Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin Aralık 2011’de düzenlediği 12. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nde üniversitelerin karşı karşıya bulunduğu sorunları farklı boyutları ile ele alan bildirilerden oluşan oturumlar düzenlenlemişti. Bu oturumlarda sunulan bildiriler SAV tarafından kitaplaştırıldı
Galip Yalman’ın önsözü: Üniversiteler ve sosyal bilimler ÜNİVERSİTELER VE SOSYAL BİLİMLER Dünyanın ve ülkemizin adeta sürekli bir nitelik kazanan ekonomik, toplumsal ve siyasal bunalımlar sarmalında karşılaşılan sorunları neoliberal anlayışa bağlı reçetelerle çözme ısrarı sürerken, üniversitelerin farklı ve toplumsal yapıda yeni eşitsizlikler ve baskılar yaratmayacak alternatifler üretmekte üzerlerine düşen görevi yerine getirebildiklerini söylemek pek de kolay değildir.
Üniversitelerin başarı kriterlerinin, daha çok fen bilimleri (tıp ve mühendislik de dahil) alanındaki araştırma ve yayın kriterlerine dayalı ölçütlerle belirlendiği günümüzde, sosyal bilimlerin giderek marjinal bir konuma itildiğini söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Genç kuşakların üniversite eğitimi öncesi, süresinde ve sonrasında karşılaştıkları bir dizi soruna karşın, sosyal bilimlere yönelik ilginin canlı tutulmasında düzenli olarak iki yılda bir yapılan Ulusal Sosyal Bilimler Kongreleri ile katkıda bulunan TSBD’nin 12. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nde üniversitelerin karşı karşıya bulunduğu sorunları farklı boyutları ile ele alan bildirilerden oluşan oturumların düzenlenmesi ve bunların daha geniş bir kesime ulaştırılması için böyle bir yapıtın oluşturulması önemlidir. Böylesi kapsamlı bir çalışmaya katkı yapanlara TSBD yönetim kurulu adına teşekkür ediyorum.
Galip Yalman
Türk Sosyal Bilimler Derneği Başkanı
Fuat Ercan’ın sunuşu:
Ölçülmeyi kabul etmeyen bilim insanı olmalı!
“Metanın toplumsal yaşamı tümüyle işgal etmeye başardığı” anda “Görülebilir olan sadece metalarla kurulan ilişki olmakla kalmaz, ondan başka bir şey görülemez: Görülen dünya meta dünyasıdır” (Debord, Gösteri Toplumu)
“Eleştiri, zincirin üzerindeki hayali çiçekleri koparıp attıysa, bunu, insan zincirine naz etmeden ve avuntusuz katlansın diye değil, zincirini söküp atarak gerçek çiçeği kopartsın diye yaptı” (K. Marx)
Üniversitede gerçekleşen değişimlerden sonra “sermaye üniversiteden defol” sloganı artık anlamını kaybetti. Çünkü üniversiteler inanılmaz bir hızla kapitalist-sanayileşmenin içsel mantığı dolayında biçimleniyor/biçimlendiriyor. Biçimleniyor ifadesi kapitalist-sanayileşmenin süreç içinde süreklilik arzeden işleyişinin artan belirleyiciliğini ifade etmek için kullanıyoruz, ama aynı zamanda bu belirleyiciliğin de etkisi altında olan siyasi iktidar yükseköğretimde yaşanan dönüşümü hızlandıracak doğrudan müdahalelerle süreci hızlandırıyor. Dönüşüm yükseköğretimi stratejik bir konuma yükseltti. Kapitalist-sanayileşmenin fark yaratarak genişleme eğilimi nitelikli emek ve bilgiyi önemli kıldığı