Vatan gazetesi, haberinde Ersin Arslan’ı bıçaklayarak öldürenin, çok sevdiği dedesinin akciğer kanserinden ölmesine duyduğu infialinden söz ediliyor (bu ifade değişmiş, daha çok değişecektir. Ancak ifadelerin ötesinde ortada duran gerçeklik var). Haberin ayrıntılarındaysa zanlının baklavacıda çalıştığını, dedesinin maaşını çekmeye gittiğini öğreniyoruz. Herhalde çok nadir olmayan bir aile tablosu. Ne kadar mutlu olduğu Anadolu kaplanlarının ne kadar […]
Vatan gazetesi, haberinde Ersin Arslan’ı bıçaklayarak öldürenin, çok sevdiği dedesinin akciğer kanserinden ölmesine duyduğu infialinden söz ediliyor (bu ifade değişmiş, daha çok değişecektir. Ancak ifadelerin ötesinde ortada duran gerçeklik var). Haberin ayrıntılarındaysa zanlının baklavacıda çalıştığını, dedesinin maaşını çekmeye gittiğini öğreniyoruz. Herhalde çok nadir olmayan bir aile tablosu. Ne kadar mutlu olduğu Anadolu kaplanlarının ne kadar kaplan olduğunca meçhul bir ailenin. Geçinmek için dedenin emekli maaşına bakan, iş meslek edinememiş, baklavacı dükkanında çalışan bir genç. İnfialin sebebi makineyi döndüren devredeki bir kopma, hedefi ise olan bitenin, “bu parayı alamamasının” sorumlusu olarak bellediği göğüs cerrahı doktor Ersin Arslan. Makineyi döndüren ise infial içindeki kitlenin anlayamadığı geçimlikler. Tu kaka edilen, ellerinden alınması gündemdeyken sessiz kaldıkları sosyal haklar. Böyle yaşamayı zorunlu kılan işsizlik, mesleksizlik. Hak olduğu ancak kaybedildiğinde anlaşılan yaşamlar. O yaşamlardan çalınanlar. O yaşamların çaldıkları… Konuşmadan, ses çıkarmadan izlenen oyun. Ve o oyunun bir yerinde bilgisi, becerisi, tutumuyla genelden ne kadar farklı ve aykırı olan doktorlar. Boyaların aktığı sözde memnun, mutlu tablonun aykırı figürüne saldırmak, yalanı sürdürmek ve büyütmek için belki. Bu figür doktor, hemşire, sağlık çalışanı.
İkinci nokta burada düğümleniyor. Cinayeti işleten basit bir öfke, öfkeye kapılma, deliye dönme değil. İlk başta hedef olarak, kurban olarak seçilen doktor. Perdeyi aralamak ürpertici belki ama bu bir yerlerde, bazı zihinlerde doğallaşmış. “Ameliyat etti ya”, “kurtarılamadı ya”… sorumlu -elbet- doktor. “Evet öldürdü ama hafifletici sebebi var” demeye getirmek için. Son yıllarda böyle düşünen çok olmalı ki buzdağının görünen kısmını yansıtan istatistiklere göre bile hekime, sağlık çalışanlarına yapılan saldırılar arttı. Dolaylı bir sonuç olarak hasta ve yakınlarında “elli birinci hasta görülmedi”, “doktor hastayken neden çalışmadı” ya da hastane idarecilerinde “bu hastaneye -işletmeye- yeterince para kazandıramadı” yollu şikayetler arttı. Gerekli donanıma, yatağa sahip olmadan yapılamayan bakım, müdahale için uygun koşullar yoksa… sevk veya korku pazarlığı. Yirmi dört saate uzanan sağlık hizmeti verme zorunluluğu, acil olmadığı halde pay ödenmediğinden acil servisleri işgal eden poliklinik hastaları… “sağlıkta dönüşüm”ün attığı adımlara kendini uyarlayan hastalar ve ne yazık sağlık yöneticileri, şefler, başhekimler… bu memnun etse de -TTB’nin basın bildirisinde bu “memnun etme” durumunun altı çiziliyordu, %76’nın memnun olduğu söyleniyormuş sağlık sisteminde, sağlıklı veya iyi değil, “memnun”…- her zaman mutlu sona ulaşmayan, eski Yeşilçam filmlerindeki gülmece vodvil arası kaos… garip bir can borsasını andırıyor “müşteri” görülen hastalar. Diğer yandan özel hastanelerin sayısında, yeni kurulması planlananlarda, ileri teknoloji kullanımındaki artış bu gidişle büyük bir tezat oluşturuyor. Piyasa aslında böyle bir şey. Talebin; daha iyiye, daha çabuk ulaşmaya olan talebin yoğunlaş(tırıl)ması, artması. Bu talebi oluşturacak çalışanların giderek değersizleştirilmesi; daha uzun saatlerde, daha yoğun şartlarda, daha düşük ücrete çalışmaya mahkum edilmesi. Talep cephesi ile karşı karşıya getirilerek, zorla şekillendirmeye çalışarak… Nitelikli hizmet şartlarını ihmal ederek -onun alınabildiği yer ve koşul sonra tanımlanacak. “Gelmişken eşime