İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, kazaların ve meslek hastalıklarının üzerine gidiyor. İş kazaları ve meslek hastalıkları ile ilgili meclis üyelerinden, Tuzla konusundaki çalışmalarından tanıdığımız Aslı Odman’la konuştuk. 28 Nisan ile başlayalım. Bu gün ile ilgili bilgi verir misin? 28 Nisan Uluslararası İş Kazalarında Ölenleri Anma ve Kalanlar için mücadele günü. Biz bunu kısa […]
İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, kazaların ve meslek hastalıklarının üzerine gidiyor. İş kazaları ve meslek hastalıkları ile ilgili meclis üyelerinden, Tuzla konusundaki çalışmalarından tanıdığımız Aslı Odman’la konuştuk.
28 Nisan ile başlayalım. Bu gün ile ilgili bilgi verir misin?
28 Nisan Uluslararası İş Kazalarında Ölenleri Anma ve Kalanlar için mücadele günü. Biz bunu kısa bir şekilde “Yas Günü” olarak adlandırıyoruz. Bu iş uluslar arası olarak sendikaların yüklenmesiyle devletlere kabul ettirilen, kabul ettirilemeyen yerlerde sendikal ağlar ve işçi aileleri tarafından düzenlenen bir gün.
“Ölenleri an, kalanlar için mücadele et”, “Dünyada her yıl milyonlarca insan hayatını işyerinde bırakıyor”, “Çalışırken ölenleri hatırlıyor musun?”, “İş kazası doğal olmayan bir afettir” gibi sloganlar kullanılıyor. Amacı nedir? İş kazalarının ve meslek hastalıklarının önlenebilir olduğuna dikkat çeken, işverenler ve devlet üzerinde bir kamuoyu baskısı oluşturmayı amaçlayan, çalışırken neden hastalandığımıza, yaralandığımıza ve öldüğümüze dikkat çeken, can ve canı korumak için çalışanları, işçileri bir günlük faaliyetlerle bir araya getirmeye çalışan bir gün bu. 1984’de Kanada’da Kamu Çalışanları sendikası tarafından düzenlenmeye başlamış. O günden bugüne ABD, İngiltere, İspanya, Peru, Tayvan, Brezilya gibi yirmiden fazla ülkede resmi Yas Günü olarak kabul edilmiş.
İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin şu an önüne koyduğu mütevazi hedef şu: bu işin doğal olmadığını ve bu işin ciddi bir boyutta olduğunu göstermek. Her gün esasında olağanlaştırılmaya çalışan, olağanüstü bir durum yaşadığımızı hatırlatmak. Bunun için de bir vesiledir diye düşündük. Bunun için de bence en önemli odak işçi aileleri olacaklar. Yakınlarını kaybeden, sakat kalan işçilerin aileleri… Dünyada da pek çok yerde işçi sağlığı ve iş güvenliği alanındaki en önemli motor güç aileler. Sendikalar destek olabiliyorlar, olabildikleri kadar. Ama asıl örgütlülüğü başlatıcı güç görebildiğim kadarıyla işçi aileleri.
Dünyada ailelerin mücadeleye katılımı ne biçimde oluyor?
Ben İtalya, İngiltere ve ABD’deki ağlar ve kampanyalara baktım. Asbest ile ilgili Japonya’da, Fransa’da da ibretlik örgütlenme örnekleri var. Acı doğrudan dokunduğu içi sanırım, çok tekil söylemlerin yanı sıra meseleyi en geniş biçimde kapsayan sloganlar, örgütlenme tarzları ve en uzun süreli mücadeleler ailelerin ağlarından başlıyor. Sendikalar ve yer yer asbest gibi çevresel sorunlarda Belediyeler destekçi gibi gözüküyorlar. Değişik iş kazaları, meslek hastalıkları mağdurları birbirlerini buluyorlar. Çünkü çok ortak süreçlerden geçiyorlar. Birincisi, ceza davasına müdahil olmak gerekiyor. Tazminatı alıp da, müdahilliği bırakmamak gerekiyor. Bu işin peşini yalnızca özel hukuk alanındaki tazminat olmaktan çıkarıp, kamu hukuku, ceza hukuku alanına, “bu bir çalışma suçudur” diyerek taşıyıp davayı sonuna kadar götürmek gerekiyor. Acıyı çok yakın yaşamışken insan, daha önce bu yoldan geçmiş, benzer acıları çekmişleri buluyor ve bu belli ki biraraya gelmek, çok büyük bir güç oluşturuyor. Oldukça etkin, hayata dokunan söylemler de eylemler de bu birlikteliklerden çıkıyor.
Türkiye’ye dönersek, iş kazaların bugünlerde oldukça öne çıkmasını temelde neye bağlamak gerekir?
