“Gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde devlet eliyle tiyatroculuk olmaz. Ben Kadir Bey’i tebrik ediyorum. Aynı şeyi Bakanlar Kurulu’na getireceğim. Tiyatroları özelleştirmek suretiyle buyurun tiyatrolarınızı istediğiniz gibi oynayın. Destek gerekirse biz de istediğimiz oyunlara sponsor oluruz. Buyurun işte özgürlük.” Tayyip Erdoğan’ın, özgürlük isteyen tiyatroculara verdiği bu yanıtı bir kenara yazalım. Çünkü bu sadece tiyatro ile sınırlı kalmayıp […]
“Gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde devlet eliyle tiyatroculuk olmaz. Ben Kadir Bey’i tebrik ediyorum. Aynı şeyi Bakanlar Kurulu’na getireceğim. Tiyatroları özelleştirmek suretiyle buyurun tiyatrolarınızı istediğiniz gibi oynayın. Destek gerekirse biz de istediğimiz oyunlara sponsor oluruz. Buyurun işte özgürlük.”
Tayyip Erdoğan’ın, özgürlük isteyen tiyatroculara verdiği bu yanıtı bir kenara yazalım. Çünkü bu sadece tiyatro ile sınırlı kalmayıp yakın zamanda eğitimden başlamak üzere bütün bir kamusal alana hâkim kılınması için uğraşılacak olan yeni düzenin işaretidir.
Bu düzenin iki temel dinamiği var. Birincisi, yenişmesi ya da uzlaşması mümkün olmayan ve kendini ağırlıkla farklı kültürel kodlarla ifade eden toplumsal kesimlerin süreğen kamplaşma ve çatışmasıdır. İkincisi özgürlüğü ve uzlaşmayı piyasa kurallarına tabi kılan ve “paran kadar özgürlük” diyen neoliberalizmdir. Bunun, parası olmayan çoğunluk açısından karşılığı ise AKP’nin iktidar gücünü kullanarak toplumsal yaşamın bütün hücrelerini kendi totaliter özlemleri doğrultusunda tahakküm altına almasıdır.
Lübnanlaşma
Lübnan’ın yaşadığı dönüşüm, Tayyip Erdoğan’ın tiyatro tartışması üzerinden dışa vurduğu gelecek toplum tasarımının neye benzediğini algılamak açısından incelenmeye değer. 1975’te etnik-mezhepsel kamplaşmalar ekseninde başlayan uzun ve yıkıcı bir iç savaş yaşayan Lübnan’da savaş biçimsel olarak 1990’da son buldu. Bölgesel ve küresel güçlerin de katkısıyla Lübnanlılar yıllar boyu çatıştı, yenişemedi ve savaştan yorgun düşüp, gerçek anlamıyla barışmadıysa da silahları bıraktılar. Lübnanlaşma kavramı da bu iç savaştan türedi.
Resmi barışa rağmen ülkenin 18 etnik-mezhepsel kimlik ekseninde yaşadığı kamplaşma şiddetlenerek sürdü. Bunu sağlayan da ülkenin neoliberal dönüşümü oldu. Mahalleler zaten bölünmüştü. Şii mahallesi, Hıristiyan mahallesi, Sünni mahallesi… Her mahallede ayrı bir hukuk işliyor. Şii mahallesinde kısa etek, fotoğraf makinesi, içki vs. yasak. Şii mahallesinde bir ateist olarak yaşayabilirsin ama sesini çıkarmadığın ve Şii hukukuna göre hareket ettiğin sürece…
Buyurun işte özgürlük
Neoliberalizmin kamplaşmaya katkısı, her gruba piyasa kanalıyla ve etnik-mezhepsel bir temelde kendi kamusallığını kurma şansı tanıması oldu. Bunun en belirgin örneği eğitimde yaşanıyor. Okullar bölünmüş durumda. Her etnik-mezhepsel kimlik kendi özel okulunu açıp kendi müfredatını işletiyor, kendi dinini öğretiyor. Her etnik-mezhepsel kimliğin tarih kitabında diğer 17 grup düşman, din kitabında diğer 17 grup kâfir.
Her etnik-mezhepsel grup kendi sosyal ve kültürel hizmet birimlerini kuruyor. Daha doğrusu yaşamını ve kimliğini parası kadar var ediyor. Her grup kendi sendikasını kuruyor. Bu sendikalar da sermayeye karşı mücadeleden çok işçilerin kendi grubunun sermayesiyle uzlaşmasını, sınıf içi bölünmeyi örgütlüyor.
Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi, “Buyurun işte özgürlük!” İstediğin müfredat, istediğin sendika, istediğin eğitim, istediğin kültür, istediğin hukuk… Ama paran kadar.
Çok tanrılı Lübnan’ın tek tanrısı
Lübnan’da 18 tanrı var ama bir de onlardan büyük bir tanrı var: Para. Hizbullah denetimindeki bir Şii mahallesi ile yolun karşısındaki bir Hıristiyan mahallesinde inanılan tanrılar farklı ama bu iki mahalleden yönünüzü denize dönüp Beyrut’un kent merkezine ilerlediğinizde, Lübnan’ın gerçek tanrısı ile karşılaşıyorsunuz.