oranda işleyişin kısa erimli pragmatik mantığı süregelen bilgi biçimi ve bunun üretilme koşullarını hızla değiştirdi. Bilgi farklılık yaratarak genişleyen kapitalist-sanayileşmenin kısa erimli pragmatik mantığına uygun içerik olarak değiştiği ölçüde, üretiminin gerçekleştiği organize toplumsal varoluş koşulu olan yükseköğretim kurumlarının da dönüşmesine neden oldu. Kurumsal olarak dönüşümün iki temel belirleyeni kamunun eğitim hizmetini sunma biçiminin zaman içinde farklılaşarak önce ticarileşip ve sonra metalaşırken, sermaye için ise eğitim yeniden değerlenme (re-volarisation) alanına dönüşmüştür. Ticarileşen, metalaşan ve artık gönül rahatlığı ile bir sektör olarak tanımlansa da, yükseköğretim diğer metalardan (patates, pancar ve benzeri) oldukça farklı ve kendine özgü yanları vardır. Herşeyden önce eğitim sadece meta üretmez ama aynı zamanda yeni insan tipleri üretir. Bu yüzden eğitim alanındaki dönüşümün etkileri sadece bu ilişkiler sisteminin metalaşması ile sınırlı kalmaz, toplumsalın geleceğini belirleyecek bir potansiyeli de içinde taşır. Bu ve bahsetmediğimiz diğer stratejik konumundan dolayı genel olarak eğitim ama özelde de yükseköğretim siyasal iktidar ve diğer egemenlerin çok daha fazla gündemlerinde yer almaya başladı. Yükseköğretime yönelik bu dışsal baskı/talepler hızla kendisi de kendi içinde toplumsal bir dizi ilişkiler düzeneği olan yükseköğretimin içsel işlyişini dönüştürmeye başlattı. Bir zamanlar sakınılarak ifade edilen girişimcilik, müşteri, rekabet, sektör ifadeleri çok rahat kullanılır oldu ve hatta bu ifadelere referansla verili işleyiş hızla dönüştürülmeye başladı. Yani yükseköğretimi oluşturan içsel işleyiş hızla değişmeye/dönüştürülmeye başladı. Kendisi de bir toplumsal ilişki olan yükseköğretim içinde iktidar ilişkileri, sembolik yeniden üretim ve bir bütün olarak maddi yeniden üretim koşulları değişmeye başladı. Bir kaç örnek verelim. Rektörlük seçimleri için konuşmaya çağrıldığım birkaç üniversitede rektör adaylarının hiç sıkılmadan, sakınmadan nasıl iyi bir girişimci rektör olacaklarını ve projeleri ile üniversiteyi nasıl girişimci üniversiteye dönüştüreceklerini heyecanla anlattıklarına şahit oldum. Girişimci rektörlerin girişimci üniversiteleri için birinci öncelik üniversiteyi markaya çevirmek. Marka üniversite! Marka üniversite olabilmek için rekabet etmeniz gerekiyor. Rekabetin geldiği noktayı göstermesi açısından örnek bir üniversiteye bakalım. İTÜ Rektörü Prof. Dr. Muhammed Şahin’in şu ifadesine bakmamız gerekiyor: “Türkiye deprem kuşağında olan bir ülke olmasına rağmen İTÜ’den çıkan bir inşaat mühendisi ile Anadolu’da iki hocası olmayan üniversiteyi bitiren mühendis aynı imza yetkisine sahip” olduğunu yani bazı öğrencilere haksızlık yapıldığı işaret ediliyor. Yapılan haksızlığı önlmek için ilk etapta bir dışsal ölçü-yetkiye başvurulmsı gerektiği işaret ediliyor; “Bu sınav (ABET) Türkiye için çok önemli. Öğrenci, eğitiminin son yılında bu sınava girip geçerli not