Önümüz 1 Mayıs. Gerek tarihsel misyonu gerekse de döneme özgü politik çizginin/taleplerin dile getirilmesi bakımından toplumsal muhalefetin yıl içindeki en önemli günü. Bu “müzmin muhalif gün” siyasi iktidarlar ve sermaye için de en korkutucu gündür. Çünkü yönetilenler ve onların içinde en “özel yer”e sahip olan işçi sınıfı, neyi istemediğini ve ne istediğini gücü ölçüsünde söyler. […]
Önümüz 1 Mayıs. Gerek tarihsel misyonu gerekse de döneme özgü politik çizginin/taleplerin dile getirilmesi bakımından toplumsal muhalefetin yıl içindeki en önemli günü. Bu “müzmin muhalif gün” siyasi iktidarlar ve sermaye için de en korkutucu gündür. Çünkü yönetilenler ve onların içinde en “özel yer”e sahip olan işçi sınıfı, neyi istemediğini ve ne istediğini gücü ölçüsünde söyler. Ve o güç; ya bastırılarak ve maniple edilerek etkisizleştirilir ya da politik-toplumsal hareket yaratma gücüyle iktidar üzerinde baskı yaratıp zorunlu olarak dikkate alınmak zorunda kalınır.
AKP hükümeti ise tüm iktidar dönemi boyunca, toplumsal muhalefetin bu gücünü bastırmanın, maniple etmeye çalışmanın simgesi oldu. Bu dönemde farklı değil. Ve AKP’nin gündemleri arasında toplumsal muhalefetin talepleri yok.
AKP’nin bu dönemki gündemleri; sermaye egemenliğini pekiştirecek yapısal adımlar atmak, olası bir ekonomik kriz karşısında sermaye lehine önlemler almak, sistem içerisinde kendisi için tehlike gördüğü orduya ve biraz da CHP’ye karşı pozisyonunu güçlendirmeye devam etmek ve emperyalizm için vazgeçilemeyecek aktör olma niyetini tekrar tekrar kanıtlamak.
Bu dönem, sermaye lehine aldığı önlemlerin başında kuşkusuz yeni teşvik kararları var. 9 yıllık AKP döneminde bu dördüncü teşvik paketi. Bu dönemkinin sözde gerekçesi, cari açığı kapatmak. Ancak Ali Babacan’ın da itiraf ettiği gibi, bu paketin kısa dönemde cari açığı kapatmak gibi bir olasılığı yok. Bu paketin en önemli özelliği ise orta ölçekli sermayeye (bilindiği gibi bunlar daha çok AKP yandaşı sermeye grupları) çok büyük “kıyaklar” sağlaması.
Ayrıca devletin teşvik paketleri sunmasında, liberallerin hiç üzerinde durmadıkları, durmak istemedikleri bir konu var ki, o da, bu teşviklerin devletin ekonomiye doğrudan müdahalesi anlamına gelmesidir. Bizim çarpık gelişmiş liberallerimiz, işlerine geldiğinde devlet ekonomiden elini çekmeli hatta hiç müdahale etmemeli derken, teşvikler söz konusu olduğunda ellerini ovuşturmaktalar.
Sermaye lehine alınan önlemlerin bir diğeri ise bütçenin açık vermeye yılın ilk iki ayından itibaren başlaması. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in açıkladığına göre bütçe ilk iki ayda 2.6 milyar TL açık verdi. Yine aynı Maliye Bakanı, bu durumu engellemek için de kamu emekçilerinin zam oranında oynama yapılması (yani çok düşük tutulması) gerektiğini ifade etti.
Tayyip’in ekonomik krize bir diğer çözümü ise Çin gezisi sonrası Suudi Arabistan’a uğramasında aranabilir. Demokrasi aşığı (!) Tayyip Erdoğan, Suriye’ye “demokrasi dersi” vermek için neredeyse savaş ilan etmek üzereyken Suudi Arabistan ziyaretinde demokrasiden elbette hiç söz etmedi. Oysa Suudi Arabistan, Suriye’yle birlikte, muhaliflere yönelik baskılar dolayısıyla uluslararası kuruluşların notlama sisteminde en alt kademede bulunmakta. Tayyip, bu durumu büyük ihtimalle bilmiyordur, hatta Suudi Arabistan’ı dünyada “ileri demokrasi” uygulayan en nadide örneklerden biri sanıyordur. Parasının bir kısmını AKP iktidarına aktardığı sürece bilmemeye (!) devam edecek.