Lübnan’ın 2005’te suikaste kurban giden müteahhit Başbakanı Refik Hariri’nin iç savaşın yıkımını fırsat bilerek el koyup dev bir şantiyeye çevirdiği ve 4-5 metrekarelik bir türbeden arta kalan bütün alanı bir mega-proje eşliğinde, sadece parası yetenlerin girebileceği şekilde yeni baştan inşa ettiği kent merkezi “Down Town.” Down Town’ı inşa eden de, bizdeki TOKİ’nin Lübnan’daki muadili: Hariri ailesinin Solidere şirketi. Körfez sermayeli dev inşaatlar, lüks alışveriş merkezleri, milyon dolarlık süitler, birkaç bin dolarlık elbiseler, kalemler, saatler… Yaşamını çalışarak kazananların ancak vitrinlere bakabildiği şehir merkezi…
Sözüm ona Ortadoğu’ya model olan, gerçekteyse Körfez eksenini model alan AKP’nin çılgın projelerinin, acele kamulaştırma ve afet yasalarının yapılmışı Beyrut’ta var. Lübnan’ın 18 tanrısının orada hükmü yok. Orada din, neoliberalizm; tanrı da para. İşte bu tanrı, hükümdarlığını öteki 18 tanrıya inananların kendi aralarındaki kavgasına ve neoliberalizme biatına borçlu.
Buna da Neo-Lübnanlaşma diyelim.*
Türkiye Neo-Lübnanlaşır mı?
AKP’nin yüzde 50 oy desteği ile süren güçlü iktidarı toplumda kamplaşmayı giderek derinleştiriyor ve iktidarın gücü aynı zamanda bu kamplaşmadan besleniyor. AKP iktidarda kaldıkça bu süreğen gerilimin son bulması da mümkün görünmüyor. Türk-İslam sentezinin İslamcılığı daha öne çıkaran bir yorumunu savunan AKP; laik kentli elitlerle, Alevilerle, Kürtlerle, sahil milliyetçisi / laik milliyetçi CHP’li kesimlerle ve kısmen de ‘Türkçülüğü öne çıkaran Türk-İslamcı MHP’ ile gerilimi bilerek ve isteyerek gündemde tutuyor. Bu sınıf dışı gerilimlerin katkısıyla neoliberal programını sınıfsal kamplaşmalar yaratmadan ilerletebiliyor.
Neoliberal dönüşüm, İslamcı burjuvazinin yükselişinin önünü açarak sosyal ağları, medyası ve eğitim kurumları ile İslamcı kamusallığın gelişimi yolunda kayda değer bir kanal açtı ve ne yazık ki bu durum “biz de aynısını yapalım” diyen muhalif kesimlerce kanıksanabiliyor. Alevi hareketi içindeki sivil toplumcu damarın Fethullah Gülen hareketine öykünmesi, Kürt hareketi içindeki liberal damarın “demokratik özerklik” gibi tartışmalardaki AB’ci, özelleştirmeci yorumu ve parasına güvenen kentli elitlerin “özel olsun, güzel olsun” yaklaşımı AKP’nin karşısından AKP’nin değirmenine su taşıyan örnekler olarak öne çıkıyor.
Erdoğan’ın, liberal hegemonyaya teslim olmuş muhalifleri arasından da destek bulabilecek olan bu “özgürlük” anlayışının ideal hali bugünkü Lübnan’da mevcut: Herkesin sınıf dışı bir toplumsal saflaşmalar girdabında, kendi kimliğini bu parçalanmışlığın yeniden üretimine tahsis ederek yaşadığı ve bu parçalanmışlık sayesinde paranın iktidarına mutlak olarak boyun eğdiği bir düzen. Türkiye’nin AKP eliyle aşınmak bir yana daha da pekişen merkezi devlet yapısı ile Lübnan’ın başından itibaren etnik mezhepsel ayrıma dayalı zayıf merkezli devlet yapısı arasındaki köklü fark, bizi bu “çok kültürlü ideal”den uzak tutup totaliter bir yapıya sıkıştırsa da sonuç değişmiyor. Neoliberal özgürlük vaatlerine meyledenler, kah kansız bir iç savaş kah totaliterleşen bir iktidar kanalıyla, sermayenin iktidarını mutlaklaştırmasına hizmet ediyor.
Tayyip Erdoğan’ın tiyatroculara seslenirken “Buyurun size özgürlük” diye tarif ettiği özgürlük budur. Sınıf eksenli bir mücadele ile değil de etnik-mezhepsel-kültürel kodlarla kamplaşan bir toplumun varacağı özgürlük de Tayyip Erdoğan’ın buyurduğu özgürlüktür.
Dipnot:
* Arap halk hareketlerinin, yaşananları bütünüyle emperyalizmin oyununa bağlayanlar ve yaşananları emperyalizmin çıkarlarına uygun olduğu ölçüde görenler tarafından ihmal edilen bir unsuru da Lübnan’da sokağa çıktı. Lübnan Komünist Partisi’nin de aralarında bulunduğu çeşitli sol toplumsal kesimlerin oluşturduğu bir cephe 2011 baharında Beyrut’ta mezhep sistemine karşı on binlerin katıldı
ğı (yani dikkate değer kitlesellikte) yürüyüşler eşliğinde bir kampanya yürüttü. Bu yürüyüşlerin taleplerinden biri de eğitimin yukarıda sözü edilen parçalı yapısına son verilmesi idi.