Takdir edersin ki bunu bir tane nedene bağlamak çok da mümkün değil. Birincisi iş kazaları artıyor, ikinci daha görünür hale geliyor. İki faktör de rol oynuyor. Niye artıyor? Türkiye kapitalizmine bakarak bunun yanıtını vermeye başlayabiliriz. Sermaye birikimi hızlanıyor ve yoğunlaşıyor. Türkiye’de sermaye grupları daha fazla üretiyorlar, daha yoğun bir biçimde üretiyorlar, hem de üretim sürecine dair en önemli kararları veren aktörlerin sayısı azalıyor. Örneğin inşaat sanayine daha önce bu ölçekte bu işkolunda varolmayan cesamette sermayeler girdi, gemi inşa sektörü diye bir şey 1990’dan önce yoktu. Enerji özelleştirmeleri, suyun ve yeraltının daha önce varolmayan bir şekilde ticarileştirilmesi, HES’ler, altın madenciliği vs., eğitim ve sağlığın kamusal hizmetler olmaktan çıkarılıp, piyasaya açılması yepyeni faaliyetler yarattı. Hem yeni sektörlerle, hem de sektörlerin niteliğini değiştiren ölçekte sermayelerle karşı karşıyayız. Bu da tabii ki daha fazla bağlı emek ve bu emeğin daha ‘verimlileştirilmesi’ için daha ‘profesyonel’ bir kapitalist yönetim getirdi. Darbe sonrası, sosyal çelişkilerden arındırılmış, sosyal çelişkilerin tek tarafı ezilmiş, dümdüz edilmiş bir alanda, işverenler işi istedikleri gibi örgütleyebiliyorlar. Ve sürekli önlerini açan bir muhafazakar-liberal bir rejim var. İşin yoğunlaştırması dediğimiz şey, güvencesizleştirmenin kırdığı zincirler, yani emek lehine katılıkların yıkıntıları üzerinde yükselebiliyor. Güvence dediğimiz emek lehine tüm katılıklar, çalışma hayatındaki zayıf unsur lehine kağıt üzerine geçirilmiş tüm kazanımlar, işin yoğunlaştırmasına ket vuran şeyler. Zira güvenceli işçi, işyeri belleğine sahip olan işçi “yapmıyorum, ben dün böyle çalışmıyordum, bugün de çalışmıyorum” diyebilir. İşin yoğunlaştırıldığını, yani fabrikada seri üretim bandının daha hızlı çalıştırıldığını, üniversitesinde dönem başına daha fazla öğrenciye daha çok saat ders verilmeye başlandığını, hastanede bir günde daha fazla hastaya, daha az sürede baktığını, fast-food dükkanında bir mesaide daha çok pizzayı evden eve taşımasının beklendiğini, reklam ajansında hiçbir zaman ücretlendirilmeyen fazla mesai ve haftasonu çalışmalarının düzenli çalışma süresini aştığını bir çalışanın fark edebilmesi için bile, çalışanın bir işyeri belleğine, yani belli miktarda ‘esnek olmayan, katı şekilde çalışmış olması’ lazım. Güvencesizleştirme başta bunu ortadan kaldırıyor. Bir de bu var. İşin hızlandırılması ve işin yoğunlaştırılması ile çalışırken bedensel ve ruhsal sağlığın ve hayatını kaybetmek arasında doğrudan bir ilişki var. Türkiye’de 2003 senesinde 4857 çıktı, şimdi ulusal istihdam stratejisi ödünç işçiliğin, istihdam büroları profesyonelleşmiş halini getirirse, durumun devamını gerçekten düşünmek bile istemiyorum.
Kısacası bu durum doğal bir afet değil, kapitalist iş ve iş organizasyonu zemininde, bir seçim olarak ortaya çıkıyor. Türkiye kapitalizmi G-20’den G-8’e ilerlerken bunun da Türkiye kapitalizminin kullandığı canlı emeğe bir etkisinin olmaması mümkün gelmiyor bana. İş kazalarının artıyor gözükmesindeki ikinci etken, bildiğin ‘ancak bildiğini görebilirsin’ etkisi dediğimiz şey kanımca. Tuzla’yla kut taşlama işçilerinin göz göre göre sevkedildiği slikosiz hastalığı, çalışmanın hasta ettiğini ve öldürdüğünü artık gündeme soktu. Ve artık kadın meselesi, Kürt meselesinde olduğu gibi ismi koyulmadan halı altına süpürülemeyecek bir konu haline geldi bu işçi ölümleri. Dünyada da, Türkiye’de de siyasi iktidarların tepkisi “madem bunu halının altına süpüremiyoruz, o zaman biz kendi dikte ettiğimiz kavramlarımızla bu kon
uya yaklaşılmasını sağlayalım” oluyor.