alırsa, 4 yıl endüstride çalıştıktan sonra ancak ‘Yetkin Mühendislik’ unvanı alabilecek.” Yani okul(lar) ve öğrenci(ler) rekabet edecekler, ama rekabetin haklı-adil olması için hem kendi içinde ve hem de bağımsız denen kurumlarca akredite olması gerekiyor. Rekabette öne çıkmak için marka olmanız ve ama marka olduğunuzu da belgelenmeniz gerekiyor. Belge sahibi olmak için de her an ama her an ölçülüp biçilmeniz gerekiyor. Kurum, kurumdaki akedemik, idari ve teknik kadro, ve tabiî ki öğrenciler ölçülüp biçilmesi için öğretim ve araştırma faaliyetlerinin sıkı denetim-kontrol altında tutulması gerekiyor. İTÜ Rektör Yardımcısı akredite olmak için ölçülmenin nasıl gerçekleştiğini detaylı bir şekilde açıklıyor: “ABET heyeti İTÜ’yü değerlendirme sürecinden geçirdi. İlk olarak İTÜ’den gönderilen raporları inceleyen heyet, ardından İTÜ kampüslerinde öğretim elemanları, öğrenciler ve mezunlarla görüştü. İTÜ’nün bütçesini; laboratuvar, kütüphane, öğrenci işleri ve bilgi işlem alt yapısını; ders programlarının içeriklerini, öğretim üyelerinin özgeçmişlerini, ders verme yöntemlerini, öğrencilere verilen kariyer desteğini, öğrencilerin bitirme projelerini ve iş hayatına ne kadar hazır olduklarını, öğrenci projelerine sağlanan maddi desteği, bölüm mensuplarının motivasyon seviyelerini, üniversitenin tüm akademik ve sosyal olanaklarını detaylı olarak inceledi.” Ölçüm sonrası olumlu derece alındığından rekabette öne çıkmanın verdiği kendine güven, geleceğimize dair ipuçları da veren açıklamalara neden oluyor. İTÜ Rektörü Muhammed Şahin: “Eğitimde de uluslararası akreditasyonu olmazsa olmaz olarak belirledim. İTÜ’nün şu anda 4 ana stratejisi var:
– Birincisi araştırma üniversitesi olmak, – ikin
cisi inovatif, yenilikçi ürün geliştiren üniversite olmak, – üçüncüsü girişimci (Hem üniversite hem öğretim üyeleri hem de öğrenciler girişimci olacak. Bunun için teknokentte şirket kuracaklar.), yani kendi kaynağını geliştiren üniversite olmak ve – dördüncü olarak da iyi bir eğitim vererek, uluslararası eğitim kalitesini tutturmak.”
Burada işaret ettiğimiz eğitimin rekabet sürecine çekilmis ve bu nedenle ölçülüp biçilmesi Avrupa Eğitim Alanı oluşturmaya yönelik Bologna süreci ile çok daha sistematik bir zorunluluk hali almış durumda. Bologna süreci de temel olarak akademik faaliyetin standartlaşması için ölçülmesi ve derecelendirilmesini içeren inanılmaz bürokratik hiyerarşiler oluşturuyor. Bologna süreci için de çokça işaret edilen kalite güvencesi aslında rekabet ve markalaşama için gerekli düzenlemeleri dolayısıyla iç işleyişi hızla dönüştürecek nitelikte. Akademik, idari, teknik kadro, öğrenciler neredeyse zamanlarının önemli bir kısmını ölçmeye yönelik istekleri yerine getirmekle geçiriyor. Ölçme kapitalist-sanayileşmenin her zaman belirleyici için belirleyici ilkesi oldu. Kapitalist-modernleşme ve sanayileşmenin işleyiş-oluşumu değişim değerinin egemenliğini inşa etttiği ölçüde, değişime konu olan herşeyin ölçülmesi gerekiyor. Değişime