AKP’nin sürekli hale gelen gündemlerinden biri ise kuşkusuz ordu, daha doğrusu gericiler üzerindeki darbe korkusunu tamamen silmek ve hükümeti üzerinde etkide bulunabilecek “eski rejimin” tüm kalıntılarını devre dışı bırakmak. Bunları yaparken de kendi derin devletini yeniden ve yeniden oluşturmak. Bu dönemki başlık ise “28 Şubat”. O dönemin Batı Çalışma Grubu komutanı Çevik Bir ve onunla birlikte sekiz komutan “hükümeti ortadan kaldırmak” gerekçesi ile tutuklandı.
Star Gazetesi yazarı Mustafa Karaalioğlu’nun dediği gibi bu kez “28 Şubat soruşturmasını yapanlar, bütün diğer darbe, Ergenekon, Andıç vs. davalarının tecrübelerinden yararlandıklarını gösteriyor. Her şey, ne usul ne de hukuk açısından kimsenin bir kulp takamayacağı netlikte ilerliyor.” Mustafa haklı, ince çalışıyor, çabuk öğreniyorlar.
İnce ve uzun erimli çalıştıkları, 12 Eylül davasının zamanlamasını ayarlamalarından ve 28 Şubat soruşturmasını bu dava ile bağlandırmalarından rahatlıkla anlaşılabilir. 12 Eylül davası, 28 Şubat soruşturmasına aperatif (iştah açmak için yemekten önce içilen içki) oldu. Bu arada “12 Eylül Davası” saçmalığına da değinmek gerek. 12 Eylül darbesini ve 12 Eylül sürecini sadece iki kişiye indirgeyen, tüm o dönemin devlet görevlilerini, işkencecilerini, o dönemden çıkar sağlayan sermaye gruplarını görmezden gelen bir komedi sahneye konmakta. Bu yetmiyormuş gibi davanın 1 numaralı mağduru Muhsin Yazıcıoğlu yapılmış. Bu da yetmiyormuş gibi dava günü Türkeş’in ölüm yıldönümüne (4 Nisan) denk getirilmiş. Bütün faşist sitelerde neredeyse aynı cümle yer aldı; “12 Eylül diktasının mimarlarının yargılanmasının başlangıç tarihi ile merhum başbuğumuz Alparslan Türkeş beyin aramızdan ayrılışının 15. yıldönümü yani 4 Nisan’ın örtüşmesi gayet manidar ve ilahi bir rastlantıdır.” (Hatırlanacağı gibi referandum da ne tesadüfse 12 Eylül gününe denk gelmişti.)
Diğer yandan “28 Şubat soruşturması” göstermiştir ki tarafların her ikisi birden politik cesaretten yoksundur. O dönemin Orgenerali Çevik Bir kendisini savunurken diyor ki “hükümetin, MGK’nın ve zamanın başbakanı Erbakan’ın talimatlarını uyguladım.” Bu dönemin Cumhurbaşkanı diyor ki “bana gelince; o zaman ki Refah-Yol hükümetinde bakandım, ama MGK üyesi değildim. Dolayısıyla o günkü MGK Kararlarında da imzam yok. Daha sonra o konular Bakanlar Kurulu’na getirilip herhangi bir Bakanlar Kurulu kararı çıkartılmadığı için benim imzam yok”. (Bir not: Abdullah Gül, 28 Şubat 1997’de Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü idi. Devlet Bakanlığı yaptığı bu dönemde 1 milyar 652 milyon lirayı şahsi harcamaları için kullandığı için mahkum oldu.)
Pekiyi aynı dönemde şimdiki Başbakan Tayyip Erdoğan ne yapıyordu? “28 Şubat kararlarına meydan okuyor ve tankların üzerine çıkıyordu” yanıtı verenler elbette yanılacaklar. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğunda paşa paşa oturuyor, karın ağrısını geçirsin diye “Ziya Gökalp’ın şiirlerine” (aslında Adil Avaz’ın dönüştürdüğü şiir) sığınıyordu. (Bu kadrolar, dile kolay, tam 15 yıl sabretmişler, hangi “uyuyan hücre bu kadar sabredebilir?)
Diğer yandan Tayyip haklı, bu süreç, kesinlikle bir intikam alma değildir (her ne kadar Sincan’da tankları yürüteni Sincan Cezaevi’ne koyarak kendi kitlesine gücünü kanıtlasa da). Siyasette geçmişe hesap sorulmaz, geleceğe hesap yapılır!