İktidarın işçi sağlığı ve iş güvenliği yaklaşımını örneklerle biraz açabilir miyiz…
Türkiye’de ekonomi-politik iktidar çok mahir bir şekilde bunları formüle ediyor. Söylemde öncü olan devlet, onun merkezi, yerel, bürokratik tüm yapıları burada ağız birliği etmiş gibiler. Ama tabii ki bu sadece siyasi değil, ekonomi politik, yani tüm yöneten elitler tarafından değişik vurgularla sahip çıkılan ve alt sınıflara zerkedilen bir söylem. Çok açık birşekilde konu bireyselleştirici bir şekilde, sanki ‘tekil bireylerin sağlık ve güvenlik sorunuymuş’ gibi ele alınıyor. Yani iş kazası meselesi bireylerin ‘kişisel riski’ haline sokuluyor. Mesela, bireysel olarak işçi baret takmadı, bireysel olarak işçi eğitimsiz, ‘Biz Türklerin güvenlik kültürü yok’, haydi gelsin internette dolaşıp duran sinik iş güvenliği olmadan ‘alaturka’ çalışma fotoğrafları… Yani hem bireyselleştirici, hem de sorumluluğu işçiye yükleyen, yani mağduriyetinden mağdurları sorumlu tutan bir söylem öne çıkıyor. Ayrıca mağdurlar mağduriyetlerinden kolektif olarak da sorumlu değiller. Hiç birşekilde kolektif bir kategori kurulmuyor, hepsi metodolojik olarak ve sistematik olarak bireysel kavramlar. Bu esasında dünyada pek çok neoliberal rejimde gördüğümüz “risklerin bireyselleştirilmesi” söylemi. Bu mantığa göre ‘köşeyi dönme’ de bireyseldir, ‘loser’ olmak, tutunamamak da, 6 tonun kafana inmesi de bireysel bir sorundur. Halbuki soru-nun, sorunun bir parçası olduğu yer tam da burası. İş kazası dediğin, meslek hastalığı dediğin şey bütünsel ve sosyal bir süreçte oluşuyor. Üretim sürecinde oluyor, pek çok insanın entegre olduğu, bütünsel bir süreç bu. Bireyselleştirme sonucu ne gibi çözüm önerileri geliyor: “Biz bu işi şirketlere ihale edelim, bu şirketler vasıtasıyla eğitim verelim, bireyleri, tekil müşterileri eğitelim”. Bu eğitime yüklenen sorgulanmayan değerde, neredeyse ‘eğitim fetişizminde’ Kemalizm ve AKP’nin paylaştığı bir değer görüyorum. Sınıfsal bir yanı olmadığı farz edilen, mutlak iyi olarak sunulan eğitim anlayışı Türkiye’de Modernleşme tarihine has bir şey. Eğitimin sınıfsal yanını, eşitsizlikleri yaratan ve yeniden üreten hala konuşabiliyor değiliz.
Ayrıca Türkiye’de bu neoliberal rejim sosyal demokrat soslu bir neoliberal rejim değil, muhafazakar bir neoliberal rejim. Orada da dini söylemin, kader, takdir-i ilahi, tevekkül gibi pasifleştirici olan kavramları, Doğa ile Allah arasında insanın müdahale edemeyeceği, bir seçim olmayan, politik olmayan bir alanmış gibi de sunulması söz konusu. Kısacası “şirketler eliyle eğitim hizmeti sunulsun, kalanı da takdiri ilahi”. Burada ‘hizmet’ kavramının hem laik hem de dini anlamları birbirine karışıyor.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği alanında öngürülen değişikliklerle murat edilen ne?
Bu daha önceden nasıldı? Bir türlü işlemeyen, elliden fazla işçi çalıştıran işyerlerinde, kağıt üstünde işçi temsilcisi katılımını şart koşan İşçi Sağlığı ve İş Güvenlği Kurulları vardı. Bu kurullara katılan, işveren temsilcisi, sendika temsilcisi ve iş güvenliği profesyonelleri, işyeri hekimi vs. vardı. İşlese de işlemese de kamusal bir tanımı vardı bu alanın. Kapitalizmin acımasız yanı bu: Bir ekonomi-politik seçim sonucu yarattığı sorunları evirip, çevirip bir piyasaya, yeni bir kar kapısına dönüştürüyor. Çevrede, tarımda, insan psikolojisinde de vs. bunu görüyoruz ve kapitalizmi en dinamik kılan şeylerden biri bu. Tarımın doğal hali iğdiş ediliyor, organik tarım piyasası doğuyor. Çevre sorunları, ÇED piyasasını yaratıyor. İşçi sağlığı ve iş güvenliği alanında da bu oluyor. Her zaman işçi sağlığı ve iş güvenliği hizmeti veren şirketler vardı, ama alanın ana aktörü bu sahiplerinin dürüstlüğü ve vicdanından bağımsız olarak kar amaçlı olarak kurulmuş olan yapılar değildi. Şimdi burası daha geniş bir yatırım alanı olacak. TMMOB ve TTB gibi bu işi, eksiği ve fazlasıyla, kamu kurumu olarak yapan, hizmetleri veren, sertifikaları veren kurumların güçleri ellerinden alınıyor, şirketlere aktarılıyor. İşlemeyen veya eksikli işleyen kamusal yapıları bahane edip, tüm kamu yararına işleyen mekanizmaların altının oyulması, meşruiyetlerinin oyulması süreci bu. Halbuki kapitalizmi, derin krizlere rağmen ve onlar akabinde, toplumsal ünsiyet ve bir nebze de olsa yaşanabilir çevreyi korumaya iten, bu kamu yararı’ ilkesine göre oluşturulmuş kurumlar idi.
