Fuat Ercan’ın İFMC’nin Düzenlediği 35.İktisatçılar Haftası’nda (6-8 Nisan 2011) yaptığı konuşma, sorulara verilen cevaplar ve sunuşta kullanılan bazı görseller İktisat Dergisi’nde yayımlanmıştı. Bu orjinal metnin Sendika.Org için gözden geçirilmiş versiyonunu sitemizde bir süre önce yer alan “AKP, devletin dönüşümü, faşizm” tartışmalarına katkı bağlamında yayımlıyoruz Muhafazakârlık ve iktidar konusunda konuşmanın tam zamanı. Ama aynı zamanda (kendi […]
Fuat Ercan’ın İFMC’nin Düzenlediği 35.İktisatçılar Haftası’nda (6-8 Nisan 2011) yaptığı konuşma, sorulara verilen cevaplar ve sunuşta kullanılan bazı görseller İktisat Dergisi’nde yayımlanmıştı. Bu orjinal metnin Sendika.Org için gözden geçirilmiş versiyonunu sitemizde bir süre önce yer alan “AKP, devletin dönüşümü, faşizm” tartışmalarına katkı bağlamında yayımlıyoruz
Muhafazakârlık ve iktidar konusunda konuşmanın tam zamanı. Ama aynı zamanda (kendi adıma) konuşmaktan insanı korktuğu zamanlardan geçiyoruz. Diğer yandan tam da bu yüzden konuşma/analiz yapmanın gerekli olduğu bir dönem. Acaba şu an söylediklerim kayıt altına alınıyor mu? Acaba izleniyor muyum? Korkulardan kurtulmak için korkunun üzerine gitmek gerekiyor, en azından bir sosyal bilimci olarak.
İktidarın artan gücünün en önemli göstergesi çevreye yaydığı korku. Ama iktidar ve etkinlik alanı zaman içinde değişiyor, farklılaşıyor. İktidar sizin karşınızda üzerinize üzerinize gelme hali ile, içinde yaşadığınız gerçekliğin tümünü belirlemesi iki farklı durum. Fakat içinden geçtiğimiz günler bu ikisinin birlikte çalıştığı ve çalıştığı ölçüde bizi daha bir verili ilişkilerin içine hapsediyor. E.A.Poe’nin Kuyu ve Sarkaç öyküsünü yeniden okumak gerekiyor. Öyküsünde korku/iktidarın hem bizi çepeçevre saran bir gerçeklik, ve hem de siyasal iktidarın ve devletin kurumlarının bir sarkaç gibi somut/görünür halinin nasıl eşzamanlı çalıştığını tasvir ediyor. Hemen güncelleştirecek olursak sarkaç, yani açık gözle gördüğümüz AKP iktidarı ile farklılık yaratarak genişleyen/derinleşen kapitalist işleyişin içiçe işleyişini birarada düşünmemiz gerekiyor. İktidarın güncel varoluşunu anlamamız açıısndan iki problemli hali de işaret ediyor bu ayrım, olup biteni kapitalizmin mekanik algısı ile açıklayan analizler ile olup biteni AKP ve hatta sadece kişiselleştirerek başbakanın kişiliği üzerinden açıklamak. Farklılık yaratarak genişleyerek/derinleşen kapitalizm her zaman içinde yer aldığı toplumsal işleyiş üzerinden biçimlenir. Bu anlamda da iktidar derken kapitalizmin farklılık yaratarak genişleyen/derinleşen işleyişinin üzerinde biçimlendiği toplumsal gerçekliği hesaba katmamız gerekiyor. Bu gereklilik iktidarın kapitalizmin işleyişi ile beslendiği ölçüde verili toplumsal ilişkilerdeki en muhafazakar değişkenlerle de pragmatik bir ilişki içinde olduğunu işaret eder. Günümüzde iktidar ve muhafazakarlığını anlamamızı sağlayan bir çerçeve. AKP devletin tüm baskı/korkutma biçimi olarak tanımlayacağımız sarkacı üzerimize üzerimize gelirken, muhafazakarlığın işaret ettiği gündelik hayata yönelik talepler, kapitalizmin anlam dünyası içinde biçimlenerek/eklemlenerek karşımıza çıkıyor. Kapitalizme içkin olan çalışkan olma, disiplinli olmak, düzenli olmak, uyum sağlama yeteneğine sahip olmak, verimli olmak, başarılı olmak, rekabette öne çıkmak, verilen görevi yerine getirme gibi vurgular, muhafazakarlığın temel bileşenleri din, millet, ulus, aile gibi değerlerle inanılmaz şekilde eklemleniyor. Köşeyi dönme, daha iyi yaşama, başarılı olma, daha çok tüketme gibi kapitalizmin işleyişine ilişkin değerler, bu topluma özgü muhafazakar değerlerle inanılmaz çelişkili içsel bağlantılar üzerinden gündelik hayatı, canlı-kanlı insnalar tarafından içselleştirildiği ölçüde,iktidarın soğuk-baskıcı varoluşu daha bir hareket yeteneği kazanıyor. İktidarın bu tarzı hem yukarıdan aşağıya ve ama hem de gündelik yaşamı içinde alacak şekilde, bizleri içine alacak bir şekil alması, kapitalizmin Türkiye’deki etkinliği mi, yoksa AKP’nin temsil ettiği değerlerin mi kapitalizmi etki altına aldığı yönünde yürütülen tartışmalar, ve hatta bu eklemlenme halinin sadece Gramsci, sadece Poulantzas üzerinden yürütecek tartışmalar da bir o kadar anlamsız. Anlamsız çünkü bu soru ve tartışmalar “kapitalist sermaye birikimi” ve AKP’nin temsil ettiği değerlerin çoğul, süreç içindeki çelişkili ve daha da önemlisi içind ebiçimlendiği toplumsal varoluşla ilişkili, bu çoğulluk içinde biçimlenen bir gerçeklik. Kapitalizme ilişkin statik tanımlamalar ile AKP iktidarına yönelik dinsel-kültürel ya da izole edilmiş değişkenler üzerinden analiz yapmak gerçekliğin kndine özgü doğasını zedeler, gerçekliğin analiz sırasında ölümü anlamına gelir. Kapitalist sermaye birikimi içinde geliştiği toplumsal ortamın rengini ve dokusunu alır. İçinde gelişip serpildiği dünyaya ait değerler sistemi kapitalizmin gelişimi ile yeniden yeniden etkilenerek, dönüşerek yeniden biçimlenir. Girişte belirttiğim korku(N)mun nedeni tam da bu. Kapitalist birikimin farklılık yaratarak gelişimi/derinleşmesi ile bu topraklarda gelişimi, muhafazakarlığı temsil eden iktidar ilişkileri ile inanılmaz bir şekilde iç içe geçmiş durumda. İktidar gücünü sadece baskı aygıtlarından almıyor. İktidar gücünü maddi, sembolik gerçeklik/anlamları içselleştiren kitlelerden (de) alıyor.
