Kafkaesk zamanlarda yaşıyoruz veya biz yeni yeni deneyimlemeye başladık bu dünyayı. Hukukun genişleyen alanı ile neyin bu alan dışında kaldığını, hangi eylemin hukuksal müdahaleye gerek kalmadan düzenlenebileceğini kestirmek sadece imkansız değil aynı zamanda anlamsız ve gereksiz de. Yeni yeni fark edilen ilişkiler, derhal hukukun alanına dahil ediliyor; kurallarla, yasaklar ve izinlinlerle çevrenenip yeniden dizayn edilerek […]
Kafkaesk zamanlarda yaşıyoruz veya biz yeni yeni deneyimlemeye başladık bu dünyayı. Hukukun genişleyen alanı ile neyin bu alan dışında kaldığını, hangi eylemin hukuksal müdahaleye gerek kalmadan düzenlenebileceğini kestirmek sadece imkansız değil aynı zamanda anlamsız ve gereksiz de. Yeni yeni fark edilen ilişkiler, derhal hukukun alanına dahil ediliyor; kurallarla, yasaklar ve izinlinlerle çevrenenip yeniden dizayn edilerek deneyime sunluyor. İkili bir süreç karşımaza çıkıyor; bir yandan eski insani ilişkiler hukukun dili içinde yeniden formüle edilirken, diğer yandan insani deneyim dünyasına ilk kez çıkan öznellikler de hemen hukuksal koruma talebinde bulunuyor veya meşruiyetlerinin hukuksal normlarla güvence altına alınmasını istiyorlar.
Kafka’nın mesellerinin can alıcı noktası, tam da, hukukun yaşamının bütününü kuşatması, onu sinsice ele geçirmesi ve boğmasıdır. Normlar, tüzükler ve genelgeler; gerçeğin yerini alır ve yaşamı sonu gelmez mahkeme sürecinin bir uzantısı haline getirir. Fasit bir daire değil, giderek daha derine işleyen, ete ve kana metastatik ataklarla saldıran, bedeni tene hapseden bir süreçtir anlatılan. Kafkanın özneleri, daha yoğun bir şekilde kendi bedenlerine, tenlerine hapsedilerek, yargı süreçlerine, hukukun bitmez tükenmez karar mekanizmalarına sıkışırlar.
Franz Kafka’nın Dava adlı romanı, yukarıda bahsedilen iki süreci, hukukun genişlemesini ve yaşamı çepeçevre kuşatmasını ve her zaman daha derinden yaşamı ele geçirerek onu kendi yargı mekanizmalarına bağımlı hale getirmesini, mükemmelen ortaya koyar. Bilindiği üzere, romanın kahramanı Josep K bir sabah uyandığında neyle suçlandığını bilmeden tutuklandığını öğrenir ve burdan sonra mesele artık onun suçunun ne olduğu değil, masumiyeti hiç değil, ama çıkışsız bir labirente girmesidir. Josep K saçma sapan yerlerde mahkeme salonlarıyla karşılaşır “anlamsız” diyalogların muhatabı olur ama hala suçu belirsizdir.
Aynı tema bu kez daha yoğun bir şekilde Kanun Önünde hikayesinde belirir. Hikaye taşralı bir adamın yasaya girmek istemesiyle başlar. Ama yasanın kapısının önünde bir bekçi bulunur. Taşralı adam yıllarca yasaya kabul edilmek için elinden geleni yapar; kızar, rüşvet verir, yalvarır fakat kabul edilmez. Sonunda adam yaşlanınca, ölümüne yaklaşırken, o güne kadar sormadığı bir soruyu, “neden bu kapıya benden başkası geçmek için girmeye kalmadı?” diye, sorar. Bekçi de “sadece senin içindi bu kapı” der ve kapıyı kapatır; hikaye sonlanır.