Çalışma Bakanı Esenyurt’ta 11 işçinin öldüğü yangının ardından “mevuzat eksik”demişti. Bahsettiği mevzuat bu tabii ki…
Ne bu kaza da ne de bu sene gerçekleşmiş başka bir kazada sorunun nedenini mevzuat eksikliğine bağlayamayız. Türkiye’de işverenin işçi sağlığı ve iş güveniğinden sorumlu olduğu, buna yatırım yapmak zorunda olduğu 1930 Umumu Hıfzısıhha Kanunu’dan Türkiye hukukunun parçası haline gelmiş Avrupa Birliği direktifine kadar, Yapı İşleri Yönetmeliği’ne kadar, müthiş ayrıntılı 1973 Tüzüğüne kadar ayrıntılı bir biçimde düzenlenmiş. Ama meselenin esası mevzuat değil, fiiliyat. Fiiliyat da güç ilişkilerinin ve sınıfsal ilişkilerin alanı. AKP’nin bu yasayı çıkartmak için iş kazalarının görünür hale gelmesini kullanabileceğine dair endişelerim var. Hali hazırda bu yasa TİSK’in, yani işveren kesiminin muhalefeti yüzünden çıkmıyor. Emek ve meslek örgütlerinin muhalefeti yüzünden değil. Eğer öyle olsaydı, 4+4+4, Nükleer Yasası gibi yasalar da çıkmazdı.
Özellikle hızla büyüyen sektörlerde kazaların yoğunlaştığını görüyoruz.. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi olarak, sektörlerdeki durumu tek tek incelemeyi planlıyor musunuz?
Kesinlikle yapılmalı ve biz de önümüze inşaat sektörünü özel olarak koymuş durumdayız. Büyüme ile, yani sermaye birikiminin derinleşmesi ve saçılması ile iş kazalarının ve meslek hastalıklarının artması arasında bir ilişki olması lazım. Tuzla’da çok açıktı bu. Tuzla’nın başlangıcı 1980’lerin sonu 1990’ların başıdır. Tuzla Tersaneler Bölgesi de, Türkiye’de bir gemi inşa endüstrisi de daha önce yoktu, orası bir sayfiye yeriydi, Haliç’deki üretim ise çekek yerleri ölçeğindeydi. Sektör patlamasını 2000’lerin başında yaşadı ve en hızlı yükseldiği dönemde de, 2008 senesinde 26 işçi öldü. Sonra kriz geldi, istihdam sayıları düştü, yapısal olarak nedenleri ortadan kalkmamasına rağmen kazalar azaldı. Şu anda Türkiye’de en hızlı büyüyen sektör inşaat. Bu büyüme Türkiye kapitalizmine, Osmanlı’dan kalma şehir çeperlerinde hazine arazilerinin yoğunluğuna, TOKİ’nin rolüne, İstanbul’a biçilen rollere vs. has bir şey. Türkiye’de büyük sermayenin inşaatçı kökenleri ve inşaat yatırımları çok önemli hala. En fazla çalışan sayısı inşaat sanayinde olmamasına rağmen, en fazla ölümlü iş kazası inşaat işkolunda oluyor. Eskikli veriler de olsa elimizdeki bir eğilimi görebiliyoruz. İnşaatlar yaygın, kayıtsız çalışanlar yaygın. Veri anlamında eksiklikler var. Örneğin biz sanayi havzalarında adliyelere gidip şüpheli ölümleri incelesek acaba onların içerisinde ne kadarı mesai saatleri içerisinde ve iş sürecine bağlı olmuş olabilir? Şu anda günde dört işçi ölüyor gibi bir resmi rakam var elimizde. Ama Meclis’in uzun vadeli amacı, ‘ölüleri saymak’ değil. Şu anda bu ölümlerin arkasındaki isimleri, insan hikayelerini basının dilinden de olsa ulaşılabilir kılmak ve derlemek gibi bir saiki olsa da, uzun vadede ‘proaktif’ havza ve işkolu çalışmaları yapmak istiyoruz. Tabii ki doğrudan işçi, işçi a
ilesi, müfettiş, doktor, mühendis, hukukçu, sosyalbilimci muhataplarıyla alanın.