Bu aşamada bu topraklara özgü olan ve bugünlerde sermaye birikim mantığı içinde yeniden yeniden biçimlenen, sermaye birikiminin toplumsal içeriğini dolduran muhafazakarlık kavramını sorgulamamız gerekiyor. Ama bu yönde yapılacak bir sorgulama için öncelikle kendisi de çok muhafazakar olan ve aslında içinde yaşadığımız gerçekliği anlamamızı önleyen ve dahası siyasi iktidarın sürekli meşruluk kaynağı olan egemen analizlerden bahsetmemiz gerekiyor. Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüz Türkiye’sine sirayet eden ve belirli bir sürekliliği olan “siyasi iktidar”, güçlü devlet tanımlaması ilk işaret edilmesi gereken analiz biçimi. Bu tanım siyasi iktidar ile toplum arasındaki gerilimli ilişkiyi daha çok siyaset biliminin kavramsal çerçevesi üzerinden yaşanan değişimi analiz eder. Şerif Mardin’in ‘merkez-çevre analizi’ ya da K.Marx’ın ‘Asya Tipi Üretim Tarzı’ üzerinden biçimlenen bu tarz analizler, güçlü bir “siyasi iktidar” tanımı üzerinden sorunları ele alırlar. Bu tarz analizler son dönem öne çıkan kültür çalışmalarında da belirleyici olan toplumun sahip olduğu ‘değerler sistemi’ ile ona yabancı siyasal iktidar üzerinden bir çerçeve geliştirilir.
Ama işin ilginç yanı bu tarz analizlerin sadece Weber üzerinden biçimlenmemesi, özellikle iktisat disiplini içinde biçimlenen popülizm analizleri de devlet ve onu temsil eden siyasi iktidarın yeniden dağıtımcı politikalarından hareket eder. Daha çok Ricardocu sınıflar arası bölüşümcü dilin siyasi iktidar üzerinden biçimlendiği analizler devletin/siyasi iktidarın yaratılan zenginlik üzerindeki uygulamalarını temel alır. Bu anlamda sermaye birikiminin oluşumunu işaret eden 1960’lı yıllarda “her köşede bir milyoner yaratma” ifadesinde kendisini bulan iktisat politikalarını sadece iktisat politikaları üzerinden ele alan analizler ve bu analizlerin bugünlerde “yoz populizm”, “neo-liberal populizm” gibi müdahale temelli analizler gerçekliği, iktidarı, AKP iktidarını anlamamızı kolaylaştıran açıklamalar olmaktan uzak. İçinde doğruları barındıran ancak inanılmaz ilkel olan, 1940’sonrası modernleşmeci mantık üzerinden biçimlenen bu tür analizler, sosyal bilimlerde pişirildikten sonra medya ve gündelik hayata aktarılmıştır. Analizin sorunu toplumsal varoluşa ilişkin çoğul dünyayı sadece iktidar ilişkileri üzerinden/devlet üzerinden analiz etmesidir. Yoksa Osmanlı İmparatorluğu’nun mer
kezi siyasal yapısı ve iktidarın işleyişi tamamen mihver unsur olan toprak etrafında örgütlenmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun geç döneminde başlayan dönüşüm sürecinde, zaman içinde önce dünya kapitalist sistemi ile ticaret ve para ilişkileri ile bütünleşeme yaşanmış ve bir zamandan sonra, özellikle de 1940’lardan başlayarak, sanayileşme ve kapitalist üretimin kentlerde yeşermesi söz konusu olmuştur. Bu değişimlere bağlı olarak tepeden tırnağa değişen bir toplumsal ilişkiler alanı oluşmuştur. Tüm bu değişimleri sadece devlet ve dolayısıyla iktidar ilişkileri üzerinden analiz etmek eksik ve bu alanda kaldığı ölçüde de yanlış sonuçlara neden olacaktır.
AK Parti iktidarının seçim sonrası iktidara gelişi ve devamında bu açıklama, çevrenin merkeze geldiği, toplumun siyasallaştığı, katılımın, demokrasinin gerçekleştiği ve zamanla gerçekleşeceği gibi tezlerle bir meşruluk zemini yaratmıştır. Sadece bir örnek: AKP’nin seçim başarısının arkasından Ahmet İnsel ‘The South Atlantic Quarterly’e (102/3-Bahar-Yaz sayısı) yazdığı bir makalede, “seçimlerinden AKP’nin kazanması ve devamında oluşturulan parlamentonun 12 Eylül askeri darbesinin otoriterizminden çıkmanın, demokratikleşmenin önünü açtığını” müjdeler tüm dünyaya. Bu ve buna benzeri ifadeler/analizlerle geçti günlerimiz. AKP’nin iktidarını ve tüm uygulamalarını meşrulaştıran devlet-toplum ayrımı ve bunu gerçekleştiren sol-liberal analizlerin, bugünün korku imparatorluğunda paylarının ne kadar fazla olduğunu söylememek haksızlık olur.
Peki, toplumu temsil eden AKP iktidarı gerçekten de iktidarı topluma yaklaştırdı mı? Bu soruya cevap vermek için iki düzlemden hareket edebiliriz. İlki iktidar tanımı, yani teorik düzlem ve tabii ki daha da önemli olan yaşadığımız korku çemberinin içine her geçen gün birçok insanı alan günümüz gerçekliği.