konu olması istenen herşeyin nasıl ölçüleceği bilimsel çalışmaların üzerinde yoğunlaştığı bir şey olmaktan çıkıyor, bilimsel bilginin bizzat kendisi ölçüme konu oluyor. Bir aşamada ölçüm için harcanan çaba ile bilimsel bilgi için üretilen harcanan çaba yer değiştiriyor, yani neden sonuç yer değiştiriyor. Bilimsel etkinliğin amacı değişime konu olabilecek bir şeyler üretmek olunca, üretim faaliyeti ile onun sonucu arasındaki ilişki de ölçümün tanımladığı sınırlarda gerçekleşiyor. Bu bir anlamda bilimsel faaliyet sonucu ne üretmen gerektiğini de işaret eden bir zorunluluk haline dönüşüyor. Bilgi üretim sürecinin özneleri kendi üretimlerinin sonucuna yabancılaşmıyor, kendileri de ölçümün nesnesine dönüşüyorlar. Öğrencilerin durumu bu aşamada daha ilginç, öğrenciler realizasyonun sağlanması için ulaşılması gereken müşteriler, eğitim sürecinde piyasanın istediği bilgi ile donanmaya yöneldikleri ölçüde kendilerine yatırım yapan kendilerini beşeri sermayeye dönüştüren, kendisini imal etmeye çalışan çelişkili bir konum ve dahası yükseköğretim kurumları için birer çıktı yani ürün olma gibi süreç içinde ya da eşzamanlı olarak farklı konumları üzerlerinde barındırıyorlar. Ve tüm bu eşzamanlı farklı konumlar ölçülerek değerlenmeye alınıyor. Değişim değerinin egemenliği ölçünün egemenliğidir. Ama ölçüm de artık sadece ölçüm değil, verili toplumsal sistem üzerinde inanılmaz bir güç, bir komuta işlevi görüyor. Değdiği noktayı sınıflandırıyor, etiketliyor. İşletme disiplinin gurularının şirketler için işaret ettikleri artık hepimizin yaşadığı gerçekliklere döndü. Neydi işletme gurularının sloganları: Tanımlayamadığınızı ölçemezsiniz, ölçemediğinizi analiz edemezsiniz, analiz edemediğinizi iyileştiremezsiniz, iyileştiremediğiniz kontrol edemezsiniz, kontrol edemediğinizi yönetemezsiniz.
Tüm bu ölçümler ve kontrol ve yönetmenin temel nedenini Hasan Ünal Nalbantoğlu ne güzel dile getirmiş: Ama günümüz toplumsal işbölümü içinde uğraşlarda aranılan ‘meslek ahlakı’ ve kör değneği gibi bellenilen ‘meslekçi’ ideolojilerin altını oyan, baskın bir başka işleyiş daha var ki, o da gerçekte kaostan ibaret piyasalara zorbela kırılgan bir kozmos getirmeye çabalayan sermaye düzeninin hiç vazgeçemediği, şu bayağı olduğu denli usdışı, ilke bile denilemeyecek ‘karlılık prensibi’ ve her şeyin ‘mübadele değerleri’ olarak algılanışı. Çuval dolusu etik reçeteyi daha baştan kof kılan şey de önünde sonunda işte bu gerçekte işlemeyen ama içselleştirilmiş işleyiş.” Sermaye düzeninin hiç vazgeçemediği, şu bayağı olduğu denli usdışı, ilke bile denilemeyecek ‘karlılık prensibi’artık yükseköğretim üzerinde baskıda bulunuyor bile diyemeyiz, çünkü bayağı ve usdışı ilke üzerinden biçimlenen bir gerçeklik yükseköğretim. Yükseköğretimin işleyişi artık sadece bu ilke üzerinden biçimlenmiyor, çok daha kötüsü bu ilkeyi vareden işleyişin-oluşun (farklılık yaratarak genişleyen kapitalist-sanayileşmeyi) yaşamın tüm alanlarına daha fazla nüfus etmesini sağlıyor.