de baksanız” diyen de, bir çanta dolusu filmle oradan oraya gezen de, tedavinin ne için olduğunu unutan ama ilacını yutan da, tanı ve tedavinin gereklerini mitoloji tanrılarıyla handiyse eşdeğer gördüğü doktorlardan garantili olarak bekleyen de harcamanın arttığı, koruyucu hekimliğin, niteliğin geri planda bırakıldığı alışveriş merkezi modelli talep cephesinin görünümleri. Ölçüsüz, beklentisi çok bir talep. Tıpkı giderek asalaklaşan finans sermayesi gibi. Beklentilerin alınıp satıldığı ekranlar ve berisinde bunu mümkün kılan katıksız sömürü, süreci özetliyor. Tüm bunların yakıcılığından olmalı doktorlar, sağlık çalışanları sürece kazanılmadı, ikna edilmeye çalışılmadı, “sus payı” verilmedi. Doğrudan saldırıldı, kimi zaman hedef gösterildi; en hafifinden “onlar para olmadan çalışmazlar… tabii ki gelen hastaya bakacaklar…” ile…
Alanlarda yeter artık çığlığına “yetmedi öldürdünüz”le nokta konuyordu. Öylesine doğrudan, tartışmasız, yalın ve sahiciydi ne yazık… Meydanların sesli sessiz doğal bir refleksle dolmasının ardında, belki çaresizlik vardı, belki yalnızlık, bunlara karşı çıkma güdüsü, belki de daha ötesi bunları aşma çabası. Bu tepkinin, doğallığın daha geriye adım attırmaması, şiddeti var eden, “meşru” kılan çerçeveyi değiştirmek için bir şeyler yapılması, aynı birlikteliğin, aynı -belki de daha büyük- kalabalığın henüz kaba şiddete dökülmemiş diğer terbiye araçlarına karşı da aynı kararlılıkla durması… Meydanlardan, acıdan orta yolu bulmaktan söz edenlerin deyimiyle illa bir “ders” çıkarılacaksa o ders bu olmalı.
Yalnızlık üzerine de bir şeyler söylenebilir. Bugün için hedef gösterilenler, saldırılanlar hep yalnız, ya da hep yalnız bırakılmaya çalışılanlar oldu. Meydanlarda seslendirilen tepkilerde “bizim ilçemize doktor getirilsin diyenler şimdi de doktora saldırıyor” … “bu kadar okumak, çalışmak, nöbetler bunun için mi?” benzeri tepkileri öğretmenler, üniversite hocaları, avukatlar, çevre mühendisleri de dile getirdi. Her seferinde “şu kadar bin kişiyi temsil ediyorsunuz, ben ise 70 milyonu” çıkışını duyanlar da onlar oldu. “Yalnız”lar eğitimli olmakla, nitelikli bir meslek (ve kimlik) sahibi olmakla ortaklaşıyor. Dile getirilen talepler ise gelirlerin arttırılmasının ötesinde -henüz oralar gelemeden- kimi zaman çalışma, işini yapma, kimi zaman da yaşama hakkı. Şiddetle, baskıyla dışlanan, vücuduna müdahale edilen kadınlarla birleştiğinde kurgulanan -oluşturulmaya çalışılan- “toplum”un resmi çıkıyor ortaya. Ulufelerle idare edecek kul. Tıpkı işsizlik istatistiklerinde olduğu gibi kadınları, meslek sahiplerini, okul sıralarında oyalanarak bu oranları düşük tutma işlevini görenleri dışlayarak. Belki de bir diğer ortaklık da bu kesimlerin hak arama, tepki göstermedeki hızları, örgütlülükleri, alışkanlıkları. Bu sisteme sığmayan halleri onları çok temel bir düzeyde muhalif, düzen dışı kılmaya yetecek ölçüde gelişkin. Tabloyu tamamlayan diğer yıkım nesneleri: içine tükürülen, toplatılan sansürlenen, müstehcen bulunan kitaplar, “ben de yaparım ne olmuş” denen resimler, zorbaca yıkılan heykeller pek de alışıldık anlamıyla “siyasal” olmayan cansız tanıkları bu sürecin. Giderek siyasallaşan, modern, aydınlanmacı yüzleriyle…
Sistem açısından hekimlere, sağlık çalışanlarına cepheden saldırma pahasına yürütülen sağlıkta dönüşüm politikası… Faturası kolay hedef seçilen hekimlere, sağlık çalışanlarına çıkarılan çarpıklıklar… ve böylesi bir sürecin getirdiği şiddet sarmalı. Buraya kadar gelmeden, bu somutluğa ulaşmadan ayak seslerinden tanınabilecek bir zor rejimi. Belki de sadece insanların, insanlığın değil resimlerin, heykellerin, mizahın dayanışması ve mücadelesi ile karşı koymak gerekli tüm bunlara.
İkinci Dünya Savaşı sırasında kapatılan bir mizah dergisi savaş bittikten sonra ilk sayfasında “dört yıl önce hep birlikte gülmemiz engellenirken karşı çıkmış olsaydınız, büyük ihtimalle şu a
n hep birlikte ağlıyor olmayacaktık” demişti…