İlk önce İktidar kavramına bakalım. Aslında E.A.Poe’nin öyküsüne referans verirken aynı zamanda iktidar kavramından ne algıladığımı da zımnen açıklamıştım. İktidar Poe’nin öyküsündeki hapishane duvarları gibi, bir yandan gittikçe bizi daha fazla içine alan gündelik hayata içkin bir işleyiş ile yukarıdan aşağıya inen sarkaç gibi kendisini açığa çıkaran iki düzlem içinde ele alınması gerekiyor.
İktidar farklı eşitsiz güçler arasındaki bir ilişkidir, “güçler arası her çeşit ilişki iktidarla ilişkilidir” (Deleuze). Ama iktidarın sarkaç mı yoksa bizi daha çok gündelik hayatta kıskıvrak yakalayan yaşanmışlıklara içkin mi olacağını, toplumsal olanı tanımlayan işleyiş/dinamizm üzerinden ancak analiz edebiliriz. Toplumsal işleyiş içindeki eşitsiz güç ilişkileri, zaman içinde farklılaşan ve bizi daha çok korkutan iktidar tekniklerine, iktidar mekanizmalarına neden olur (M.Foucault) İktidar tekniklerinin temel belirleyenleri ise toplumdaki güç eşitsizliklerini maskeler, baskılar, dışlar, sansürler, soyutlar. Tüm bu teknikler aslında normalleştirmeye yöneliktir.
Normal olan ve olmayan tanımları sürekli sürekli yeniden tanımlanır. Israrla normal olana çağrı yapılır, bu çağrının belki de en sevimsiz dile gelişi, “gerçekçi ol” diye başlayan konuşmalardır. Tüm bu teknikler sarkaç üzerinden verili olanın devamlılığını sağlama yerine, “baskı altına aldığı kesimleri kendiliğinden gönüllü olarak sürece katılmalarını” sağlayacak bir dizi mekanizma yaratır. Deleuze’in ifadesi ile: “iktidar ezilenlere yatırım yapar, onların içinden onların yardımıyla geçer; iktidar onlara dayanır” (Deleuze). İktidar üzerine gerek Foucault gerekse Deleuze’nin yaptığı katkılar çok önemli. Ama bu katkıların eksik olan yanı, iktidarın gökten zembille inmediğidir. İktidarın bizzat kendisi toplumsal işleyişin en temel değişkenlerince belirlenir. Grafikte kısaca işaret edildiği üzere İktidarın yeniden üretimi, devlet, fabrika, ev, cami gibi kamusal alanları içerir. Ama iktidarlar her zaman için iki temel değişken üzerinden biçimlenir. Bu değişkenlerden ilkine biz maddi yeniden üretim ilişkileri diyoruz. Bu ilişkiler aslında toplumsal yeniden üretim için gerekli olan, özellikle ihtiyaçlarımızı karşılamaya yönelik üretim aktivitelerini içerir. Üretim etkinlikleri bahsedildiğinde ve mülkiyet ilişkileri de var ise artık bölüşüm ve bölüşüme bağlı olarak farklılaşan tüketim etkinliğinden bahsediyoruz demektir.
Tüm bu işleyiş etrafında, mekansal bir dizi sonuçlar (kır-kent/ev-tarla ya da ev-atolye-fabrika-büro) biçimlenir. Maddi yeniden üretimdeki her gelişme toplumsal alanda farklı güç-eşitsizlik ilişkilerine neden olduğu ölçüde iktidar ilişkilerinin de gelişmesine neden olur. Doğrudan maddi yeniden üretim ilişkileri iktidar ilişkilerini belirler demiyorum ama gerçekliğe içkin ve eşzamanlı işleyen bu alanlar birbirlerini etkiler dönüştürür. İktidar ilişkileri diğer yandan yine toplumsal yapıya içkin olan sembolik dünya, değerler dünyası ile birlikte çalışır. Sembolik yeniden üretim maddi yeniden üretimle ilişki halindedir ve fakat bu ilişkinin nasıl olacağı zaman içinde ve ilişkinin gerçekleştiği toplumsal işleyişe bağlı olarak değişecektir. İktidarın yeniden üretimi gerek büyük organize güç olarak devIet ve gerekse maddi ve sembolik yeniden üretim alanına içkin olan ev, aile eve okulda işleyen çeşitli iktidar biçimlerini (patriarkal, etnik yapılar, dinsel örgütlenmeler vs) içerir. Toplumsal işleyişi tanımlayan bu üç düzey aynı zamanda kendine özgü bilme biçimlerini, yeni bilginin yeniden üretimine yol açar. Bilginin yeniden üretimi, verili olan işleyişi güçlendirip geliştiren bir özelliğe sahiptir. İşleyişi yeniden üreterek güçlenip gelişmesini ve dahası çelişkileri görünmez kılan bilgiye lehimci mühendislik ya da eleştirel olmayan bilgi üretimi dersek, bu egemen bilme biçimine karşı verili işleyişi sadece kendi toplam varoluşu içinde yeniden tanımlamayla sınırlamayan, sınıfsal eşitsizlik ilişkilerini dönüştürecek bilgiye de eleştirel bilgi diyoruz. İşleyiş halindeki kapitalizm kendine özgü özellikleri ile biçimlenip-güçlendikçe eleştirel olmayan bilgi ile eleştirel bilgi arasındaki çelişki / çatışma çok daha bir artar. O zaman işleyiş halinde olan kapitalizme, iktidarıda içeren farklılık yaratarak genişleyen/derinleşen sermaye birikim sürecine bakmamız gerekiyor. Kapitalizm ve onun dinamik belirleyeni olan birikim süreci iktisat, syaset bilimi ya da sosyoloji gibi şizofrenik bilgilenme biçimleri içinde anlaşılması olası değil. Kapitalist işleyiş toplumsal varoluşun temelş belirleyeni ihtiyaçların üretimini sadece ihtiyaçlara karşılık gelen meta-hizmet üretimi anlamın agelmez, üretimi organize eden kapitalistler için bir artı-değer yaratma anlamına gelir. Üretim sürecinde emek-gücüne ödenmeyen emek zamanı (ödenene ücret diyoruz) sadece bir artı-değer anlamına gelmez, artı-değerin yendien değerlenme süreci farklılığın tüm toplumsal yaşam içinde sosyalizasyonu, toplumsal yaşamın kapitalist ilişkiler içine çekilmesi anlamına gelir. Farkın yaratılan artı-değerin gerek realiazsyonu ve gerekse yeniden yatırıma (volarizasyon) yönelmesi verili maddi gerçeklik üzerinde değişiklikler yaratmaz ama aynı zamanda değerler ve iktidarın işleyişinin d eyeniden biçimlenmeisne neden olur.Bu işleyiş m
