.
Ağustos 2011’de Bilgi Üniversitesi öğrencileri ve akademisyenleri çeşitli gerekçelerle 27 öğretim görevlisinin üniversiteden atılmasını protesto ettiler. Bilgi Üniversitesi’nin hisselerinin yarısı 2006 yılında Amerikan menşeli ve eğitim sektöründe pazar arayışı içerisinde olan Laureate adlı bir şirket tarafından satın alındı. Bilgi Üniversitesi’nde taşeron çalıştırmaya karşı çıkan sendikalı işçilerin işten çıkarılmasının ardından, çoğu sendikalı olan öğretim görevlilerinin de üniversiteden uzaklaştırılması şirketin güvencesiz çalışma koşullarını dayattığını gösteriyor. Daha önce yemekhane ücretlerine karşı eylem yapan öğrenciler Nisan ayında da gelecek eğitim yılındaki öğrenim ücretlerine yapılan 4 bin TL’lik zammı sosyal medya aracılığıyla protesto ediyorlar.
Üniversitenin piyasa mantığı doğrultusunda yeniden yapılanması öğrencilerin eğitim hayatını da zorlaştırıyor. 2011 Mart’ında Maltepe Üniversitesi öğrencileri derslere yüzde 80 devam zorunluğunun getirilmesini ve ders programlarının üniversite içi tüketimi artıracak şekilde planlanmasını protesto ettiler. Yüksek iş yoğunluğu ve işten çıkarılma tehlikesi altında ezilen akademisyenler de öğrencilere destek oldular. Şubat 2012’de, Aydın Üniversitesi öğrencileri not sisteminin değiştirilmesi ve sınıf geçmenin daha zor hale getirilmesini protesto ettiler. Eylemde Bologna karşıtı sloganlar sıkça kullanıldı. Yükselen piyasalaştırma uygulamalarına karşı benzer bir tepki Haliç Üniversitesi’nden çıktı. 400’ün üzerinde öğrenci üniversiteye borçlu olmaları bahane edilerek sınavlara alınmamalarını eylemle karşıladı. Son olarak Fatih Üniversitesi öğrencileri yüksek öğrenim ve yurt ücretlerini, niteliksiz sağlık hi
zmetini yaklaşık 1000 kişilik bir toplulukla protesto ettiler.
Yüksek öğrenimin yeniden yapılanmasının temel unsurlarından birini hükümetin üniversite kurma politikaları oluşturuyor. Vakıf üniversitelerinin sayısının artması üniversite-şirket ilişkilerinin, piyasalaştırmanın, üniversiteler arası rekabetin, piyasa mantığı ekseninde yapılanmanın olağanlaşmasına hizmet ediyor. Fakat hem devlet üniversitelerinde hem de vakıf üniversitelerinde üniversite-sermaye işbirliği, Bologna sürecinin ilerleyen adımları, akademik-bilimsel özgürlüklerin kısıtlanması ve müşterileştirme politikaları gün geçtikçe daha yoğun bir tepkiyi büyütüyor. Vakıf üniversiteleri yüksek öğrenim sistemindeki neoliberal değişimin itici bir gücü olduğu kadar, neoliberal uygulamaların antidemokratik ve piyasacı içeriğine karşı ciddi tepkilerin birikebileceği alanlardır. Öğrenci hareketi açısından vakıf üniversiteleri görece yeni ve şimdilik “kendiliğinden hareketlenen” muhalefet havzaları halinde. Bu alanın ekonomik, sosyolojik ve politik açılardan çözümlenmesi hem yüksek öğrenimin dönüşümünü anlamak hem de vakıf üniversiteleri içerisinde etkin ve örgütlü bir muhalefetin gelişebilmesinin ön şartıdır.