Her iki öykü, sadece, bürokrasinin ve absürtlüğünün hikayesi olarak anlaşılamaz. Kafka, insani yaşam alanının sınırsızca hukuk tarafından ele geçirilmesini ve görünür ufkun tamamının yoğun bir yargı bulutuyla karartılmasını öyküler. Sorun, hukukun hayata ve insalar-arası ilişkilere sızmasıyla artık suçluluk ve masimiyet gibi kavramların tamamen içinin boşalması ve yerini kocaman prosedürler yığının almasıdır. Veya aslında başka bir ifadeyle, herkesin ve her şeyin bir anda suçlu ve masum veya mağdur olabilmesi, bütün kimliklerinden sıyrılıp saf bir hukuk nesnesi olmasıdır. Josep K’nın veya taşralı adamın artık bir kimliği, geçmişi ve bir hikayesi yoktur. Onların her ikisi de ancak yasanın, hukukun, yargı süreçlerinin dolayımıyla varlıklarını, yaşadıklarını, nefes alabildiklerini kanıtlayabilirler. Ne Josep K ne de taşralı adam herhangi bir siyasal kimliğe sahip değildirler; onlar, haksızlığa maruz kalan mağdur ya da bir suçlu olarak hukukun gölgesinin altında kendi gölgelerinden sıyrılarak vücut bulurlar. Dolayısıyla artık onları belirli normların, tüzüklerin ve genelgelerin alıcısı durumuna indirgemek, bedensel varoluşlarına hapsetmek mümkün hale gelir.
Yargı süreci, bu anlamıyla, tıpkı Agamben’in (2004) Tanık ve Arşiv yapıtında ifade ettiği gibi “geçekten ve adeleten bağımsız olarak, sırf yargı peşindedir. (…). Hukukun nihai ereği, bir res judicata’da (kesin hüküm) ortaya konulmasıdır; öyle ki bu res judicata‘da hüküm, yanlışlığına ve adaletsizliğine rağmen doğru addedilerek, doğru ve adilin ikamesi haline gelir. Hukuki düzenlemenin nihai ereği yargıya varmaktır; ama yargı ne cezalandırmayı ne de yücetmeyi, ne adaleti sağlamayı ne de gerçeği ispatlamayı amaçlar. Yargı kendi içinde bir erektir ve bu, daha önce belirtilmiş olduğu üzere, kendi gizemini oluşturur: yargılamanın gizemi” (s. 18-19). Söz konusu olan yargı sürecine hayatın bütün görünümümlerini dahil etmek ve yeni özneyi sadece suçluluk ve masumluk veya mağduriyet üzerinden tanımlamaktır. Siyasal mücadele ve siyasal karşıtlık berhava olmakta bunların yerini mahkeme salonları ve mahkeme takipçiliği almaktadır. Muhatabınca sonsuz bir süreçmiş gibi algılanan yargılama süreçleri; farkına varılsın veya varılmasın insani ilişkilerimizden daha şey çok talep etmekte, kendine göre bu ilişkileri şekillendirmekte, kendi öznesini yaratmaktadır.
Siyasal ilişki; muhatapların uzlaşmalarını, çatışmalarını, birbirlerinden bir şeyler talep etmelerini gerektirir veya daha iyi bir tanımlamayla, Jacques Ranciere’nin ifadeleriyle, belirli bir tip konuşma ve dile sahip verili bir alana kendi dilini ve konuşmasını algılatmak isteyenlerin sonsuz mücadelesinin ifadesidir. Fakat hukukun yoğunlaşması, nefes aldırmayan büyümesi ile birlikte taraflar sadece ve sadece suçluluk veya masumiyet üzerinden tasnif edilegelmektedir. Böylece sonuçsuz bir süreç boyunca siyasal bir mücadele ortadan kalmakta, siyasal özneler mahkeme sıralarında, en hafif deyimiyle, dinleyici durumuna düşürülmektedir. Hasımlar canileştirilmekte ve hukuksal nesne olarak kodlanmaktadır. Sadece suçlu/masumiyet ikiliğinden müteşekkil bir uzam inşa edilmekte aynı zamanda bütün taleplerin normla, bir yasayla güvence altına alınması doğal karşılanmaktadır. Oysa siyasal mücadele hukuki sürece sıkıştırılmamalıdır; çünkü bu sıkıştırılmanın tek sonucu yaşamlarına indirgenmiş, tepkisiz masum bedenlerdir.