ekanizma bizim gibi geç kapitalistleşen-sanayileşen-modernleşen toplumlarda daha çelişkşli/kompleks biçimler alır. Geçmişe ait değerler iktidar ilişkileri ile açığa çıkan farkların(kapitalist zenginliğin) eşitsiz eklemlenmelerinin açığa çıkardığı toplumsal varoluşlara neden olur. Sorunlu olan gerçekliğin nasıl bilgi düzeyine taşınacağıdır. İlk elden şizofrenik burjuva disipliner ayrımdan uzak durmak, ikinci nokta ise sol-akademizmin ürünü olan toplumsal zenginliği Gramsci, Poulantzas ve benzeri düşünürlerin kavramsal dünyasına sıkıştırmaktan, bu düşünürlerin kavramlarının işaret ettiği kadar görmeye çalışmaktan uzak durmak.Bu bu düşünür yazarlardan uzak durmak değil, gerçkliği bu düşünür-yazarların dünyasına sıkıştırmaktan uzak durmak anlamına geliyor.
Kapitalist işleyiş iktisadın bilgisine indirgenemeyeceği gibi siyaset biliminin bilgisine de indirgenemez. Çünkübu sosyal disiplinlerin şizofrenik statik analizi gerçekliği hem kendi içinde birbirinden ayrıksı alanlara ayırıyor, diğer yandan bir uzmanlık alanı olarak bu alanlara ait uzmanlık bilgileri statik/durağan br dünya tahayülü içinde biçimleniyor. Bu anlamda kapitalist-modernleşmeye ait eleştirel bir bilgi iktisatçı, sosyolog, siyaset disiplini içinden çıkması olası değil, kapitalist sermaye birikimi tarihsel olarak süreklilik arzeden işbölümü ile bütünleştiğinde gerçekliğin kendi içinde artan oranda farklılaşması aynı zamanda bunun bilme biçimlerini her ne kadar uzmanlaşmaya yani daha daracık bildik/güvenlikli sokaklara bilme hallerini yönlendiriyor olsa bilme, bilme biçiminin tam tersine işleyişin bütünsel mantığından hareket etmesi gerekiyor. İktidarın belki de kendisi için en yimanevra alanı sağladığı düzlem bu işleyişin zorunluluğu olarak açığa çıkan bilme biçimleri olsa gerek. O zaman eleştirel bilme hali öncelikle gerçekliğin işbölümü ve sermaye birikiminin belirlediği bütünsel işleyişi farklılıkları ile birlikte analiz etmeyi gerekli kılıyor. O zaman marksist bir iktisat, siyaset bilimi ve sosyolojiden söz edemeyiz, edenler kendi güvenlikli dünyalarından çıkmak istemeyenler olabilir. Ama bu tarz bir bilme çatışma/mücadelesiz hiç bir zaman olmamıştır.
Verili sistem ve doalyısıyla verili iktidar, eleştirel olan bilme biçimlerine sahip olanları denetim-gözetim altına almak ister, isteyecektir. Bizim hiç de yabancı olmadığımız bir ilişkiden bahsediyorum. Bu anlamda eleştirel bir bilme hali ilk elden kahramanlıklar yaratsa bile, kaahramanlık değil yapılan sadece ve sadece kendi içind ebilme biçimi olduğunu ısrarla işaret etmesi gerekiyor, kimlerin kendisini gerçekliğin bilgiis ile mücadele eden ve bu alana zaman ayıranların. Bilme hallerine ve bilgiye özel anlamlar atfederek bilimi yüceltme, bilen ve açıklayanı öne çıkartacak kahramanlık öyküleri her zaman iktiardan/ verili olandan yana işler.
Konuşmaya başladığımda “korkuyorum” dediğimde tam da bundan bahsediyordum. İktidar bugünlerde maskeleme ve saklama zorunda olduğu toplumsal işleyişe ait muazzam dönüşümün neler olduğunun bilinmesini istenmiyor. Bugünlerde ve yakın gelecekte sarkaç en çok bu alanda işliyor ve işleyecek. Eleştirel bilgi üretenler (bilim dünyasının üyeleri) ve verili işleyişe ait bilgileri sakınmadan dolaşıma sokanlar (medya), sarkacın en fazla üzerinde çalışacağı insanlar olacak. O zaman iktidarı konuşurken ilk elden, iktidarın toplumsal yeniden üretim koşullarını belirleyen maddi ve sembolik ilişkilerde ne gibi dönüşümler yaşandığını bütünsel olarak analiz etmemiz gerekiyor. Eleştirel olmayan bilgi üretimi, lehimci mühendislik anlayışı ile pragmatik bir şekilde işleyişin açmazları ve olası problemler üzerinde dururken, eleştirel bilgilenme ise işleyişe içkin olan güç-baskı-sömürüyü de içeren işleyişini göstermek zorunda. Ama muhalif dünya ise kendi içnde bilme haline özel değerler atfederek onu kendi içinde ayrıksı bir yere koyup, muhalif olanın en doğal parçası olarak görmeyip kahramanlık öyküleri yarattığı ölçüde iktidarın izole edici/indirgemeci mantığını güçlendiriyor. Oysa iktidara karşı tek kahraman, kapitalizmin yıkımlar yaratan farklılık yaratan işleyişinin etkisi ile yüzleşen kitlelerinörgütlü gücü olmalı.
