Darbenin doğrudan hedef aldıklarıyla (Solcular, Aleviler, Devrimciler…), bıyıklarının gizleyemediği kalın etli dudaklarındaki sinsi sırıtışı ve mutluluk dolu bakışlarıyla Ökkeş Şendiller’i aniden aynı safta bulabilme (en hafif deyimiyle) tuhaflığı 12 Eylül “hesaplaşma” davasında önümüze konuldu. Zulmü yaşayanlarla zulmü yaşatanlar ayını sıraları paylaşabiliyor, dirsek dirseğe oturabiliyor. Okuyacağınız yazı, tam da, bu ortaklığın (zulmü yaşayanlarla, yaşatanların yanyanalığının) nasıl […]
Darbenin doğrudan hedef aldıklarıyla (Solcular, Aleviler, Devrimciler…), bıyıklarının gizleyemediği kalın etli dudaklarındaki sinsi sırıtışı ve mutluluk dolu bakışlarıyla Ökkeş Şendiller’i aniden aynı safta bulabilme (en hafif deyimiyle) tuhaflığı 12 Eylül “hesaplaşma” davasında önümüze konuldu. Zulmü yaşayanlarla zulmü yaşatanlar ayını sıraları paylaşabiliyor, dirsek dirseğe oturabiliyor. Okuyacağınız yazı, tam da, bu ortaklığın (zulmü yaşayanlarla, yaşatanların yanyanalığının) nasıl kurulduğunu ve meşrulaştırıldığını ortaya koymaya çalışacak.
Bir katil ile o katilin eylemine maruz kalanı aynı denklem içinde görmek, aynı saikler etrafında bir aradalıklarına tanıklık etmek insanı ürpertiyor. Dolayısıyla, taraflar arasındaki bu yakınlığın nedeninin incelenmesi kaçınılmazlaşıyor. Ökkeş Şendiller’i de mağdurların safına dahil eden dilin ortaklıkları ortaya konmalı çünkü ancak ortaklığın açığa çıkartılması, tarafları bir araya toplayan söylemin ötesine geçmenin ve katille ayrışmanın kapılarını aralayabilir. Bu ortak dili anlayabilmeye, Ökkeş Şendiller’le seksen öncesi aynı saflarda yer alan ama şimdinin “bilge” insanı Mümtaz’er Türköne’nin, davaya neden müdahil olduğunu anlattığı yazısının incelenmesi yardımcı olabilir. Şöyle diyor Türköne: “12 Eylül mağduru ve dün başlayan davanın müdahillerinden biriyim. Ne hissediyorum? Gözümün önünde 32 sene öncesine ait iki sahne canlanıyor. Birincisi Dış Kafes’te yediğim dayak. Dış Güvenlik amiri Tuna Akkurt’tan tam bir buçuk saat süren törensel bir sopa yemiştim. 60-70 santim uzunluğunda tahta bir copla, bütün gücüyle bacaklarıma vuruyordu. Yoruldukça dinleniyor, sonra kaldığı yerden devam ediyordu. Tedbirliydim. Pantolonun altına kalın bir eşofman giymiştim. Buna rağmen tam bir hafta A Blok 4. Koğuş’ta yattığım yerden kalkamadım. Benim için ‘o dayağı neden yedim?’ sorusuna cevap ile ’12 Eylül darbesi neden yapıldı?’ sorusuna bulduğum karşılık aynı” (Mümtaz’er Türköne, 12 Eylül’ü Yargılamak, 05/04/2012, Zaman).
Türköne’nin yaşadıklarının, daha ağırını deneyimleyen binlerce solcu var. Türköne’nin algısında 12 Eylül; karanlık güçlerin, ordunun, iktidarı ele geçirmek için “kardeşi kardeşi kırdırma” planın nihai sonucudur. Bu nedenle de, oyuna gelen kardeşler ve oyunu hazırlayan güç tutkunu bir iktidar odağı bulunmaktadır. Ötesi değil. Oysa işin boyutunun öyle olmadığı, darbenin daha iyi bir yaşam, özgürlük ve sosyalizm peşinde koşan devrimci güçlere dönük bir eylem olduğu verili bir gerçektir. Ama bu gerçek, kendisini onun mağduru sayanları aynı kümenin içinde sığdıran dil için fark etmiyor. Bu gerçeği ifade etmek, darbenin hedefinin ve amacının ne olduğunu ortaya koymak, kümenin dışına çıkmaya yeterli olmuyor çünkü Türköne’nin yukarda alıntılan sözlerini herhangi bir solcu da yazabilir, söyleyebilir ve buradan mağduriyetini inşa edebilir böylece de neden davaya müdahil olduğunu gerekçelendirebilir. Bu nedenle, tam da, temelde yatan bu ortak söylemin nasıl işlediğini ortaya koymak gerekir. Öncelikle, söylemin kendisinin, mağduriyet üzerinde bina edildiğini anlamak ve açıklamayı buradan kurmak, temel ayrımları ortaya koymaya ve sınıfları ayırt etmeye, kümenin dışına çıkmaya olanak sağlar.