Bir de genelde gözden kaçan meslek hastalıkları var…
Bir insan iş kazasından öldüğünde, çoğu zaman üçüncü sayfa haberlerinden öğrenebiliyoruz ama hastalıktan öldüğü zaman, mesela akciğer kanserinden ölmesi bir haber değeri taşımıyor. O işçinin Yalova’da asbest kullanan bir Eternit fabrikasında, Bergama’da altın madeninde, havalandırılmamış odalarda diş teknisyeni olarak, Aliağa Gemi Söküm Bölgesi’nde asbestli gemilerde, ardarda oniki saat bir çağrı merkezi salonunun kübik odasında, tüm gün ayakta haftada elli saat bir dersanede çalışması ile kanserini, solunum sorununu, kalp hastalığını, kas-iskelet rahatsızlıklarını, intiharını ilişkilendirebildiğiniz zaman, o ‘doğal ve zamana yayılmış’, kaderin kötü bir piyangosu gibi gözüken ölümlerin ardında esasında bir ‘nedensellik’ olduğu ortaya çıkabilir ve bu bir haber değeri ve kayıt değeri kazanabilir. Şu anda o durumdan çok uzaktayız.
Aslında işçi sağlığı ve iş güvenliği meselesinin üç boyutu var. Evet, İSİG’de sınıfsal eşitsizliğin yaşandığı bir alan. Bir sanayi işçisi bu risklere bir plaza çalışanından daha açık. Bir sanayi işçisinin ortalama yaşam süresi dünyanın her yerinde orta düzey bir yöneticiden en az 10 yıl kadar daha düşük veya mesleki kanserlere yakalanma riski diğerinden daha fazla. Fakat çalışırken sağlık ve hayat kaybı, bazen işveren vekili olarak çalışanın da, ekseriyetle yeniden yapılandırılan ve işletme mantığına uydurulan kamu sektörü beyaz yakalı çalışanlarının da, radikal olarak küresel rekabete göre yeniden yapılandırılan özel şirket çalışanlarının da sorunu. Zira İSİG alanı bir tek ani ölüm ve yaralanmaların daha sık yaşandığı sanayi alanını değil, iş organizasyonundan kaynaklanan zamana yayılmış meslek hastalıklarını da,psikososyal riskler dediğimiz, ülkemizde “strese rağmen verimli olmanın beş yolu, depresyona karşı mutluluk formülü’ gibi yükselişte olan kişisel gelişim literatürü kavranmaya çalışan alanı da kapsıyor. Örneğin buradan bakınca mobbing bir araz değil, bir çalıştırma ve eskilerin tabiri ile ‘tedib’ ve ibret verme usülü aslında.
Örneğin Fransa’da eski bir kamu kurumu olan ve 1990’larda özelleştirilen telekomünikasyon şirketi France Telecom’da, bu özelleştirmenin ardından kurumun içi radikal olarak yeniden yapılandırılıyor. Ocak 2008 ve Nisan 2011 arasında 60dan fazla çalışan, ki bunlar beyaz yakalı ve üst düzey çalışanlar, bir kısmı işyerinde olmak üzere intihar ediyor. Önemli bir kısmı da initharlarını işeyeri koşullarına, strese, tacize, onurlarının zedelenmesine, dayanılmaz rekabet ve aşağılamaya bağlayan ‘son mektuplar’ brakıyorlar. Bu insanların ölümlerinin işyeri ile ilgili olduğunu, yani ‘iş kazası’ olduklarını kabul ettirmek için davalar devam ediyor.
Bu nedenle işçi sağlığı ve iş güvenliği meselesini iş kazaları, meslek hastalıkları ve psiko sosyal riskler olarak üçlü olarak ve tüm çalışma tiplerini kapsayacak şekilde ele almak lazım. Burada Türkiye’de meslek hastalıkları kayıt altına alınmadığı için dokunamadığımız bir alan. Binalarda, gemilerde, su borularında asbest meselesi var, kanserojen siyanürün kullandığı altın madenciliği var, her gün petrokimya, tekstil, deri, inşaat, tarım gibi pek çok işkolunda petrokimyasallarla, kurşun ile, kadmiyum ile, nikel ile, arsenik ile ve sair kanserojen maddeler ile çalışanlar var, kot taşlama, maden tozu, odun talaşı, sair tozlarla oluşan ölümcül hastalıklar var. Yani Türkiye’de ‘kanserden gitti’ dediklerimizin yüzde kaçının meslek hastalığından öldüğünü bilmiyoruz. Bu oran Fransa’da her seneki yeni kanser teşhislerinin yüzde 10’u olarak veriliyor ki, orada da mesleki hastalıkların yalnızca üçte birinin kayıt altına alınabildiğinden yakınılıyor. Türkiye’de her sene yaklaşık 150.000bin kişiye yeni kanser tanısı koyulduğunu ve meslek hastalıklarının ise binde birinin bile kayıt altına alınmadığının bilgisini de yanına koyalım bu bilgilerin. Türkiye’de mesleki kanser diye tescil edilen bir adet bile kanser yok! İnsanlar ‘akciğer kanseri oldu, kalp yetmezliğinden, solunum sorunundan, felç indi, öldü’ diyorlar, namazını kılıp, defnediyorlar. İşte resim bu!