Bu tarz bir bütünsel bakışın bize gösterdiği en önemli şey toplumsal işleyişe içkin olan sembolik dünya ile kapitalist sanayileşmenin gereklerinin muazzam bir etkileşim içinde birlikte evirilip gelişmesidir. Gelişmenin tarihsel arka planını F.R.Atay’ın şu şaşkınlığında bulabiliriz; “Burjuvalar? Acaba bu Türk sınıfı nerede?.. Cuma günleri, Türk bayrağını yalnız daire direklerinde görüyoruz. Yontma taştan, yahut betondan bankalar, ticarethaneler, atölyeler binbir çeşit bayraklarını Pazar günleri (o günlerde Müslümanların tatil günü Cuma, hıristiyanların Pazar’dır) çekiyor ve içlerinde hiç Türk bayrağı yoktur.” (Falih Rıfkı Atay’dan aktaran Şevket Altun) Evet şimdi Türk ve müslümanlardan oluşan muazzam bir burjuva sınıfı yaratılmıştır. İşte sembolik dünya ile maddi yeniden üretim ilişkilerinin tarihsel kesiştiği koşullar AK Parti’yi üretmiştir, AK Parti bu koşulların gereğini yapacak şekilde hayata müdahale ediyor. Hayata müdahale ederken AK Parti tek iktidar olarak görünse bile, AK Parti’de somutlaşan iktidar aslında bir çok kaynaktan besleniyor. Bu kaynaklar iktidarın hem yeniden üretimini sağlıyor, hem de farklılaşmasına yol açıyor. Farklılaşma iktidar sürecinde bazı kesimlerin, odakların güçlenmesine bazılarının da güç kaybetmesine neden oluyor. Bu çoğul-çelişkili süreç, sermaye birikimi ve anlam dünyalarının da etkisi ile iktidarın farklı biçim ve teknikler geliştirmesine neden oluyor. Maddi yeniden üretimde etkin olan farklı donanıma sahip olan sermaye ve sermaye örgütleri arasında çelişkili bir birliktelik devam ederken, aynı şekilde anlam dünyasında islami değerler üzerinden kendini tanımlayan AK Parti, zaman içinde kapitalist piyasanın gerekleri ile dönüşüyor. İslami değerlerin eski egemen dile gelişi yerini daha muhafazakar bir dile bırakıyor. Kapitalist piyasanın gerekleri ile pragmatik bir şekilde pratik duruma göre biçim değiştiren muhafazakarlık dönemin en belirgin özelliği oluyor. İktidar bir yandan toplumsal alanda dışlanan, göz ardı edilen farklılıkları normalleştirerek kendi belirleyiciliği altına alacak açılımları hızlandırırken (Kürt açılımı, alevi açılımı, roman açılımı), aynı zaman diliminde muhafazakarlığın temel referans noktaları olan aile, din, millet vurguları üzerinden politik müdahalelerine devam ediyor. Aslında az önce anlattığım iktidar mekanizmaları, sembolik yeniden üretim, maddi yeniden üretim ve bilginin yeniden üretimi, iktidarın yani AK Parti’nin donanımını artıracak alanları gösteriyor. AK Parti etkisini arttırmak için maddi yeniden üretim alanındaki değişimleri de arkasına alarak yasama, yürütme ve yargı alanında inanılmaz hızla değişikliklere yönelmiş durumda. Kanun hükmünde kararname, üstün kamu yararı ve kamu-özel işbirliği gibi iktidarın manevra alanını genişletecek uygulamalar tam da bu günlerde hızlanmıştır.
Bu kadar çok değişime imza atan siyasi iktidarın muhafazakarlıkla nasıl bir ilişkisi olur sorusu sorulabilir. AK Parti tıpkı yine toplumsal alana müdahale ederek değişim sürecini hızlandıran Anavatan Partisi kadar muhafazakar. Belki de Anavatan Partisi’ne en yakın parti. Muhafazakarlığ
ı burada toplumsal yapının bileşenlerinde muazzam bir eklektik dil oluşturmak anlamına geliyor. Maddi yeniden üretim ilişkileri olarak kapitalizmin ve sermaye birikiminin işleyişi, yaşamın tüm alanlarında inanılmaz bir hızla belirleyici olurken, bu maddi üretim ilişkilerinin taşıyıcısı olan yen kapitalistler, girişimciler ve iktidar ortak bir anlam dünyası inşaa ediyorlar. Toplumda var olan sembolik anlam dünyası yeni koşullara uygun bir şekilde yeniden üretiliyor ama iktidar kanalıyla üretiliyor.