Peki içinden geçtiğimiz bu sürece hayır diyorsak! Ya ölçülmek istemiyorsak! Bilimsel faaliyetin varoluş koşulunu eleştirel mesafe üzerinden tanımlıyorsak. Sibel Özbudun’un makalesinin girişinde işaret ettiği gibi aydın-bilimsel çalışmanın temelinde “Non serviam/ Hizmet etmeyeceksin!” düsturunun yattığını düşünüyorsak. Ölçülmek istemeyen yaramaz çocuklar olmak istiyorsak. Adorno ile birlikte bilimin itaatsiz olana ihtiyaç duyduğunu düşünüyorsak. Bilimsel-sanatsal faaliyetin gerçekliğin egemenliğini inşa eden değil, gerçekliğe karşı yapılan bir etkinlik olduğunu düşünüyorsak? Yaratıcı ve çoğul olma hallerini, düşünceyi felçleştiren bu sürece hayır diyorsak ne olacak? Çok yakın zamanda ne olacağını Prof.Dr. Onur Hamzaoğlu’nun yaşadıklarıyla deneylemiş olduk. “Endüstri Yoğun Bölgelerde Yaşayanlarda Ölüm Nedenleri: Dilovası Örneği” başlıklı araştırma sonuçlarını Onur hocamız basınla paylaştığı için kıyametler koptu. Onur Hamzaoğlu araştırmasında annelerin sütünde ve bebeklerin dışkısında arsenik, cıva gibi ağır metal bulgulamıştı. Bu bulguların yörede görülen kanser vakaları ile ilintili olduğunu açıklamıştı. N.Hikmet’in hüzünlü ama kararlılığı içeren dizelerinde işaret edilen Stransium 90 değilse de civa ve ağır metallari açıklamıştı. Onur Hamzaoğlu sermaye düzeninin hiç vazgeçemediği, şu bayağı olduğu denli usdışı, ilke bile denilemeyecek ‘karlılık prensibinin yarattığı yıkımın somut delillerini toplumla paylaşmıştı. İlk elden Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu: ‘Birileri çıkıp anne sütünde ve bebeklerin dışkılarında ağır metallere rastlandı diyor, ancak hiçbir dayanağı yok, hiçbir belgesi yok… Sadece adı profesör… Şarlatanlık yapıyor, şov yapıyor, bilim adamı şarlatanlık, şov yapmaz, ideolojik davranmaz’diye saldırı ve hakaret içeren açıklamalar yaptı. Prof.Dr. Onur Hamzaoğlu bayağı olduğu denli usdışı, ilke bile denilemeyecek ‘karlılık prensibini deşifre etmesi kabul edilemez. Verili işleyişi deşifre eden her türlü bilimsel açıklama ideoloji olarak değerlendiriliyor. Bugünlerde üniversitenin yetkili isimlerinden de bu ifadeyi çok duyar olduk; ideolojik, ideolojik davranamaz, ideolojiye izin vermem, ideolojisini sabah sekiz, akşam beş yani iş saatleri içinde evinde bıraksın. Ama belediye başkanı ve diğer saldırılara başta kendi üniversitesi olmak üzere hiçbir üniversiteden destek gelmedi. Destek bir yana Kocaeli Üniversitsi Hamzaoğlu hakkında bir soruşturma başlattı. Ama Sibel Özbudun’un işaret ettiği gibi “siyasal iktidarların istekleri doğrultusunda öğretim elemanlarını cezalandıran, bünyelerinden uzaklaştıran vb. üniversite yönetimleri ifade özgürlüğünün kara lekeleri olarak damgalanmaktan kurtulamazlar: Üzerlerinden yıllar geçmesine karşın Behice Boran’ın, Niyazi Berkes’in, Pertev Naili Boratav’ın ya da İsmail Beşikçi’nin üniversitelerinden uzaklaştırılmaları üzerine kitaplar, makaleler, tezler yazılıyor olması, bu lekenin hiç de kolay silinemeyeceğini gösterir.”
Bir diğer üzüntü verici gelişme de Türkiye’de usdışı karlılık prensibinin var olan siyasi iktidar tarafından inanılmaz bir hızla yaşamın tüm alanlarını içerec
ek şekilde desteklemesi. Orman, su, şehircilik gibi sadece insanların değil tüm canlıların varlığını ilgilendiren yaşam alanları Kanun Hükmünde Kararnameler, Torba Yasalarla bu sevimsiz usdışı ilkenin emrine veriliyor. G.Debord’ın işaret ettiği gibi “tüm yaşamı işgal edecek olan metalaşma” sürecini hızlandıracak bir siyasi iktidar ile karşı karşıyayız. Bir damla suyun bile boşa akması istenmiyor. O zaman bir damla suya ihtiyacı olanların sesi olacak birçok bilim insanı “ideolojik davranıyor” diye saldırılara maruz kalacak.