Bu bir seçimdir. Kapitalist işin bu şekilde örgütlenmesi, kararların tekelci biçimde yukarıdan alınarak dayatılması, işçi katılımı, sendika gibi şeylerin eskide kalmış kabul edilip, karalanması nedeniyle hem fizyolojik ve psikolojik olarak yukarıda alınan ve aşağıya neredeyse pürüzsüz bir şekilde dayatılan bir seçim sürecinde insanlar ölüme, sakatlığa ve altından kalkamayacakları psikolojik yüklere sürükleniyorlar. Herkes, bazen bunu uygulayanlar da. Burada artık ‘çalışma suçlarından’ bahsetmek lazım.
İSİG meclisinin amaçlarını biraz özetler misiniz?
İş kazası ve meslek hastalıkları meselesine yönetenler değil, emek yönünden bakan, bu konuya doğallaştırmadan, bütünsel bakan ve herkes gibi bu çalışma koşullarına maruz kalan insanların sürdürdüğü bir çalışma bu. Güvenilir, güncel, emek perspektifinden bilgi üretmeye çabalıyoruz. Burada müdahil bilgi üretme sürecine ihtiyacımız var. Müdahil, güncel, güvenilir bilgi üretmek, her alanda bir pratik, bir eylemdir. Bu alanda da böyle. Burada bazen önümüze çıkan, ‘bu çok acil bir konu, fazla lafa gerek yok, teori üretmeyelim, eyleme geçelim’ gibi bir ikilemi doğru bulmuyorum. Bu alan ayrıca da kavramları henüz oturtulmamış bir alan. Biliyorsunuz, siyasi mücadele aynı zamanda kavramların içini doldurma, konumlandırma mücadelesidir. Kavramların tam ve kesin sözlük anlamı diye bir şey yoktur, siyasi mücadele içerisinde içini nasıl doldurduğunuz önemlidir. İşçi sağlığı-iş güvenliği profesyonelleri daha ziyadesiyle, kendi uzmanlık alanlarında hukuki, tibbi ve teknik bir dil içerisinde anlaşıyorlar. Bir de buna alan ile ilgili sosyalbilimsel akademik dili ekleyelim. Bir de gündelik hayatın, çalışma hayatı içinde gün be gün uyum sağlamaktan sadır olan hayata yakın bir denayim dili var. Bunların bütününü harmanlamak, hiç bir bilme şeklini diğerinden üstün tutmamak ve bir iletişim stratejisi içinde müdahil bilgi haline getirmek için birleştirmek ve teorize etmek zorundayız. Bizim müdahil bilgi oluşturmamız için toplamamız, derlememiz, emek perspektifiyle tasnif edip sunmamız gerekiyor aynı anda. Karşıdan ‘bireysel risk, işçinin kendi eğitimsizliği, takdir-i ilahi’ gibi sözler geldiği zaman ‘güneş balçıkla sıvanmaz, durum böyle böyle böyle!’ diyebilmek için bile bir örgütlenme gerektiyor. İşte biz burada hem ‘güneş var’ hem de “yangın var” diyoruz. Birbiriyle ilişkisi gözükmeyen, insanların üçüncü sayfada okudukları haberleri tespihe diziyoruz, ilişiklendiriyoruz. Bunları bu şekilde sunmanın ben gayet pratik, emektar/emekçi ve siyasi bir iş olduğunu düşünüyorum. Bu işin somut yükünün altına giren mesai arkadaşlarıma da içten bir saygı ve takdir besliyorum.