Bu anlamda muhafazakarlık demek bir şeyleri bir yerde sabit kılmak, tutmak değildir. Muhafaza etmek özellikle günümüzde patriarkanın, kapitalizmin ulaşabileceği potansiyellere ulaşma anlamında değişim içererek muhafaza etmektir. Muhafaza bir şeyin bir şey içinde toplanması değil, bir şeyin kendi içinde potansiyelini sonuna kadar kullanmaktır. O yüzden muhafazakârlık, düşünüldüğü gibi, bir şeyi taşlaştırmaz. Gerçek iktidar muhafaza ettiği şeyi farklılaştırır ve yeniden üretir. Farklılaştırma ve yeniden üretimin muhafazakârlığa düşen kısmı toplumdaki patriarkal kapitalist modernleşmenin o topluma özgü olan yanlarını içererek iktidarın güçlenmesidir Bu, maddi yeniden üretim sürecinde sermaye birikim sürecinde elde edilen donanıma göre farklılıklar sergilese bile aile, din, cinsellik, milliyetçilik, ırkçılık ve bunlara eklemlenmiş olarak da çalışma, üretkenlik, rekabet gibi değerler arasında inanılmaz pragmatist dikişler atılmıştır. Zaten muhafazakar demokrasi, liberal sol, liberal milliyetçilik, liberal islam gibi tanımlamalar bu şizofrenik halin en iyi göstergeleri olmuştur. Bu nedenden dolayı muhafazakârlık genellikle verili toplumsal ilişkileri sadece tutmaz, o toplumsal ilişkilerin rengi, dokusu içinde kendini biçimlendirir, orada hayat bulur. O yüzden Türkiye’deki egemen sınıflar, egemen toplumsal ilişkiler hep muhafazakâr olmuştur. Çünkü muhafazakârlık var olan koşullarını güçlendirip, yenileyip değişimi içerir. Hele hele bugün muhafazakârlık tam tersine inanılmaz farklılaşan bir yapıyı içeriyor. Çünkü kapitalist piyasa sadece maddi yeniden üretim alanında değil değerler sisteminde de işliyor ve bu iki düzey çok çelişkili insan varoloşlarına neden olduğu gibi iktidarın uyguladığı tekniklerin de çeşitlenmesine yol açıyor. Ama ister laik, ister şeriatçı, ister batıcı ister doğucu, ister milliyetçi ister islamcı olsun, ister merkezi iktidar, isterse muhalefet (CHP, MHP) olsun, tüm bu bildik muhafazakarlar farklılıklarına rağmen ortaklaştıkları bir dil tutturuyorlar. O dil piyasanın sembolik dili, yani verimlilik, yani rekabet, yani etkinlik, yani rasyonelleşme, yani vizyon, yani misyon. Bu piyasa değerleri bugünlerde diğer geleneksel değerlerle (din, milliyetçilik, batıcılık vs) sorunsuz bir şekilde bir arada yaşayabiliyor. Bu piyasa değerlerinin dışında muhafazakarlığın gündelik hayat üzerinde hareket edeceği bir kaç alan kaldı. Bu alanlar ise başörtüsü (ki bunun da artık kullanımı kalmadı) aile, kadın, cinsellik, alkol kullanımı. İktidar bu alandaki baskıcı uygulamaları ile kitlelerin isteklerini yerine getirdiği görüntüsü yaratıyor. Tüm bu vurgulardan sonra tüm somutluğu ile Türkiye’deki iktidarı belirleyen değişkenlerin/unsurların basit bir dökümünü çıkarabilir miyiz? Deneyelim. Aşağıda grafikte bir bugünkü iktidara güç veren değişkenler ve bunun taraflarını vermeye çalıştım. Tam bir döküm mü? Tabiî ki hayır. Geliştirilmesi gerekiyor.
Burada maddi yeniden üretim, sembolik yeniden üretim ve iktidar arasında yeni öğe varsa o da kısaca cemaat diye tanımlanan Fethulah Gülen hareketi olarak bilinen gerçeklik. Bu hareket, kapitalist piyasanın gelişim hızına benzer bir hızla gelişen ve bu gelişimini üretim ve tüketim alanıyla birlikte diğer alanlarla, yani eğitimi yani polis teşkilatı ile birlikte gerçekleştiren inanılmaz bir organizasyon. Yukarıda işaret ettiğimiz muhafazakar değerlerle piyasa değerlerin inanılmaz bir organizasyon ile ivmelendiren bir yapı. Sosyal bilimci olarak gözlerimizi yumamayacağımız, ama korkarak anlatmaya çalıştığımız ahtapot gibi herşeyi içine alan paternalist-patronaj yönelimli cemaat-tarikat ilişkileri.
Bu ilişkilerin yayılıp gelişmesinde belirleyici olan, maddi yeniden üretim ilişkileri yani kapitalist sermaye birikiminin mantığı mı, yoksa kullandıkları sembolik değer yargıları mı yönündeki soru anlamsız bir sorudur. Her ikisinin de farklı uğraklarda farklı etkileri olmuştur. Ama artık geç birikimci kapitalist girişimcilerin TUSKON’u var. Yine TUSKON ve Ak Parti etkileşimi ile inanılmaz hızla gerçekleşen sermayenin uluslararası sisteme açılması var. Yeni Osmanlıcılığın maddi kaynakları burada olsa gerek. Cumhurbaşkan’ı Kürt Açılımı aynı zamanda bizim bölgede güçlenmemiz derken de bu uluslararasılaşmanın mantığını dile getiriyordu. Merkezi siyasi iktidarın müdahaleleri ile sermayenin sektörel kayışının hızlanması da bu geç birikimci ve iktidarla ilişkili kesimlerle ilişkili. Büyük güç hala TUSİAD’da ama yeni gelişenler de Jet Fadıl hızı ile birikim yapıyorlar. Kiler Grubunu, SANKO Holdingi düşünmek yeter.
Sembolik ilişkilerin toplumsal yeniden üretiminde din her zaman belirleyici olmuştur, ama bu belirleyicilik Türkiye’de kendi şartları içinde biçimlenmiştir. Milli Gazete‘den okuduğum Mehmet Şevket Eygi’nin şu değerlendirmeleri ne çok şeyi anlatıyor: “İslam’ın ruhuna uymayan yanlış metotlardan biri de dini dünyaya uydurmaya çalışmaktır. Din dünyaya ve insanlara uydurulmaz, tam aksine dünya ve insanlar dine uyacaklardır. Paralı askerlerle bu kadar ve buraya kadar” Bu dönemde dinle iktidar arasındaki ilişki pragmatist bir ilişki. Yani eğer Saadet Partisi ve çevresi dine gerçekten sahip çıkıyorsa, o zaman AKP’nin temsil ettiği din nasıl bir din? Pragmatik bir yapı, yani dinin iktidarla üretim ilişkileri içinde nerede nasıl konumlanacağı tamamen toplumsal koşullarca belirlenen bir ilişki üzerinden biçimleniyor. Türkiye’de laiklerle İslam arasındaki çatışmada “AKP iktidarı şeriatı getirecektir, şimdi takiye yapıyorlar” deniyordu. Bu tepkiler azaldı, azaldı çünkü çok daha tehlikeli bir şey oluyor. AKP İslami değerleri de içeren bir gündelik hayat muhafazakârlığına yöneliyor. O yüzden aile çok önem kazanıyor, o yüzden cinsiyet, o yüzden alkol, o yüzden giyim önemli. İslami değerler daha soyut tanımlanmalara aittir. Oysa gündelik hayatın muhafazakârlığı çok tehlikelidir. Polis gelip sizin çocuğunuzu restorandayken kontrol edebiliyor, sokakta masalara sandalyelere karışabiliyor, evinize girebiliyor. (…) Kadın nasıl giyinmeli, dekolte kıyafetler cinsel tacize davetiyedir gibi yorumlar, hem de yetkili ağızlardan çıkıyor. Olay dinin ifadesi içinde gündelik yaşamın nasıl olması gerektiği üzerine kurulu, o yüzden çok daha somut ve çok daha tehlikeli.
