Bir süre önce Türkiye ekonomisinin büyüme rakamları açıklandı. 2011 yılında Türkiye ekonomisi yüzde 8,5 oranında büyümeyle, Çin’den sonra en hızlı büyüyen ikinci ekonomi oldu. Zira dünyanın ikinci ekonomisi durumuna gelmek, zenginleşmek, toplumsal refahın artması demektir. İnsanın muhannete muhtaç olmamasıdır. Ancak açıklanan büyüme rakamları ile toplumsal bölüşüm ve refah düzeyi arasında, ne yazık ki bir paralellik […]
Bir süre önce Türkiye ekonomisinin büyüme rakamları açıklandı.
2011 yılında Türkiye ekonomisi yüzde 8,5 oranında büyümeyle, Çin’den sonra en hızlı büyüyen ikinci ekonomi oldu.
Zira dünyanın ikinci ekonomisi durumuna gelmek, zenginleşmek, toplumsal refahın artması demektir.
İnsanın muhannete muhtaç olmamasıdır.
Ancak açıklanan büyüme rakamları ile toplumsal bölüşüm ve refah düzeyi arasında, ne yazık ki bir paralellik görünmüyor.
Halka bol keseden tos pembe tablolar çiziliyor.
Ve gerçekten Türkiye büyüyor, büyümesine, ama bu büyümenin sefasını küçücük bir azınlık sürdürüyor.
Asıl pay alması gerekenler sürüm, sürüm sürünüyor.
Kaldı ki iddia edildiği gibi bu büyüme bir türlü emekçilere yansımıyor.
Her ne hikmetse Türkiye ekonomisi büyüdükçe emekçiler yoksullaşıyor, sofrasındaki zeytin azalıyor.
Bir iliz yon yaratılarak, büyümenin arkasında ki gerçeklik gizleniyor.
Oysa sermayenin emeği metalaştırması ‘ucuz’, ‘güvencesiz’, ‘sendikasız’ ve ‘sigortasız’ işçi çalıştırarak emeğe zorla el koyması gibi bir sömürü düzeni yatıyor, bu büyümenin ardında.
Yani sermaye çevreleri el koydukları emek üzerinden zenginleşip, zenginler listesinin üst sıralarına tırmanırken…
Bu zenginliğe, emekçinin canı kanı pahasına ulaşıyor.
Büyüme meselesinin esası budur.
Çünkü finans kapitalin ‘dini’, ‘imanı’ para olmuş durumda.
Para için her türlü ‘çirkefliği’ yapıyor bunlar.
İşçinin korunması için küçücük bir yatırım bile, insanı ölümden ve sakat kalmaktan koruyacakken…
Harcayacağı üç kuruşu, maliyeti arttıracak bir unsur görerek onlarca, yüzlerce işçinin ölümüne sebep oluyor.
Ne diyelim para insanın canından kıymetli olmuş durumda.
İstanbul Esenler de, Zonguldak maden ocaklarında, tersanelerde, baraj göletlerinde, kamyon kasalarında, bu ‘tanrı krallar’ işçileri kârı için kurban ediyor.
Bu koşullara itiraz etmek bile artık suç sayılıyor.
Koşulsuz itaat isteniyor yani modern kölelik dayatılıyor.
Eşitsizliklere itiraz eden KESK gibi ‘baldırı çıplaklar’, bu sermaye iktidarının ve onun militarist zorunun gazabına uğruyor.
Malum, memura zam verilmiyor aylardır.
Yandaşla birlikte ucube bir sendika yasası, memurlar dövülerek kabul ettirildi.
İnsanlar açıkla tokluk arası bir yaşamla cebelleşiyor.
Elektriğe, gaza, benzine, ulaşıma iğneden ipliğe her şeye zam söz konusu…
Halkın sırtından sopayı eksik etmeyen ve giderek ‘Nemrut’laşan AKP iktidarından gel de hak vereceğini bekle.
Erdoğan bir de çıkıp, “Biz, seçkinlerin, elitlerin, patronların hükümeti değiliz” diyor.
Ama pratik yaşam hiç te Erdoğan’ı doğrulamıyor.
Çarşı da, pazar da ki halkın yaşam koşulları, masa başında üretilen ‘sahte’ rakamlardan farklı görünüyor.
Üç kuruşu evine götürmek için her tür kuralsızlığı, insanlık dışı çalışma koşullarını kabul eden milyonların yaşadığı bir ülkede…
Birileri zenginleşirken, biz baldırı çıplakların her geçen gün yoksullaşması elbette kader değildir.
Aksine AKP’nin yarattığı bu eşitsizlikler, kul hakkı yemenin bir sonucudur.
Tüm toplum, bu eşitsizliklere, zamlara, zulüm politikalarına karşı durabilirse, o zaman bu halk egemenlerin zulmünden bir nebze de olsa rahat nefes alabilir.
Yoksa birileri zenginleşirken, halk fukaralığa mahkûm olmaya devem edecektir.