H. Ü. Nalbantoğlu’nun derlememizde de yer alan makalesinde bizlere bir görevimiz/zorunluluğumuzu hatırlatıyor; “Türkiye’de de giderek işletme anlayışıyla sürdürülen ‘müteşebbis’ üniversite eğitiminin nasıl yeniden-yapılandığını, bunun da modern üniversite ethosu ve akademisyen ahlakı üzerindeki derin etkilerini somut örnekler üstünden yakın gözleme almak ve tartışmak seçtiğimiz “uğraş” gereği” kaçınılmaz olduğunu söylüyor.” Bu görev ve zorunluluğu yerine getirmek istiyoruz. Bu görev ve zorunluluğun bilincinde olan ve bu görevin gereklerini yerine getiren bilim insanları ile birlikte olmak istedik. Birlikte gelişmelerden hoşnut olmadığımızı göstermek istiyoruz. “Ölçülmek istemeyen ideolojik” bilim insanları olduğumuzu göstermek istiyoruz. Dahası tarihe not düşmek istiyoruz. Türkiye Sosyal Bilimler Derneği’nin 14-16 Aralık tarihinde gerçekleştireceği 12.Ulusal Sosyal Bilim Kongresi’nde bir oturumu yükseköğretim-eğitimde dönüşüme ayırdık. Türkiye’nin dört bir yanından gelen katılımcılarla festival havasında gerçekleştireceğimiz bu toplantıda söylediklerimizin söz olup uçmaması için bir broşür-kitapçık hazırlayalım dedim. Oldukça kısa denecek bir zaman diliminde makaleler yazıldı. Bu heyecan-istek amacımızın biraz değişmesine neden oldu. Tarihe not düşmek istiyorsak “işletme anlayışıyla sürdürülen ‘müteşebbis’ üniversite eğitimine” daha bütünsel bakan bir çalışmamız olsun istedik. Bu düşünceden hareketle daha önce yayınlanmış ama derleme için anlamlı olan bazı çalışmaları da derlemeye alma kararı aldık. Böylece derleme daha önce yayınlanmış makaleler ile sadece bu kongre/kitap için yazılmış makalelerden oluştu. Hiç kuşkusuz elinizdeki derleme bu alanda yazılmış oldukça anlamlı birçok emeği/çalışmayı tüketici bir şekilde içermiyor. Sadece kitabın iç organizasyonuna uygun olan makaleleri seçtik. Diğer yandan zaman kısıdı, kitabın ebadı ve ulaşabilirlik sorunları yaptığımız olası haksızlıkları bir nebze olsun azaltır. İki ay gibi kısa bir zaman diliminde tarihe not düşmek ve bunu Kongre’de gerçekleştirmekti amacımız. Bu yüzden içerik kadar ve bence bundan çok daha önemlisi derlemede yer alan çalışmaların çoğunun Kongre’de sunuluyor olması. Amacımız ölçülmek istemeyenler olarak bir araya gelme yeteneğini göstermek ve hep birarada hayır demekti.
Derleme yıllarca dünyamıza Stronsium 90 yağıyormuş, ota, süte, ete, umuda, hürriyete diyen arkadaş-meslektaşların desteği ile gerçekleşti. Katkılar için çok ama çok teşekkür ederiz. Tüm bu destekler umarım dünyayı “metalar dünyasına” çevirenlere karşı biraraya geliş için bir damla olsun katkısı olur. Bu bir araya gelişler hayatı yıldızlara taşımasa da hayata karşı işleyen bu usdışı ilkeyi ortadan kaldıracak umudu yeşertir.
Fuat Ercan 1. Basım Aralık 2011
13.5×19.5 cm
648 sayfa
ISBN 978-605-61579-9-8
Yayına Hazırlayan: Serap Korkusuz Kurt
Kapak Tasarımı: İlknur Kavlak
Baskı Öncesi Hazırlık: Ülkü Gündoğdu