Türkiye gündeminde her geçen gün daha çok tartışılan bir konu da polis teşkilatının iktidar mekanizması içinde artan yeri ve önemi ve bunun Cemaatçılar üzerinden gerçekleşmesi. Eskiden ordu merkezli giden yapı yavaş yavaş yerini polis teşkilatına bırakmıyor, ama değişen, daha çok değiştirilecek olan ordunun yanında güçlü bir polis teşkilatı oluşuyor. Yakınlarda şirketlerin yönetim kurullarında eski asker, generaller gibi, emniyetten emekli olan insanları da göreceksiniz. Çünkü artık gerçekten polis teşkilatı inanılmaz bir güce ulaşmış durumda. Girişte kullandığım resimdeki her yanımızı kaplayan gözler, sürekli Büyük Takip’in korkusu içinde olmamızı sağla
yan teşkilat. Polis teşkilatı iktidarın en önemli güç kaynaklarından biri, hep vardı, ama orduyla karşılaştırdığımızda polis teşkilatı daha farklı bir güç haline geliyor. İktidarın kapitalist ilişkiler içinde biçimlenmesinin bir diğer yeni sonucu Anadolu’nun dört bir yanını dolaştığınızda karşılaştığınız; özel güvenlik birimleri. Tabii ki iktidar, iktidarını güçlendirmek üzere polis teşkilatının yanı sıra bu günlerde yandaş medya dediğimiz alanı da etki altına almış durumda. (…) Yargıdaki dönüşümü, kamu iç teşkilatının yapısındaki dönüşümü de eklemek gerekiyor. Eğitim alanında özel, kamu ve son zamanlarda gölge eğitim dediğimiz farklı alanlarda (…) iktidarı güçlendiren yapılar var. Tabii ki iktidarı haritalandırırken burada açamayacağım, açmayacağım TÜSİAD’la iktidar arasındaki, iktidarla cemaat arasındaki ilişkiler, geri çekilmeler, (…) çatışmalar devam ediyor. Tabii bir de çok uluslu şirketler ve Avrupa Birliği gibi uluslararası dinamiklerini buraya katmak gerekiyor.
Siyasi iktidar yukarıda sayılan güç donanımını kazandığı oranda bir başka dönüşüm geçiriyor. Burada detaylandıramayacağım ama (…)sadece Türkiye’de değil bütün dünyada geç kapitalistleşen ülkelerin devleti artık şirket gibi davranıyor. Hobbes’un Leviathan’ı şirket gibi davranan oligarşik dadı devlet biçimini aldı.
Hem yatırım yaparım, hem kar ederim, hem gözetler ve kollarım hem de baskı uygularım. Yani bizim her anımızı kontrol eden mobese kameralarıyla her anımızı kayıt altına alan ve tüm bunları “bizlerin güvenliği” için yapan bir devlet/iktidar ile karşı karşıyayız. (…) Her an gözetleniyoruz. Kayda geçiriliyoruz. Tüm kamu hizmetleri piyasa mantığı içinde davranıp bizi müşterileştiriyor ama vatandaşız çünkü yükümlülüklerimiz var.
Devlet (…) şirket gibi davrandığında açığa çıkan sorunlar işaret edildiğinde, bu sorunlarla karşılaşan halk tepkisini dile getirdiğinde, doğrudan güvenlik ve asayişe yönelik bir sorun olarak tanımlanıyor.
Bunu kanıtlayan bir haber: Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan, İstanbul Tuzla’daki tersanelerde meydana gelen ölümlü iş kazalarına ilişkin bir soru üzerine, Türk tersanecilik sektörünün dünyada sekizinci, mega yatçılıkta üçüncü olduğunu belirterek, “Türkiye dışındaki birtakım mihrakların, acaba sanayimizin bu hale gelmesinden dolayı duymuş oldukları bir sıkıntı ve mutsuzluk var mı? Bir provokasyon var mı? Bunun da özellikle altının iyi bir şekilde araştırılması gerekir” dedi. Babacan, Merkez Bankası’na dair konuşmada “polisiye tedbir almak istemiyoruz” diyerek durumun hangi aşamaya geldiğini gösterdi.