Ayrıca işçi ailelerinin uzmanlarla, onların da sendikalarla ve sair çalışan örgütlenmeleriyle buluşması gerekiyor. Bunu yeteri kadar ciddi bir şekilde ve uzun bir süre yapabilirsek önemli bir güç oluşturabileceğimize inanıyorum. İhtiyaç da var. İhtiyaç duyulan bilgi, ihtiyacın olduğu yerde konumlandığında, derinleşen, keskinleşen ve ‘iyi bilgi’ haline geliyor kanımca.. Hazırladığımız aylık raporlarımızla niyetimiz bu yüzden ‘cenaze saymak’ değil, bundan sonrakileri engelleyebilmek için, bu yaşananların bütün resim içinde nereye oturduğunu anlamak ve anlatmak. ‘Yangın
var, güneş balkçıkla sıvanmaz, çalışmak öldürüyor, sağlığımızı kaybediyoruz, bu bir seçimdir, engellenebilir, bunu çalışmak zorunda değiliz’ demek için bu koordinasyonu sürdürüyoruz. Her gün güncellenen www.yanginkulesi.org isimli web sitesi ve ‘Yangın Kulesi’ adında aylık bir bülten hazırlıyoruz. Bireysel-kurumsal, her türlü katılımın olabildiği önceden hazırlanmış sunumların, çerçevelendirilmiş tartışmaların yapıldığı, genelde bir işkolu odaklı aylık bir meclis toplantısı düzenleniyor. Her ay bir iş koluna odaklı, o alanın muhataplarını katmaya çalışarak bir basın açıklaması yapıyoruz. Önümüzdeki önemli adım da 28 Nisan’ın Türkiye’de Yas Günü olarak, iş kazaları ve meslek hastalıklarıyla ölenleri hatırlama ve kalanlar için mücadele günü olarak gündeme gelmesi ve bunun emek perspektifiyle yapılması.
Sendikaların bu konuya yaklaşımı sizce nasıl?
Burada gelelim çuvaldız meselesine… Türkiye’de hiç bir büyük-küçük, gerçek-göstermelik, sarı-kızıl farkı yapmadan, 100’ü özel sektörde, 100’ü kamuda 200 civarında sendika var, konfederasyon düzeyi de dahil olmak üzere kadrolu bir adet işçi sağlığı ve iş güvenliği uzmanı yok. Bazılarında üzerinde şiltleri olan kapılar var, içerlerinde kimse yok. Örgütlenme uzmanları var sendikalarda, uluslar arası ilişkiler uzmanları var, toplu iş sözleşmesi uzmanları var, eğitim uzmanları var, araştırma uzmanları olabiliyor ama işçi sağlığı ve iş güvenliği uzmanları yok. Fakat bu da diğerleri kadar elzem bir konu. Toplu İş Sözleşmelerinde can ve sağlık konusuna dair güncel, yaratıcı, ‘çalışma acısını’ hafifletici maddeler bulamıyorsunuz. Dünyaya bakıyorsunuz, bir tek Avrupa’da değil, Hindistan’da, Brezilya’da da bu alan ayrı bir ’emek tarafından uzmanlık’ alanı olarak tanımlanmış ve uygulanıyor.
Bu İSİG o kadar da somut bir alan ki. Bu alandaki kazanımı, her hangi bir TİS’deki yüzde ile ifade bulan bir ekonomik kazanımla karşılaştırılamaz. Candan bahsediyoruz. İnsan sağlığından ve insan onurundan. Geri gelmeyen, ikame edilemeyenlerden bahsediyoruz. Ve o kadar ortaklaştırıcı bir konu ki can ve sağlık konusu. Dünyada bu alanda bir çok yerde başarılı sonuçlar alınmış. Thyssen Krupp, ETERNİT gibi güçlü uluslararası şirketlerin bile bile işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında önlem almadığı kanıtlanmış genel müdürleri 16 seneler hapis cezalarına çarptırılıyor. Bunların sendikaların, işçi ailelerinin bir araya gelip oluşturduğu ağların baskısı ve inatçı takibi ile gerçekleştiğini, Ceza Davalarına müdahilliği bırakmadıklarını görüyorsunuz. Burada örgütlenmenin sonuçları sendikalara müthiş bir ivme yaratıyor. Taksirle veya teammüden çalışma suçu işlediği kanıtlanan bir işverenin 16 sene ceza almasını hükme bağlayan bir davayı koordine edebilen bir sendikanın örgütlenme
gücünü gösterebilecek daha ne olabilir?
Ayrıca işyerinde sağlık ve cana dair, iş organizasyonu ile sağlık arasındaki ilişkinin nasıl değiştiğinin bilgisini toplayabilecek işyeri varlığına sahip olan pek çok sendika var Türkiye’de. Zira herkesin sağlığı hakkında edecek sözü var. Fakat bunun derlenmesi, sonde edilmesi ayrı bir iş. Fakat herkes en iyi kendi bedenini bilir. Çalışan bu sistemde, tek ‘sermayesi’ olan zihin ve beden gücünün yeniden üretiminden sorumlu tutulduğu için, bu bilgi her çalışan için olmazsa olmaz bir bilgidir. Hemen kendinize dönüp, nasıl çalıştığınızı, ve ne zaman çalışamayacak fizyolojik ve psikolojik sınıra itildiğinize dair bir öz-bilginiz olup olmadığını kontrol edin. Eminim bu bilgiyi içinizde bulacaksınız. Muhakak teoriz edilmemiş de olsa, bir sohbette, bir sitemde, bir kavgada formüle edilmiştir bu sezgisel bilgi.