Görüldüğü üzere, örneğine bir çok yerde rastlanan, alıntılanan yazıda, pasif ve acı çekmeye indirgenmiş, öfke ve kinini bu acıdan türetmeye çalışan bir beden vurgusu bulunmakta. Siyasal bir müdahilliğin yerine, bedene çektirilen eziyetin niceliğinden bir karşı duruş geliştirilmeye çalışılmaktadır. Böylece, yaşamsal faaliyete indirgenmiş bir beden inşa edilerek, tersi bir istikametten yola çıkarak, iktidarın tam da yaratmaya uğraştığı insanın insan olmaklığını sadece bedensel faaliyetlere indirgemeye çalışan pratik sahiplenilmiştir. İktidarın üzerinde eylediği, insan-olan ile insan-olmayanın sınırlarını yeniden ve yeniden çizdiği bir mekandır beden. İktidar ilişkileri o nedenle insanın içinden geçen bir sınır çizme faaliyeti olarak kodlanabilir. Bu sınır çizme faaliyeti insani olanla insani olmayan arasında geçişkenlikler, belirsizlikler inşa eder, insanın tözünü biyolojik varlığına indirgeyerek sonul amacına ulaşır. Bir kez bu aşamaya ulaşıldığında acının ve hazzın dünyasına inmek kaçınılmazlaşır ve acı-haz ikileminden çıkmak mümkün olmaz. Dolayısıyla, artık karşı karşıya gelen, acısını hafifletmeye çalışan ve bu acıdan nefret türeten bedenler ile tam da bu durumu hedefleyen bir iktidar tekelidir. Kısa bir mesafe daha alındığında da mücadele eden değil ama acı çekenlerin, yani mağdurların, acı çektirenlere karşı yığınsal “bir”liği üretilir. Herkes acı çekmek zemininde, sadece birleştirici gücünü kan ve tenin sağladığı geri ve ilerisinde çığlıkların yer aldığı bir bütünlükte yanyana gelir. Burada vurgu “Ey Mağdurlar Birleşin”deki, mağdurlardadır. “Birleşin” ise sadece yığınlaşmanın ifadesi haline gelmektedir.
Oysa, örneğin, başlığın feyiz aldığı, Komünist Manifesto‘daki “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz” mottosu, böyle bir acı-haz ikilemine dayanan, ayrılıkları ortadan kaldıran pasif “bir”leşmenin önüne geçmek için vurguyu “birleşiniz“e, yani eylemli birlikteliğe verir. Marx&Engels’in niyeti; bütün işçilerin değil, irade sahibi, isteyen, arzulayan, adalet talep eden ve mücadele edenlerin, birleşme azmi ortaya koyanların bilinçli birlikteliğini sağlayabilmektir. Bu nedenle vurgu asla bütün işçiler‘de değil ‘birleşiniz‘dedir. Dolayısıyla, dava söz konusu olduğunda sorun; yüzleşme, yargılama değil adalet talebidir, mağdurların “bir”likteliği değil politik muhatapların karşı karşıya gelebilmesi, mücadelesi sorunudur. Mağdurlar birleşemezler ancak ve ancak “bir”leşirler, aynı kümenin yanyana bulunan elemanları olurlar. Bu bağıntıdan kurtulmanın yolu, mağdur söylemini bırakıp, yüzleşme değil adalet talebinde bulunabilmektir, yargılamanın, mahkemenin mağduriyeti meşrulaştıran söyleminin dışına çıkabilmektir.
Önder Özden
Ankara Üniversitesi, SBF YL