Türkiye’de iktidar,(…) kamusal gücü kullanarak yeni manevra alanları yaratacak uygulamaları gündemine aldı: Üstün kamu yararı, acele kamulaştırma, kamu-özel işbirliği ve kanun hükmünde kararname. Tüm bu değişimler iktidara maddi yeniden üretim alanında hem kendisi için kaynak yaratacak etkinliklerde bulunmasına olanak sağlıyor, hem de Kemal Derviş’in bir zamanlar işaret ettiği “biz sahayı hazırlayacağız siz gol atacaksınız” ifadesine uygun bir ortam hazırlanıyor Kime? Gol atacak olanlara yani sermayeye. İşte bu gol atmak için hazırlanan sahalardan öne çıkan biri de doğa. Tüm akarsular, su kaynakları, ormanlar, kentsel alanlar sermayenin karlılığı için yukarıda işaret ettiğim yeni olanaklar kullanılarak açılıyor. Bu süreç içinde (…) devletin şirket gibi davranmasının uzantılarını DSİ, TOKİ ve üniversiteler gibi daha önce merkezi iktidara, kamu yönetimine bağlı yapılarda da görüyoruz. Üniversiteler sadece YÖK gibi davranmıyor ayrıca şirket gibi davranıyor. Zaten artık rektörlük seçimlerinde akademik anlamda bir sıfat değil, piyasa için anlamlı olan girişimci rektör ifadesi kullanılıyor. Dinci olsun, milliyetçi olsun, laik olsun hepsi bir girişimci olarak kendilerini tanımlıyorlar. Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi santral konusunda girişimcilik yapmış. Özyeğin, Bahçeşehir, Bilgi üniversitelerine bakın; temiz enerji konusunda yatırımları ile kendilerinin reklamlarını yapıyorlar. Diğer yandan bu üniversitelerdeki dönüşüm sermayenin yeni sektörel beklentileri ile de uyumlu gerçekleşiyor. Kahramanmaraş’ta bir HES açılışında Başbakanın yaptığı konuşmayla da dile geldi: Enerji, makine, eğitim ve sağlık alanı özellikle 9. Kalkınma Planı Orta Vadeli Program’da yeni dönemin öncelikle teşvik edilen sektörleri olarak sayılıyor. Üniversiteler tüm bu yeni sektörlerde yeni piyasa işlevleri ile yeni rollerle tanımlanıyor. Diğer yandan bu doğa sermayenin etkinlik alanına açılmışken, yeni iktidarı demokratik katılımcı olarak tanımlayanlar için enerji alanı tam bir çelişkiyi açığa çıkarıyor. Örneğin, üstün kamu yararı adı altında bir uygulama gündeme geldi.
Geçenlerde Samsun’da Sivaslıköy diye bir köyde insanlar bizi davet etti.(…) O köyün denizle olan kıyısı, üstün kamu yararı adına önce kamulaştırılıyor, sonra da 5 tane tersane yapmak hakkı ve bir termik santral yapmak hakkıyla beraber Tuzla Tersanesi’ndeki bir şirkete devrediliyor.(…) Üstün kamu yararı sermaye ve özellikle geç sermaye birikimlerine kaynak aktarma mekanizması olarak karşımıza çıkıyor. (…) Uluslararası literatürde bunun adı kamulaştırarak özelleştirmedir.(…) Kamudaki dönüşümün bir birleşeni de Kamu Özel İşbirliği Yasa Taslağı. (…) Kamu Özel Sağlık İşbirliği Yasası çıktı, şimdi Eğitim Yasası hazırlanıyor. TOKİ’den bakın, Devlet Su İşleri’ne (…) Türkiye Cumhuriyeti Devleti kamusal alanda bir şirketleşme eğilimi içinde. Hatta Başbakanımız bir ara Tekel işçileriyle söyleşi yaparken uyardı: “Biz artık bu ülkeyi bir şirket gibi yönetiyoruz.”
AKP iktidarı Türkiye’yi inanılmaz radikal bir süreçten geçiriyor. Tuttuğu her şeyi verimlilik, etkinlik adına kullanıyor. Mesela, bir önceki Maliye Bakanı “ormanlar mı, çekin kuyruğunu gitsin” diyerek eğer kaynak gelecekse bütün sahip olduğumuz doğal varlıkları, çevre, yaşam ortamlarını tahrip edebileceğimizi ifade etmişti. Bu kadar radikal bir yaklaşımın kurumsal yapılarından birisi “üstün kamu yararı”.
(…)Artık valiler girişimci vali, rektörler girişimci rektör olma noktasında. Müslümanlık, İslami değerlerin falan değil, girişimci mantığının inanılmaz belirleyici olduğu bir süreçten geçiyoruz. Kapitalist modernleşme Türkiye’de, bu topraklara uygun bir dil ve içerik kazanmış. Ama bu hızlı toplumsal değişim yaşam ortamını tahrip ediyor. Üstün kamu yararı, Kamu Özel İşbirliği Yasası, girişimci vali, girişimci rektör, kalkınma ajansları önümüzdeki dönemin zaten temel belirleyenleri olacak. Bir de bahsetmediğimiz sivil toplum örgütleri var.(…) Çelişkili gerçekliği uzlaşma alanı olarak gösterecek bir alan ama bu alanın kendisi de piyasa mantığı içinde işliyor. Kısaca iktidar hayatı cendere altın almış ve ama hayatta direniyor. Şu an Türkiye’de HES’ler üzerinden, nükleer santral üzerinden, kadın hareketi üzerinden, kamu çalışanları üzerinden, fabrikalarda, sokaklarda az da olsa, yetersiz de olsa hayat iktidara ve onun bileşenleri
ne hayır diyor.
Tüm bunlar olurken iktidarın kullandığı son döneme ait iki dil çok önemli ve aynı zamanda çok tehlikeli:
1. Gerçekliğe çağrı: “Ne yapalım? Durum böyle” Şu anki iktidar bir yerde “gerçeklik böyle, enerji gerekli, ne yapalım?” diyor. Bu çok tehlikeli bir dil, gerçeklik bizi içine alıp bizi yok etmemeli. En azından sosyal bilimciler olarak gerçekliğe karşı bir şey söylememiz gerekiyor.
2. Uzlaşmaya çağrı: Yeni iktidar mekanizmasının en tehlikeli dili, mekanizması. Gerçeklik muazzam bir dizi çıkar ve çatışmalarla biçimlenirken ve bu çıkar ve çelişkileri devam ettirecek bir uzlaşma, siyasetin yok olması anlamına geliyor. Siyaset uzlaşmazlıktır. Uzlaşma ise siyasetin sona ermesi. Bu her iktidarın düşüdür. Uzlaşmazlık gırtlaklama anlamına gelmez, kadınla erkek arasında uzlaşmazlık vardır, emekle sermaye arasında uzlaşmazlık vardır, şimdi HES’lerin kurulduğu mekanlarla (…) enerji firmaları arasında uyuşmazlık vardır. (….)
Sonuç olarak iktidar yeniden yapılanıyor, korkularımız da yeniden yapılanıyor. Ama korku hayatımızın her alanını kapladığında, iktidar hayatımızın her alanını kapladığında Deleuze ne demişti: “İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur.”