Gelelim AKP’nin üçüncü gündemine; emperyalistlerin özellikle de ABD’nin dönem politikalarında etkin rol alma/rol çalma atraksiyonlarına. İhtiyaç çok belli; özel ısmarlama Ahmet Davutoğlu, bütün cafcafına rağmen geldiğinden beri hiçbir dış politika başarısına imza atamadı. Mısır-Tunus-Libya yağmasında AKP hükümeti zamanlama hatası yaptığından avucunu yaladı, iç politika için uluslararası karizmanın işlevini çok iyi bilen Tayyip “one minute”ten sonra bir türlü tekrar gündem olamadı. AKP’ye göre kazanacak olan da belli; Suriye üzerinden yaşanacak Rusya-ABD kapışmasında ABD, yine Suriye üzerinden yaşanacak Alevi-Sünni kapışmasında yani İran karşısında Suudi Arabistan kazanacak. Böyle bir öngörüyle bütün para bahse yatırılabilir. AKP de bu gerekçelerle Suriye’ye resmen ilan edilmemiş bir savaş açmış durumda. Bu öngörüde hukuk kuralları yok, bu öngörüde halkların çıkarları yok. Bu öngörüde emperyalizm için aktif taşeronluk, halklar için katliam ve yoksulluk var.
AKP’nin tüm bu gündemlerini d
eğiştirecek, tersine çevirecek olan ise güçlü bir toplumsal muhalefet. Böyle bir toplumsal muhalefet için gerekli olan doğru bir politik çizgi ve devrimci bir siyaset tarzı. Çok değil geçen yıl bu dönemlerde şiarımız “tek yol sokak, tek yol devrim” idi. Geçen bir yıl boyunca bu şiarın, yaptırım gücü olan yegane seçenek olduğu defalarca kanıtlandı. Seçim süreçleri, Hopa sokakları, adliye önleri, direniş çadırları, sağlık hakkı meclisleri, barınma hakkı barikatları, 4+4+4’e karşı sokak direnişleri, şenlik alanları vb… bunun tanıklarıdır.
Bu gerçeği anlamamak için direnen toplumsal muhalefetin sözde önderlerine rağmen tek yol sokak ve o sokaktaki gerçek devrimci inisiyatif. Bu yazı hazırlanırken, 1 Mayıs’a 12 gün vardı ve DİSK’in 1 Mayıs afişleri hala sokaklarda yoktu. 1 Mayıs’ın örgütlenmesi konusunda toplumsal muhalefetin bileşenleriyle ve devrimcilerle yan yana gelmek bir yana, anlamsız bir oyalama ile, 1 Mayıs’ın ortak örgütlenmesine ilişkin DİSK’in çağrısına bile icabet etmeyen Türk İş ve Hak İş’ten gelecek yanıt bekleniyordu. 1 Mayıs’a giderken sermayenin ve onun hükümeti AKP’nin emeğe ve halklara yönelik saldırılarına her geçen gün yenilerini eklemeye çalıştığı günümüzde, artık safların netleştirilmesi gereklidir. 365 günün 364 günü, hiçbir sermaye politikasına karşı mücadelede yan yana dahi gelemeyen DİSK, Türk-İş’le, Hak-İş’le, Kamu-Sen’le 1 Mayıs’ta hangi birlikteliği kuracaktır? Amacı ve misyonu artık herkes tarafından net olan, iktidar politikalarını sınıf içinde uygulanmasını kolaylaştırma ve meşrulaştırmaya çalışan; AKP’nin 1 Mayıs’ı maniple etme aracı olarak kullandığı bu konfederasyonlarla hangi ortak mücadele zemininde yan yana gelinecektir? Bir yıl boyunca hiçbir ortak hedefte buluşulamayan bu kurumlarla 1 Mayıs’tan 1 Mayıs’a “birlik” yapmanın anlamı nedir?
DİSK, KESK ve devrimcilerin 1 Mayıs konusundaki tarihsel misyonu, bir dönem Taksim’i almak ve özgürleştirmekti; bugün ise mücadele saflarını netleştirmektir. Dostalarımızı, düşmanlarımızı, yanımızdakileri, karşımızdakileri, yolumuza çıkanlarla yol arkadaşlarımızı, yoldaşlarımızı iyi tanımaktır. Böylece, tarihsel olarak, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü, ülkemiz geçekliğine uygun somut, devrimci bir mücadele çizgisine dönüştürülebilir. 2012 1 Mayıs’ının güncel devrimci içeriğini oluşturan hak mücadeleleri ve AKP faşizmine karşı demokrasi mücadelesi, toplumsal muhalefetin de birleştirici çizgisidir.