Bu konu, artık sendikalar darbelerle boğuşurken mi güme gitti, eskiden farklı mıydı, yoksa Türkiye’de çok erkek yoğun, eril bir sendikacılık hayatı olduğu için, böyle gelmiş böyle mi gidiyor? Benim bilgi ve deneyimim bu soruya tam bir cevap vermemi engelliyor. Fakat yakından tecrübe ettiğim kadarıyla, Türkiye’de can ve sağlık meselesi çok feminen, daha çok kadınların ‘vakit harcadığı’ bir alandır. Nereye bakarsanız bakın, Türkiye’de çevreyle ilgili, insan canı ile ilgili, sağlıkla ilgili konuları daha çok kadınların kendine dert ve meşgale edindiğini ve ellerini taşın altına koyduğunu görüyoruz. Belki de sendikalarda da kadınların sözü geçmediği için can ve sağlık meselesi ikincil sıraya atılıyor. Kapitalizmi, üretimi ve yeniden üretimi kateogorik olarak birbirinden ayrı ele alan mantığı vardır ya, yeniden üretim özel ve hane içi alandır, üretim ise sermaye birikimin alanıdır. Sendikalar aynı sistem mantığını yeniden üretiyor esasında. Akçeli, nemalı, statülü şeyler, yani ‘ekonomik sendikacılık’ ‘sendika işi’ olarak tanımlanıyor, işçi sağlığı ve iş güvenliği sendikaların somut, aktif, müdahil bir birikimi olmayan, kaynak ayrılmayan bir alan. Bu alanda iş kazalarından sonra uzmanlara yazdırılan, birbirine benzeyen, bazen istemeden de olsa devlet söylemine kayan gaflar da içerebilen (Mesela, ‘AKP hala bir İSG yasasını çıkaramadı!’ gibi) basın açıklamaları ile gün kurtarılmaya çalışılıyor. Biz bu Meclis çalışmasını bu alanın somutluğu ve örgütlenme gücüne dair bir pilot iş olarak görüyoruz. Sendikalar, Meclisin doğal bileşeniler, bazıları aktif, diğerleri gözlemci olarak toplantılara katılıyorlar. Orta vadede bu çalışmalarla, bu alanın somut örgütlenme ve kazanım gücünün bir çekim alanı yaratılabileceğine ve sendikaların daha genç ve uzman kadrolarında bir aşinalık oluşacağına inanıyoruz.
Burada artık bir ölüm kavgası mı var…
Türkiye’de çalışırken savaşırkenden fazla insan ölüyor. Daha doğrusu savaşta öyle, barışta da böyle insan ölüyor. İki ‘cana kıymet vermeme şekli’ birbirini tamamlıyor. Fransa’daki sosyal bilimcilerin üzerinde hemen hemen uzlaştığı bir tez var: Artık psikolojik olarak, fiziksel olarak ‘ölümüne çalışmak’, ‘hayatını kazanırken, hayatını kaybetmek’ denilen bir durumla karşı karşıyayız. İşin yoğunlaştırılmasının, örgütlü emeğin gücünün objektif ve sübjektif olarak geriye çekilmesinin etkileri bunlar. Çalışanların örgütlenmesinin işi yavaşlatan bir etkisi vardır, ancak bugünün kapitalizminin buna tahammülü yok. Çevrim hızı çok daha fazla. Yoğunlaşma, ısınma meselesi insanı yakıyor. Yani sermayeyi, sabit sermayeyi yakmıyor, makine yanmaz. Ama insan yanar. Can yanar. Çok daha yoğunlaştırılmış çalışmayla, çok daha saçılmış ve derinleşmiş, çok daha tekelleştirilmiş karar mercileriyle, sermayeyle karşı karşıyayız. Bunlar çok daha kolay insan unusurunu silerek, çok daha güzel kontrol mekanizmaları kuruyorla kendi açılarından. Ama biz, ‘canlı emek’, ‘değişken sermaye’, biz insanlar çok değişmedik yıllardır. Antropolojik olarak mağara insanından çok büyük bir farkımız yok, psikolojik ve fizyolojik bir limitimiz olduğuna inanıyorum. Bize ‘çok hayalcisiniz, böyle olamaz, bu hümanist fikirlerle nereye kadar?’ diyebilirler. ‘ Bu hızla ve merhametle sistem dinamik olmaz, gelişme olmaz, teknoljik ilerleme olmaz’ diyecekler. Biz de şu basit gerçeği söyleyelim o zaman: ‘Bugün vardığımız teknolojik seviye ve sosyal organizasyon kabiliyetleriyle, kimse hasta olmadan, yaralanmadan ve ölmeden üretebiliriz.’ Bu kadar basit ve mümkün. Bundan daha meşru bir şey olamaz.