Bazı hukuk adamları ve meslektaşlarım iki sanıklı “12 Eylül Davası”na daha en başından itibaren “tiyatro” dediler. Benzer bir hissiyatı taşısam da, kendi adıma davayı bir “tiyatro” olarak damgalamakta acele etmedim. Biraz daha bekleyeceğim; bakalım ek iddianameler çıkacak mı? 12 Eylül’ün sıkıyönetim komutanları, emniyet müdürleri, askeri savcı ve yargıçları, işkenceci cezaevi müdürleri, polisleri, davanın yeni sanıkları […]
Bazı hukuk adamları ve meslektaşlarım iki sanıklı “12 Eylül Davası”na daha en başından itibaren “tiyatro” dediler.
Benzer bir hissiyatı taşısam da, kendi adıma davayı bir “tiyatro” olarak damgalamakta acele etmedim. Biraz daha bekleyeceğim; bakalım ek iddianameler çıkacak mı? 12 Eylül’ün sıkıyönetim komutanları, emniyet müdürleri, askeri savcı ve yargıçları, işkenceci cezaevi müdürleri, polisleri, davanın yeni sanıkları olarak Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yanındaki yerlerini mümkün olan en kısa sürede alacaklar mı, göreceğiz.
12 Eylül darbesinin uygulayıcılarını bu iki cunta liderinin yanında göremezsek, bu dava “12 Eylül Davası” olarak anılmayı hak etmeyecek.
Ve hiç arzu etmesem de “Tiyatrodur” diyenler haklı çıkmış olacak.
Koskoca 12 Eylül darbesini yargılamak adına açılmış bir davada, bu iki sanıkla yetinilerek geçirilen her gün, bizi “AKP Yargı Tiyatrosu”nda sahnelenen “Evren-Şahinkaya Davası” adlı bir komedinin suratı asılmış seyircileri olmaya biraz daha yaklaştırıyor.
Siyasi davaların “tiyatro”ya benzetildiğini şu son zamanlarda sık duyar olduk.
Mesela geçen ocakta Nedim Şener duruşma salonundaki izleyicileri, “Hoş geldiniz tiyatroya” diyerek selamlamıştı.
Mahkemenin “tiyatro” olarak anılması, tiyatro adına üzücüdür. Çünkü “tiyatro”, hukuk ve adalet üretmekten uzaklaşmış bir yargı ortamının adı oluyor. Oysa tiyatro, insanlık denen mefhum namına ciddi bir iştir. Mazisi, hukukun tarihi kadar eskiye gider.
Maalesef bu ülkede demokrasiden ne zaman uzaklaşılsa mahkemeler tiyatro sahnesini andırmaya başlıyor… Gerçek tiyatro ise mahkeme kadısı kibriyle hüküm kesen despotun insafsız infazına sahne oluyor.
12 Eylülcülerin ilk işlerinden biri infazcılarını tiyatronun üzerine salmak olmuştur. Merhum Vasfi Rıza Zobu’nun İstanbul Belediyesi’ne el koyan darbeciler tarafından Şehir Tiyatroları’nın başına getirilmesi bu kabilden bir vakaydı.
Zobu’nun kendi döneminde (1980-84) tiyatroya yaptığı kötülükleri, Özdemir Nutku’nun “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi”ne yazdığı makaleden okuyalım:
“Zobu gelir gelmez kendi yönetim kurulu üyelerini seçerek ‘yerinde yönetim’ sistemini kaldırdı ve eski merkez denetimli sistemi getirdi. (…) Sanat yönetmenlerinin tüm yetkileri kaldırılarak bunlar merkeze bağımlı duruma getirildiler. Sanatçılar adeta müfettiş denetimindeki memurlar konumuna indirgendi.”
Aynı kaynakta yer alan Mahir Günşiray imzalı makalede ise Şehir Tiyatroları’ndaki 12 Eylül dönemi hakkında şunlar yazıyor:
“Tiyatronun başına önce müfettiş sonra da sanat yönetmeni olan Vasfi Rıza Zobu, Şehir Tiyatroları’nın repertuarını bile askeri görüşün hoşuna gidecek biçimde ayarlayarak, yeni oyunlardan, yeni yaratımlardan uzak durdu. (…) En vahim olan, bu dönemde toplam 38 sanatçının ‘tiyatroya siyaset bulaştırdıkları’ gerekçesiyle, 1402 sayılı yasa uyarınca işlerine son verilmesidir.”
Kaderin cilvesine bakın ki 1402 sayılı sıkıyönetim kanununun kurbanları arasında Vasfi Rıza’nın tiyatrocu yeğeni Bilge Zobu da vardı. Bu tasfiyenin akabinde Vasfi Rıza’nın yeğenini, “Bir yanlışlık olmuş. Bilge Zobu’nun solculukla ilgisi yoktur. Bilge çok iyi çocuktur. Okumaz. Kimseye zararı yoktur” şeklinde, utanç verici bir biçimde savunması tarihe geçmiştir.
Şimdi ise 12 Eylül’ü iki sanıkla güya yargılayan AKP iktidarı, Şehir Tiyatroları’na 12 Eylülcülerden de beter kötülük ediyor.
12 Eylül döneminde duayen tiyatrocu Vasfi Rıza aracılığıyla Şehir Tiyatroları üzerinde askeri vesayet kurulmuştu…
Şimdi ise yapılan yönetmelik değişikliği vasıtasıyla aynı kurum üzerinde, hadi adını açıkça koyalım, bir İslami muhafazakâr vesayet kurulmak isteniyor. Şehir Tiyatroları’nda hangi oyunların sahneleneceğine, hangi sanatçıların istihdam edileceğine bundan böyle sanatçı yönetmen değil belediye bürokratı karar verecek. Düne kadar bu işleri yapan “Sanat Yönetmeni” bundan böyle “müdür”e, yani “Belediye Genel Sekreter Yardımcısı”na bağlı çalışacak, onun memuru olacak.
12 Eylül’deki 1402’lik tiyatrocuların yerini muhafazakâr tasallut nedeniyle istifa etmek zorunda kalanlar alacak.
Şehir Tiyatroları’nı bir hayli geriye götürmüş olan 12 Eylül’ün askeri vesayeti ile şimdi bu sahnede kurulması hedeflenen AKP vesayetinin ortak yönleri şunlardır:
İkisi de otoriter, ceberut, sansürcü ve yasakçıdır.
İkisinin de özerk kurumlara tahammülü yoktur.
İkisi de sanatı ve kültürü birer toplum mühendisliği vasıtası olarak görür.
İkisi de muktedir olmanın kibriyle topluma deli gömleği giydirmekte beis görmez.
Ve bitirmeden önce bir hipotez: İslamcı kesimden sadece bir Vasfi Rıza yetişmiş olsa idi, AKP, Şehir Tiyatroları’nın başına onu getirecekti… Bu sayede AKP tiyatronun başına alakasız bir bürokratı atamak zorunda kalmayacak ve kendi kendisini teşhir etmeyecekti. Ama olmadı; vasatın vasatı da olsa itimat edilesi bir Vasfi Rıza bile çıkmadı bu kesimden.
Ticarette, siyasette bir yere gelenler kültürde ve sanatta neden yaya kaldılar acaba?